31 Ekim 2019 Perşembe

Bir yaşam tarzı olarak tutarsızlık deneyimi

Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin Zerdüşt Böyle Buyurdu kitabının önemli bir pasajında ifade ettiği “Tanrı öldü!” sözünün, modernlikle birlikte yaşadığımız dünyaya dair nihai bir anlam bahşeden, ahlaki tavır ve eylemlere ilişkin nihai hükmü temellendirirken başvurduğumuz ve bu niteliğiyle hepimiz üzerinde bir bağlayıcılığı olan yüce bir mercinin o makamından düşürüldüğü anlamına geldiği sıklıkla söylenir. Nietzsche’nin bu sözünden yola çıkan Martin Heidegger, Gilles Deleuze, Jacques Derrida gibi birçok düşünürün, düşünmenin anlamına dair sorgulamalarına da aşinayızdır. Bütün bu sorgulamaların gösterdiği şeyin ise vaktiyle eşsiz olanın yerine bugün birçok anlamın geçirildiği, önceden tek ve yekpare sayılması gerekli anlamın bu teklik ve katılıktan uzaklaştırılarak binlerce koruyucunun himayesinde bir yapıya dönüştürüldüğünü savlayan yeni kuşak Alman sanat eleştirmeni ve felsefeci Marcus Steinweg, felsefecilerin artık bu türlü koruyucuların korumalarına giremeyecekleri, onlara bel bağlayamayacakları, başvurmayacakları bir fikri kertede düşünce üretimini sürdürmenin gerekliliğiyle hareket ediyor. 
Öznesizleşme
Özellikle “öznesizleşme”, “yanlış anlama” gibi kavramları kullanarak, onların anlamlarını zaman zaman sarihleştirerek, zaman zaman bu kavramları kapsayıp izah ederek ilerleyen aforizma, değini ve yorumlarla bezeli bir kitap Steinweg’in Türkçeye Aşikatlık Dehşeti: Sahte Kesinlikler adıyla çevrilmiş fragmanter eseri. Felsefeyi “felsefe nedir?” sorusuna verilmiş bir cevap olarak tanımlamayı tercih eden Steinweg, bu soruya verilebilecek ilk cevabın ise bir yaşam tarzı olarak tutarsızlık deneyimi olarak gördüğünü de ifade ediyor. Okunması gayet rahat (dolayısıyla günümüzün hız toplumlarına uygun), resimden mimariye, müzikten edebiyata, filozoflardan sanatçılara, gündelik deneyimlerden çetrefilli felsefi konulara dek birçok farklı alanda Pascal’ın bahsettiği türden iki aşırılığa (Pascal’a göre bu aşırılıklardan ilki aklı dışlamak ise ikincisi de bunun zıddına yalınızca aklı kabul etmektir) sapmayan bir temkinlilikle hareket ederek düşünmeye çalışan Steinweg, Hegel’in baykuşunu anarak, ona her bakışımızda onun herhangi bir yüzden yoksun hakikati sayesinde her şimdiyi parçalayan bir şimdinin kuşunu görmemiz gerektiğini savlıyor. Hep bir gecikmişlik, sona ermişlikle malul bir bakışı temsil etmeye görevlendirildiğini bildiğimiz ve bu niteliğiyle Hegel’in andığı Minerva’nın baykuşuna, bir anlamda felsefenin ölüm kuşuna karşı, düşünmenin sadece bu patlamaya hazırlanmak ya da ona şahitlik etmekle sınırlanamayacağını ileri süren Steinweg, düşünmenin haddi zatında sözkonusu patlamayı da gerçekleştirmek olarak görülmesi gerektiğini belirtiyor. 
Sanat ile felsefenin kesişiminde, her iki alandaki en son verimlerden en azami şekilde yararlanan, bu iki alanın da tasavvur edildikleri tarihsel ânın ötesine geçmeye meyyal ve geçen hareketler olduklarını düşünen Steinweg, bir felsefenin anlamının da gerçeklikte ona karşı üretilen direnişin toplamı olduğunu ileri sürmekten çekinmiyor. Kant ve Hegel’den Nietzsche, Derrida, Lacan, Foucault, Jean-Luc Nancy, Badiou gibi düşünürlere, antik tragedyadan Kafka, Bachmann, Schumann, Duchamp, Monet gibi yazar, müzisyen ve ressamlara kadar birçok farklı isim ve tema etrafındaki yorum ve değinileriyle Steinweg gerek çağdaş düşüncenin gerekse çağdaş sanatın yöneldiği mecraları, onlardaki kabul ve redlerin anlamlarını sorguluyor; kitapta yer alan ve her biri ayrı bir başlık taşıyan 191 fragman ve aforizma boyunca böyle yaparak, düşünceyi sadece nesnesini olduğu gibi kavramakla mükellef bir edim olarak görmektense düşünmenin bