29 Haziran 2017 Perşembe

Modern toplumlar ve din

18. ve 19. yüzyıllarda gelişen modern zihniyet, bilim ve teknolojideki yeniliklerle birlikte modern toplumlarda dinin bir yeri ve işlevinin kalmadığı da düşünülmeye başlanmıştı. Bilim ilerledikçe dinin dünyayı açıklama ve anlamlandırma girişiminin yerini tutacak bir tazelik getireceği umudunu taşı-yordu bu yüzyıllardaki egemen zihniyet.
19. yüzyılda özellikle Auguste Comte ve Émile Durkheim gibi sosyologlar dinin ilkel toplumlarda bir yeri olan, bu toplumlarda işlev gören bir ku-rum olduğunu ileri sürüyor, modern toplumlarda din olgusunun ilerlemeyle birlikte yavaş yavaş ortadan kalkacağını öngörüyorlardı.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren modern toplumlarda dinin rolünün, işlev ve itibarının azalacağına dair taşınan ve bakış açısına göre iyim-ser ya da kötümser sayabileceğimiz öngörüler yüzyılın ikinci yarısından itibaren değişmeye başladı. Bu değişimde elbette yüzyılın ilk yarısında nere-deyse dünya çapında yaşanan iki büyük savaşın, katliam ve zulümlerin etkisi kadar modern bilimsel gelişmelerin bu savaşlarda tuttuğu yer ve doğur-duğu sorunların da büyük payı vardı.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin dünyanın ekolojik dengesine verdiği zararlar, modern hayatın getirdiği psikolojik baskılar, modern toplumların yaşadığı ekonomik ve siyasal dengesizlikler de din olgusuna yönelik pozitivist sosyolojik bakışın öngörülerini yanlış çıkardı.
Yeni dindarlaşma eğilimi
Özellikle 1960’lı yıllarla birlikte dünya çapında modern toplumlarda din bir olgu olarak zayıflamadı, aksine geniş kitlelerin dine ve dini ha-reketlere yöneldiği, yeni bir dindarlaşma eğiliminin ortaya çıktığı görülmeye başlandı. Bu dindarlaşma eğiliminin izlerini elbette her zaman zaten var olan büyük dinlerde aramak da gerekmiyordu üstelik. Modern zamanlarda da birçok kült ortaya çıkmış, sahte dinler de kendilerine birçok mürid bağlayabilmişti. UFO’culuklar, Scientology, new-age dinsellikler bu tür yönelimlerin örneği olarak görülebilir.
Recep Şentürk kitabında bu yeni gelişmelerin din sosyolojisi alanında 1960’lı yıllardan itibaren geliştirilen yeni düşünce ve bakış açılarını aka-demik bir dille ele alıyor, modern toplumlarda dine yönelik artan ilginin ve yönelişin doğurduğu düşünce değişimlerinin din sosyolojisi alanına yansı-malarını ortaya çıkarmaya uğraşıyor. Esasen Recep Şentürk’e göre, din, insan varoluşunun temelinde yatar ve bu sebeple de kolay kolay insanlar dinden koparılamaz. Din sosyolojisi alanındaki yeni düşünce ve yaklaşımlar da bu gerçeği vurgulamak üzere yeniden ele alınabilir.

21 Haziran 2017 Çarşamba

Son 20 yılın siyasi hafızası

“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” denmiş. İnsanların hayatlarını sürdürebilmek için anlık heyecan, sevinç, üzüntü gibi yaşantılarını unutup yada geride bırakıp önlerine bakmaları tavsiye edilir. Geçmişteki sevinç ve üzüntü anlarını geleceği yaşamak adına unutabilmek belki de her insan için bir meziyet olarak görülür.
Peki, ama durum toplumlar için de böyle midir? Toplumsal anlamda geçmişin acılarını da sevinçlerini de unutmamak, hatta ibret almak önemsenir. Toplumların kendi biyografilerindeki önemli olayları hatırlaması ve geleceğe dönük adımlarını geçmişten edindiği tecrübeler, çıkardığı dersler muvacehesinde atmasının daha sağlıklı bir yol olduğu düşünülür.
Mehmet Erdoğan’ın 1996 ila 2016 yılları arasında tuttuğu siyasi hafıza notlarından müteşekkil kitabı Siyasi Hafıza günümüz Türkiye’sinin oluşum sürecine dair fikirlerimizi geliştirecek birçok önemli hatırlatmada bulunuyor. Notların merkezinde önemli siyasî/tarihî olaylar ve gelişmeler olmakla birlikte siyaseti dolaylı olarak ilgilendiren, ona arka bahçe ve zemin oluşturan ekonomik olaylar, hukukî davalar, terör ve güvenlik olayları, dış politika olayları, bazı sosyal ve kültürel olaylar; büyük doğal afetler, intiharlar, cinayet ve kazalar ile 1980’den günümüze siyasî ve düşünce hayatımızı etkilemiş önemli şahsiyet ve olaylarla ilgili gelişmeler yer alıyor.
Yeni Türkiye’nin temelleri
28 Şubat 1997’de toplanan MGK ile başlayan postmodern darbe sürecinden 2002 Kasım’ında AK Parti’nin büyük bir çoğunlukla iktidara gelerek siyasi alanı postmodern darbenin vurduğu kelepçelerden kurtarmasına, 27 Nisan e-muhtırasına, FETÖ’nün 17-25 Aralık yargı-polis darbesine, 15 Temmuz başarısız darbe girişimine kadar Türkiye için birçok kritik olayın meydana geldiği son 20 yılın en önemli siyasi liderinin de Recep Tayyip Erdoğan olduğunu vurguluyor Mehmet Erdoğan.
15 Temmuz 2016’daki meş’um ve hain darbe girişiminin eski Türkiye’nin defterinin kapandığı bir tarih olduğuna işaret eden Mehmet Erdoğan, eski Türkiye’de siyasete başlayan ve milletten aldığı destekle Yeni Türkiye’nin temellerini atan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte anılması gerektiğini de ifade ediyor son 20 yılın.
Mehmet Erdoğan’a göre Türkiye’de son 20 yılın tarihi Cunhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi mücadelesinin de tarihi, bu mücadele tarihi de Türkiye’nin tarihi olmuştur. Bundan dolayı siyasi hafıza notlarının başkahramanını da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olarak belirliyor Yazar Mehmet Erdoğan.

17 Haziran 2017 Cumartesi

Yusufağa'nın sırrı!

28 Şubat süreci sırasında içimizi acıtan bir olay yaşanmıştı Yusufağa Kütüphanesi’nde.
2000’de bir kütüphane görevlisinin emeklilik işlemleri dolayısıyla üzerindeki zimmetleri devir teslim işleminde kütüphaneden 103 el yazması, 7 nadir basma kitap ile 62 yazma esere ait cilt kapaklarının çalındığı belirlenmişti.
Hırsızlığın yıllara sari olduğunu söyledik, çünkü yapılan soruşturmalarda cilt kapakları içindeki tarihi el yazmalarının Koyunoğlu Müzesi’nde mikrofilme götürülmeleri esnasında değiştirilerek çalındığı da ortaya çıkarılmıştı.
Geçtiğimiz hafta benim açımdan en önemli konu, antik eşya ve sanat müzayedesi alanında uzman ünlü İngiliz Sotheby’s firmasının 26 Nisan’daki müzayedesinde satışa çıkarılmak istenen Fahreddin Râzî’nin Şerh el-Kanun fi’t-Tıb” adlı eserinin Yusufağa Kütüphanesi’nden çalındığının tespiti ve Hollanda-Utrecth Üniversitesi’nde İslam bilim tarihi ve elyazmaları üzerine çalışan Hüseyin Şen, İngiltere merkezli Muhyiddin Arabi Society’nin kurucusu olduğu Anqa yayıncılığın değerli direktörü dostum Stephen Hirstenstein ile Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkililerinin ortaklaşa çabasıyla müzayedenin durdurulmasıydı.
Bu konuyu, okurlarımız hatırlayacak, 28 Nisan tarihli Konya Postası’nda birinci sayfadan gündeme getirmiştik. Konunun Anadolu Ajansı’nın haberiyle tekrar gündemimize girmesine bu yüzden en çok ben sevindim.
Hüseyin Şen, daha önce de çalınarak yurtdışına kaçırılan 2 kitabın ülkemize dönmesini sağlamıştı. Diğer yandan Hirstenstein da Arabî’nin 9 risaleden oluşan el yazması “Kitabül Bâ“ isimli eserinin 3 risalesini yine Londra’da bir müzayede salonunun katalogları arasında bularak, uzun yazışmalardan sonra Türkiye’ye getirilmesini sağlamıştı. Yine aynı yılın Ekim ayında da İngiliz araştırmacılar, satılmak için getirilen ve Yusuf Ağa Kütüphanesi’nden çalındığı tespit edilen Müeyyed Bin Bermek‘in “Kitabül Heyet” isimli kitabını bularak Konya’daki kütüphane görevlilerine haber vermişlerdi. Dışişleri Bakanlığı ile süren yazışmaların ardından, New Scotland Yard dedektifleri, Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği’ne bu kitabı teslim etmişti.
Yusufağa Kütüphanesi’nde uzun yıllar elyazmalarıyla hemhal olduğunu bildiğimiz Prof. Dr. Mikail Bayram’la da konuyla ilgili epey konuşmuştuk aslında. Mikail bey, Sadreddin Konevi Camii Kütüphanesi’nde 700 yıl halkın gözetiminde korunan birçok el yazmasının 1926’da Yusufağa Kütüphanesi’ne taşınıp devlet gözetimine girmesinin ardından 70 yıl içinde çalınmasındaki ironiye dikkat çekmişti sözgelimi yazdığı Konevi biyografisinde .
Yine kütüphanedeki hırsızlık dolayısıyla açılan mahkemede bilirkişi olarak bulunan Mikail beye o mahkemenin hakiminin 2001’de söylediği sözler hala zihnimizde: “Ne yapacaksınız bu Arapça kitapları?”
Geçtiğimiz günlerde Mikail hocayla tekrar sohbet imkânı buldum. İlginç bir bilgi verdi Mikail bey. Sultan II. Abdülhamid Mevlana Türbesi’nde bulunan her eşyayı bazı kişilerin üzerine zimmetlemiş, korunmaları için. Kimlere zimmetli olduğuna ilişkin belgenin de en son merhum Yılmaz Önge’de olduğunu kaydetti hoca. Sahi Mevlana Müzesi’ndeki eşyalar kimlere zimmetli? Müzede görev yapan koruma görevlilerine mi? İnşallah onların emeklilik işlemleri esnasında Yusufağa Kütüphanesi’ndeki duruma benzer bir durumla karşılaşmayız!

Cin ayakkabısı ya da Arnavut çarığı!

“Şehri, Arnavut çarığına çevirdiler” dedi bilge kişi. Şaşırdım. Eve dönünce hemen kitap sözlük vb. şeyleri karıştırdım. Eskiler neye Arnavut çarığı derlerdi acaba? Arnavut kaldırımlarını bilirdim ve hatta 1980’li yıllarda Konya’nın bazı sokak ve caddelerinin de bu tarz yapıldığını görmüş, dedemden ve babamdan bununla ilgili yığınla hikâye dinlemiştim de “çarık” meselesini yeni duymuştum. Sahi, bu Arnavut çarığı da ne ola ki?
“Telâfinden, ucu sivri ve kıvrık, püsküllü ve süslü hafif ayakkabı” imiş meğer Arnavut çarığı. Mesela Necip Fazıl Kısakürek’in Babıali kitabında Arif Dino ile Genç Şair (yani Necip Fazıl) arasındaki bir diyalogda şöyle bir cümleye yer verilmiş: “Ben çizmeliyim, sense cin ayakkabısı gibi incecik bir Arnavut çarığı giymektesin!”
Yani Necip Fazıl Kısakürek’in deyişiyle Arnavut çarığı bir nevi bir “cin ayakkabısı”, öyle mi, evet öyle! Peki, şehrin Arnavut çarığına dönmesinin anlamı ne? Bilgeye bunu sonraki bir karşılaşmamızda sordum. Açtı ağzını, yumdu gözünü ve anlattı:
-Evladım, şu şehre bak; bir de hani Ziya Paşa merhumun kâşanelerle dolu olduğunu belirttiği Avrupa şehirlerine, Budapeşte’ye, Viyana’ya, Verona’ya bir bak. Sahi Verona’ya git bak, sizin belediye başkanı bile gitmişti değil mi oraya. Evet, gitmişti. Şu şehrin, şu Konya’nın 13. yüzyılda Selçuklulara başkentlik ettiğine dair bugün bir işaret bulabilir misin? İnce Minareli Medrese, Karatay Medresesi, Mevlana Türbesi falan deme bana. Ellerinden gelse sizin muhafazakârlar oraları da tamir tadilat bahanesiyle yıkıp düzleyip betonlaştırmaya bakarlar. Hâlbuki Oxford Üniversitesi’nin kampüsü 16. yüzyılda nasılsa şimdi de öyle, çivi çakmak bile yasak. Eski Viyana ile yeni Viyana ayrışmış birbirinden. Korumuşlar evladım, korumuşlar kendilerini, geçmişlerini… Size de Arnavut çarığı giydirmişler, cin olup tarih çarpıyorlar sonra da yüzünüze… Selçuklu başkentiymiş! Selçuklular da çok iyi bilirdi ya, asfalt caddelerde fren gıcırdatmayı.
Sustum, bilge konuştukça sustum ve büzüldüm. Söyleyecek söz bulamadım. Sahi Kara Mustafa Hanı’nın tam karşısına, Devrim Ortaokulu ile Hâkimiyet-i Milliye İlkokulu’nun birleşme noktasına yapılacak Milli Eğitim Müdürlüğü İl binası projesinde son durum nedir? Eğer projede kararlıysanız, bilge kişimiz o mıntıkada yer alan geçmişlerinin kemiklerini “nakli kubur” yöntemiyle Akkise sırtlarına götürme niyetinde.
Hele deyin bunu da piri fani bilgemiz atalarının muazzez ruhlarına olan saygısında kusur etmesin!

16 Haziran 2017 Cuma

HAYALET ŞEHİR



"Eski şehirler" diye yazıyor İtalyan düşünür Giorgio Agamben, "bir flaneur'un [gezgin] neredeyse dalgınlıkla okuduğu imzaların mekânıdır" Venedik’in “ceset” olarak nitelenmesinden yola çıkarak yazdığı bir yazıda.
Agamben’in yazısını okurken aklıma hemence Yahya Kemal’in İstanbul için “Hayal Şehir”, ünlü İngiliz şair T. S. Eliot’un Londra için “Düşçül Kent” isimlerini taşıyan şiirleri geldi.
Hatta sıkı okurlarımız hatırlayacaktır, ben de bu köşede, kısmen bu iki şiirden yola çıkarak 23 Mart’ta “Konya, hiç kendi kendini hayal etmeyi başardı mı ki?” şeklinde bir soru sormuştum.
Konya’nın eski, üstelik tarihin gördüğü en eski şehirlerden biri olduğunu düşünürsek onda dalgınlıkla okunacak imzaların çokça görüleceğini de düşünebiliriz.
Ama maalesef sadece düşünebiliriz, çünkü birçok önemli imzanın bu şehirden silindiğini de biliyoruz.
Sözgelimi bu şehrin Uluğ Sultan olarak bildiği I. Alaeddin Keykubad’ın şehre attığı en önemli imza olan Konya dış surlarından herhangi bir iz ve emareyi gün ışığında görmenin imkanı yok bu şehirde.
Şehrin muhtelif yerlerinde, yedi-sekiz noktada inşaatlar dolayısıyla açığa çıkan sur kalıntıları var elbette.
Onları da bodrum katlarına hapsetmişiz.
1220’lerin, 1250’lerin Konya’sından tek tük izlere rastlamak mümkün yine de.
Sözgelimi Karatay Medresesi 1251 tarihli.
Ama bu medresenin hemen yanında bulunan Küçük Karatay Medresesini de 1960’ta Ankara Caddesi’nin yapımı bahanesiyle yıkmış dönemin yöneticileri.
Sadece küçücük bir parça kalmış geride.
1933’lerde bölgenin halini fotoğraflardan belirlemek mümkün.
Tarihi eserleri yıkıp yerine park ve bahçeler yapmışız.
Modernleşmeyle birlikteyse o park ve bahçeleri de beton binalarla doldurmuşuz.
Buyurun 1933 tarihli bir fotoğraf, Gazi Mustafa Kemal Paşa İlkokulu...
Cumhuriyet'in ilk yıllarında yapılan 4 okuldan biri.
Hakimiyet-i Milliye, İsmet Paşa da, Gazi Mustafa Kemal gibi ayakta.
Peki Uluırmak İlkokulu'nun tarihi binası nerede? 2010'larda yıktırıldı!

13. YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE KONYA'NIN MİMARİ KÜLTÜRÜ

Konya’nın kültür-sanat ve bilimde altın çağını XIII. yüzyılda yaşadığı söylenir. O dönemin genel atmosferi hakkında bilgi verir misiniz?

Konya açısından 13. yüzyıl, belki de düşünce, kültür ve sanat bakımından bir altın çağa tekabül eder. Bir yandan 12. yüzyıl sonlarında Endülüs ve Kuzey Afrika’dan yaşanan göçlerle gelmiş Mecdüddin İshak ve Muhyiddin Arabi gibi önemli düşünür, diplomat ve sufiler; diğer yandan Horasan’dan Anadolu’ya göç eden mana erleri, ressamlar, musavvirler, ilim adamları ve mütefekkirler vardır.

Konya’daki sanat hayatının canlılığına ilk örneği Muhyiddin Arabi’nin Fütühat-ül Mekkiyye’sinde naklettiği menkıbeden öğrenebiliriz aslında. Biliyorsunuz Arabi, 1205’te Endülüs’ün İşbilye şehrinden arkadaş olduğu Mecdüddin İshak’ın daveti üzerine Konya’ya gelmiş, Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından da kendisine bir köşk tahsis edilmişti. Konya çarşısında gezerken bir musavvirle tanışığını zikreder Fütühat’ta Arabi. Kendi ifadesiyle yaşanan olaylar aynen şu şekildedir: “Bununla ilgili olarak Konya’da bir ressam (musavvir) ile aramızda çok acaib bir olay geçti. Biz ona bir gün tahayyül sanatı hakkında bilmediği bazı şeylerden bahs etmiştik. Bir gün o bir keklik yaptı ve fark edilmeyecek şekilde bir yerinde kusur yaptı ve bunu gizledi. Tasvir konusunda bizi denemek için o sureti bize getirdi ve: “Buna ne dersin” dedi. “Çok mükemmel ancak bir kusuru var” dedim. “Ayaklarındaki oransızlık” deyince kalkıp beni öptü.”

Bu musavvir, yani heykeltıraş öylesine başarılı işler üretmektedir ki, yaptığı eserlerin canlı olduğunu düşünürsünüz. Arabi, musavvirin eserindeki bir küçük hatayı işaretler; musavvir de onun bu dikkatini över. Menkıbe böyledir. Bu menkıbenin bize öğrettiği şey ne peki? Tabii ki çarşı pazarda işportacılık yapan musavvirlerin bile başarılı işler ürettiği…

Yine Varka ile Gülşah aşıknamesini resmeden ünlü nakkaş Abdülmümin el-Hoyi’nin bu eserini 1220’lerde Alaeddin Keykubat’a sunduğunu biliyoruz. Ki, Varka ile Gülşah aşıknamesinde yer alan bu 72 minyatür Uygurlardan Anadolu’ya, Anadolu’dan Kaçar hanedanının hükmü altındaki İran’a, İran’dan Osmanlı’ya takip edebileceğimiz minyatür sanatındaki eşsiz bir yaklaşımın önemli bir menzilidir. Bu menzilin 13. yüzyıl Konya’sında nakşedilmesi bana kalırsa son derece önemli.
Sadece heykeltıraşlık, ressamlık değil şiir ve mimari de, çinicilik, hat, tezhib, ciltçilik de, yine benzer şekillerde musiki de 13. yüzyıl Konya’sında dikkat çeken sanatlar arasındadır. Bu sanatların birçok ürününü Konya’da bugün bile görmek mümkün. İnce Minareli Medrese’yi Sahip Ata Külliyesi’ni inşa eden Mimar Kelükyan, diğer taş ustaları bunlardandır. Birçok ilim adamı, filozof, tabip, hattat, mantıkçı, kelamcı, fakih ismi aktarılabilir 13. yüzyıl Konya’sından. Mevlana, Ahi Evren, Şems, Sadreddin Konevi, İbn Arabi, Siracüddin Mahmud el-Urmevi belki en ünlü ve dikkat çekici olanları bunlardan.

Böyle bir ortamın oluşmasına zemin hazırlayan sosyal ve siyasal sebepler nelerdi?

Siyasal açıdan Selçuklu devletinin merkez birliğinin tam anlamıyla kurulduğu, güvenliğin en üst düzeyde sağlandığı, özellikle yüzyılın ilk yarısında kara ve deniz ticaret yollarının denetim altına alındığı bir dönemdir bu. Sinop ve Alanya limanları aracılığıyla ticaretin son derece gelişkin bir hale geldiği bu yüzyılda hanlar, kervansaraylar ve ribatlar aracılığıyla yol güvenliğinin de artırıldığını da görürüz. Hem doğudan hem de batıdan büyük insan kütlelerine bir sığınak haline dönüşür Anadolu ve elbette onun kalbi Konya.

Anadolu üzerinden düzenlenen Haçlı seferleri sona ermiş ve henüz Moğol gailesi de pek ortalıkta görünmemektedir yüzyılın ilk yarısında. 1191’den 1243’e dek o kısa sürede bu büyük gelişim aslında sadece Konya’nın değil, Anadolu’nun da barındırdığı imkanların neler olduğunu bugün bile bize hatırlatmaktadır. Yaklaşık 50 yılda onca gaileye rağmen yüzlerce yıla yetecek bir ekonomik, fikri ve estetik atılım gösterebilmişizdir.

Bu gelişimdeki en önemli unsurlara elbette esnaf örgütlenmesinden siyasi örgütlenmeye, dini eğitim ve öğretimden özgür tartışma ortamlarının sağlanmasına, ekonomik ilişkilerdeki dürüstlükten devletin üstüne düşen vazifeleri bihakkın yerine getirmesine dek birçok farklı sebep bulunabilir, ama bana kalırsa en önemlisi insana verilen değerdir. Bu değer sayesinde Anadolu’da 13. yüzyılda Rus’undan Bulgar’ına, Rum’undan Latin’ine, Gürcü’sünden Ermeni’sine, Yahudi’sinden Venedik’lisine, Acem’inden Moğol’una, Arap’ından cümle Türk ve Türkmen unsurlarına birçok inanç, mezhep ve ırktan insanın bir arada, bazen çatışarak, ama çoğunlukla barış içinde bir arada yaşayabildikleri bir coğrafyaya dönüşmüştür. Adalet bu toprakların en önemli ilkesi oldukça da aynı şeyi tekrar yaşamışızdır.

Bu altın dönemin genel olarak yerleşime, mimariye yansımaları nasıldı?

Sağlanan barış ve güven ortamı sayesinde Konya’nın Alaaddin Tepesi merkezde olmak üzere hızla gelişip büyüdüğüne şahit oluruz. 1218’de Sultan Alaeddin Keykubat şehrin, şimdilerde iç sur dediğimiz alandan hızla ve çok taştığını görünce Batı’da Sultan Cem caddesi doğuda Aziziye caddesi, güneyde Sahibiata Caddesi, kuzeyde Hastane caddesiyle sınırlayacağımız alan üstüne dış surları yaptırır. 12 kapılı, 140 kuleli bir surdur bu. Buna rağmen bu surların şehri tamamen ihata edemediğini de bilmekteyiz. En azından çok yakınlarda bazı yerleşim bölgeleri kalmıştır.  Mesela Sedirler, Konevi mahallesi, Uluırmak, Aymanas, Karaaslan, Mevlana Türbesi’nin bulunduğu bölge hep sur dışındadır. Mimari bakımdan genelde 13. yüzyıl Konya çarşısı hanlarla doludur. Meram bölgesinde köşklerin yaygın olduğunu biliyoruz. Yine Meram, Uluırmak, Sedirler ve diğer dış mahallelerde bağ evlerinin olması gayet muhtemel ve açıklayıcı. Dini ve idari yapıların mimari açıdan bize görsel bir şölen sunacağına hiç kuşku yok ama sivil yapılarda ise genelde kerpiç kullanıldığını da düşünebiliriz. Taş evlerin çok yaygın olmadığını da buna eklemeli.

Dini ve genel olarak kamu yapılarına mimari sanat açısından bakarsak neler söyleyebiliriz.  Nasıl bir mimari anlayış ön plana çıkıyor?

Yüzyılın ilk yarısında dini ve idari binalarda son derece sade bir mimari anlayışın olduğuna işaret eden günümüze dek ulaşmış bazı örnekler var. Şemseddin Altunaba Medresesi ve İplikçi Camii, Alaeddin Camii bu örnekler arasında. Yüzyılın ikinci yarısında yapılmış eserler arasında yer alan eserler ise daha şaşaalıdır. Buna kısmen elbette Moğol tahakkümü altında zor durumda olan devletin yöneticilerinin kendi kudret ve güçlerini sergileme iştiyakının sebep olduğunu düşünebiliriz. Malzemeler genelde taş, seramik, alçı ve ahşap olarak ön plana çıkıyor. Taş işçiliğinin en güzel örneğini ise İnce Minareli Medrese’nin medhalinde görüyoruz. Önceki medeniyetlerin malzemeleri de kullanılır dini ve idari yapılarda. Bunu da Alaeddin Camii ve Konya surlarından biliyoruz. Sivil yapılarda ise genelde ahşap ve kerpiç malzemelerinin kullanıldığını düşünmek mümkün, çünkü taş malzemenin son derece kısıtlı ve erişimi zor görünüyor. Öteden beri Sille, Meram ve Gödene taşlarıyla ön plandadır. Buralardan tedarik edilen taş malzemelerle duvarlar falan inşa edilir.

Bahsettiğimiz o altın çağın günümüz Konya’sında izlerini sürebiliyor muyuz? Siz bugünkü yerleşimde, mimarimizde o döneme dair bir şeyler görebiliyor musunuz?

Bugünkü Konya’nın merkezi de o dönemki Konya gibi aynıdır, değişmez pek. Alaeddin Tepesi bu merkezin işaretleyicisidir. Merkez zamanla belki tepenin doğusuna, güneyine, kuzeyine ya da batısına kaymış görünür ama çok uzaklaşamaz. Konya’nın ana hattı hemen her zaman Mevlana Türbesi ile Meram arasındadır; tepeyi merkez alan dalgalar halindedir genişleme. Zaman zaman kuzey, zaman zaman doğu, zaman zamansa batı yönü ön plana geçer yerleşimde. Bugünkü yerleşimde ve mimarimizde o dönemin bir izi yine de pek görülmüyor. Ne sivil yapılarda ne de idari ve dini yapılarda.

Günümüze doğru yaklaşınca Konya’nın şehirleşmesinde öne çıkan, şehrin kimliğini yansıtan modern yapılar ve bunların mimarları hakkında neler söylersiniz?

Konya açısından modern Konya’nın kimliğinin oluşturucu niteliklerinden birini teşkil eden en önemli yapılardan birkaçının Birinci Milli Mimari Akımı’nın en önemli temsilcilerinden Mimar Muzaffer Bey’e ait olduğunu gözlemliyoruz. Darul Muallimin ve Darul Muallimat binalarının, yani bugün bildiğimiz isimleriyle Gazi Lisesi ve Rektörlük binasının mimarı Muzaffer bey, 1914’te Valilik Başmimarı olarak görev yapmış Konya’da 1921’deki ölümüne dek. Sonradan üstüne bir Atatürk anıtı eklenen Ziraat Anıtı’nın mimarisi de ona ait. Bu yapıların yanı sıra 1860’lardan sonra Konya’ya gelip yerleşmiş Marunilere ait sivil yapıların da önemli bir görünürlüğe sahip olduklarını vurgulamalı. Bugün Atatürk Müzesi olarak kullanılan Yusuf Şar’ın evi, eski Kız Ortaokulu, Konya Mimarlar Odası olarak kullanılan ev ve Mimar Muzaffer Caddesi’nde yer alan yapılar, Fransız Katolik Kilisesi’yle birlikte Marunilerin inşası hep. Çiftemerdiven mahallesindeki birçok evin de Ermeni taş ustalarının elinden çıktığını biliyoruz yine. Sille’deki taş konaklar da Rumlara ait genelde. Oysa Konya’nın geniş Müslüman ahalisinin yüzyılın başında içinde bulundukları yoksulluk sebebiyle kalıcı nitelik taşıyan böyle yapılara imza atamadıklarını da kestirebiliriz.

Bugün tarihi ve kültürel mirasımızın korunması, teşhiri ile ilgili ne tür sorunlar tespit ediyorsunuz, sizce şehrimizin mevcut bir kültür politikası var mı?

Tarihi ve kültürel mirasımızın korunmasında kati bir politikamızın olmadığını ifade etmeliyiz kesinlikle. Her gün bir tarihi izin yok edildiğine şahit oluyoruz, içimiz acıyor. Birçok tarihi sivil yapı “mail-i indiham” gerekçe gösterilerek yıkıldı, artık Konya’da “kerpiç ev”, “cumbalı konak” vb. aramak boşa. Bırakın tescilsiz yapıları, tescilli yapılar bile neredeyse yıkılıyor. İşte Mevlana Müzesi’nin kuzey duvarları… Yerine 5.5 metre yüksekliğinde, 100 metre uzunluğunda, 12.5 metre Gülbahçe’ye girecek şekilde betonarme bir müze ek binası yapılmak için ortadan kaldırıldı bu taraftaki duvarlar.
Bir kültür politikamız var muhakkak, ancak kurumdan kuruma, kişiden kişiye değişiyor sanırım bu politikanın içeriği. Deyim yerindeyse “kararlı” bir politika değil bu anladığımız kadarıyla. Belki de 1870’lerde surlardan taş çektirerek mevcut vilayet binasını yaptıran Konya Valisi gibi düşünüyor yöneticilerimiz. “Alaaddin Köşkü yıkılıyor!” diye kendisini uyaranlara, “Ne var ki canım”, demiş, “Yaptırırız bir köşk!”
Her işimiz böyle.

Beğen Dergisi
Röportajı gerçekleştiren: 

Bir din sosyoloğu olarak İbn Haldun

Tunus’ta 1332 yılında doğmuş olan İbn Haldun, Kuzey Afrika’da birçok siyasi ve idari görevden sonra  1374 yılında küçük bir kasabaya çekilerek kaleme aldığı ve El-İber adını verdiği Dünya Tarihi eserine giriş olarak tasarladığı Mukaddime adlı kitabıyla tanınır. Mukaddime, İbn Haldun’un kurduğunu söylediği Umran disiplininin de giriş kitabıdır esasen.
İbn Haldun’u bugün öncü bir sosyolog ve bir tarih felsefecisi addetmemizi sağlayan şaheserinde İbn Haldun, hem sağlam bir tarih metodunun nasıl olabileceğini göstermiş, hem de geçmiş ile bugün arasındaki bağların nasıl kurulabileceğine ilişkin düşüncelerini dile getirmiştir. İbn Haldun’a göre ”suyun suya benzemesinden çok hal maziye benzer.” Dolayısıyla vuku bulan herhangi bir olay hiçbir şekilde bağlı olduğu geçmişten, ait olduğu sosyal bağlam ve olgulardan ayrılamaz.
Zarurî, hacî, kemalî
Tarih disiplininde bulduğu eksiklikleri giderecek türden bir disiplin olarak tasarlamıştır Umran’ı İbn Haldun. Böylelikle tarih yazıcılığını geçmişte yaşanmış olayları hikâye etme etkinliğinden çıkarıp onları izah etme imkanını yoklamıştır. İbn Haldun idari ve siyasi hayatı boyunca edindiği gözlemler doğrultusunda hadarilik ile bedevilik olarak belirlediği iki toplumsal hayat tarzını birbirinden ayırır. Ayrıca İbn Haldun’un geliştirdiği asabiyet kavramı da toplumsal bağı izah eden bir kavramdır. Bedevilik ve hadarilik esasen insanların geçim tarzlarına dayalı açıklama modelleri olarak işlev görür İbn Haldun’da. İbn Haldun “bedevi” ve “hadari” kavramlarını ayırmak için “zaruri”, “hacî” ve “kemalî” kavramlarını kullanır. Zaruri, hayatta kalabilmek için gerekli zorunlu ihtiyaçlarını giderilmesinden ibarettir. Hacî ise zaruret arz etmeyen ancak varlığıyla insanı daha da rahat ettirecek, belki de gelecekte ihtiyaç duyulacak şeylerdir. Kemalî gelecekteki ihtiyaçlarını karşılama konusunda belli bir noktaya gelmiş insanların estetik gibi kaygılarla geliştirdiği hususlardır. İbn Haldun’un tasnifine göre bedeviler var olanlar yetinmek zorundadır. Hacî ve Kemalî ile sadece hadariler ilgilenebilir. Geliştirdiği asabiye ve bedevi-hadari ayrımını aracılığıyla İbn Haldun, devletlerin oluşum, yükselme ve çöküş mekanizmalarını da izah eder.
Mukaddime’nin Arapça’dan sonra ilk kez göründüğü dil Türkçe’dir. Avrupalılar, ancak modern çağlarda ünlü tarihçi Hammer’in yazdığı tanıtımla farkına varır bu devasa eserin. Osmanlı fikir adamlarının etkilendiği, yararlandığı; devlet, toplum, tarih ve çöküşle ilgili teorilerini Osmanlı Devleti’ne bazı değişikliklerle de olsa uyarlamaya çalıştıkları bir ilim adamı, bir tarih felsefecisi, bir sosyolog olarak görünür İbn Haldun. Ejder Okumuş’un kaleme aldığı kitap, İbn Haldun’u kaynak olarak kullanan, Kâtip Çelebi’den Naîmâ’ya, Taşköprülüzâde’den Cevdet Paşa’ya çok sayıda Osmanlı düşünürünün İbn Haldun’a ve eseri Mukaddime’ye yaklaşımlarını ele alıyor. İbn Haldun’u bir “din sosyologu” olarak da okuyabileceğimizi düşünen Okumuş, böylelikle onun görüşlerini seküler bir bakış tarzıyla ele alan yaklaşımları da eleştirel bir tutumla tavzih ediyor.

10 Haziran 2017 Cumartesi

Modern düşüncenin dehlizlerinde kutsal

Felsefe ile din arasında özellikle Aydınlanma döneminden bu yana kesifleşen bir kavganın var olduğu söylenir.  Gerçekte bu kavga bazı felsefi yaklaşımlar ile dinin saldırıya açık olan, yani dini ifade etmemize yarayan ve kültürel varoluşunu sağlayan biçimler alanı olarak tanımlayabileceğimiz kutsal simgecilik alanındadır. Felsefecilerin bu çatışmayı başlatırken öncelikle insan aklını arındırmayı, hurafe ve safsatalarla onda oluşması mümkün kirlilikleri temizleyerek ona yine doğal halini kazandırma saikiyle hareket ettikleri düşünülebilir. Fakat dini akla dönük kapsamlı eleştirilerin, düşmanın sadece dışarıda değil, bizatihi insan bilincinin gizeminde bulunduğunu fark etmeleriyle son 300 yıllık süreçte felsefi eleştiri saf aklı dışlayıp atmaya ve bir noktadan sonra da kendi intiharlarına kadar vardı.
Rene Guenon’la has ifadesine kavuşan tradisyonalist ekole fikri yakınlığıyla bilinen Jean Borella, yapısalcılık sonrası felsefi görünümü, “dinsel ruhun ölürken akılcı ruhu da kendisiyle birlikte sürüklemesi” olarak özetliyor.  
Simge sözkonusu olduğunda gelenek ile modernlerin aynı şeyden bahsetmediklerini belirten Borella simgecilik ile metafiziğin bağıntılı noktalarının bulunduğunu ifade ederek, simgenin semantik üçgene, hatta “gösteren-anlam” ikilisine indirgenmesinin ancak onun metafizik boyutunun olumsuzlanmasıyla mümkün olduğuna dikkat çekiyor. Zaten, Borella’nın anlatımına göre, akılcılığın basitliği de şeylerin metafizik vizyonu olan bu zihinsel rölyefi ve simgesel biçimleri barındıran gizemli içsellik boyutunu ortadan kaldırmaktan başka bir şey değildir.
Dini simgecilikler ile Müteal arasındaki bağın anlaşılma, yorumlanma ve eleştirilme şekillerini antik çağdan günümüze kadar uzanan zaman zaman devamlı, zaman zaman kesintili macerayı sistematik bir düşünce tarihi eleştirisiyle ortaya çıkartan Borella, Galilei ve Kopernik’le birlikte fizik paradigmasının; Platon, Aristo, Descartes, Kant ve Hegel ile de felsefi paradigmaların; Sauusure, Humboldt, Wittgenstein gibi düşünürlerle de linguistik, Rousseau ve Marx ile toplumsal, Freud ve Jung ile psikolojik, Feurbach, Foucault ve Derrida ile anlamsal, Levi Sytrauss ile de külürel paradigmanın metafizikten nasıl koparıldığını irdeliyor.
Son derece sistematik ve kapsamlı sorgulamasıyla Borella, modern düşüncenin dehlizlerinde kutsal olanın nasıl boğulmaya çalışıldığını gösteriyor. Ancak kitabın tercümesinin yeterince okunaklı bir dile sahip olmadığını da vurgulayalım.

3 Haziran 2017 Cumartesi

Anadolu, isyan tarihi ve Babailer

Alman imparator I. Friedrich Barbarossa’nın 1191’de Konya’yı işgal edip dört gün Konya’da oyalanmasından 1256’da Moğol Noyan Baycu’nun II. İzzeddin Keykavus’la Sultanhanı’nda gerçekleştirdiği savaşı kazanıp Konya dış surlarındaki 140 burçtan bazılarını yıktırıp şehri işgal etmesine kadar olan 60 yıllık süre, Türkiye Selçukluları devletinin belki de en kudretli dönemini oluşturur. Bu sürecin başında Anadolu üzerinden gerçekleştirilen Haçlı seferlerinin sonuncusu varken sonunda ise Moğol istilası yer alır.
I. Gıyaseddin Keyhüsrev, I. İzzeddin Keykavus, Alaeddin Keykubat, II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve büyük devlet adamı Celaleddin Karatay’ın naibliğinde üç kardeş sultanın iktidarda olduğu 13. yüzyılın ilk yarısı sadece siyasal açıdan değil, toplumsal ve kültürel açılardan da hâlâ tarih araştırmacıları için bakir bir alan mesabesindedir. 13. yüzyıl, gerek ihtişamıyla ilgi çeken ilk yarısı gerekse Moğollar karşısında bozguna uğramış ve vassal pozisyonuna gelinen ikinci yarısıyla Türkiye tarihinin kendisinden sonraki dönemlerine de ışık düşürecek bir dönemi ifade eder. Yüzyılın sonunda 600 yıl yaşayacak büyük bir devletin, Osmanlı devletinin coğrafyanın batı “uc”unda ortaya çıkışı, Türkiye Selçuklularının siyasi, kültürel, ekonomik ve toplumsal mirasını bu devletin sahiplenişini gösterdiği kadar bu mirasın kalıcı niteliklerini de tartışmamızı gerektiriyor.
En önemli kaynaklardan
II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in babası Alaeddin Keykubat’ı zehirletip tahta oturmasının ardından 1239 ila 1241 yılları arasında Anadolu’yu kasıp kavuran Babailer gailesi sonraki dönemlerde yaşanan gelişmeler sebebiyle sadece Türkiye Selçukluları’nın değil, Osmanlılardan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan yaklaşık 700 yıllık sürecin de toplumsal, dini ve siyasi bazda önemli meselelerinden birini gündeme getirir. Babai isyanını “heterodoks” unsurların isyanı olarak düşünülen ve İbn Bibi, Kerimüddin Aksarayi gibi resmi vakanüvislerin kullandığı dilin benimsenerek “peygamberlik iddiası” güttüğü söylenen Baba İlyas-ı Horasani’nin nebiresi (torununun oğlu) Elvan Çelebi’nin kaleme aldığı menakıbname, döneme ait en önemli kaynaklardan birini oluşturmaktadır.
Resmi vakayinamelerin “dinsiz Türkmenler” olarak andığı Baba İlyas ve bağlılarının yaşanan olaylara ilişkin savunmasını içeriyor yazarının verdiği isimle Name-i Kudsi ya da günümüzde yaygın adlandırmasıyla Menakıb-ul Kudsiyye. Anadolu’nun 700 yıllık toplumsal tarihindeki önemli çizgileri araştırmak isteyenler için ilk başvuru kaynaklarından biri bu haliyle menakıbname. Ünlü Osmanlı tarihçisi Aşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi, babasının dedesi Baba İlyas-ı Horasani ve ailenin hayat hikayesini aktaran menakıbnameyi Prof. Dr. Mertol Tulum son derece titiz bir şekilde günümüz Türkçesi’ne aktarmış ve notlandırmış.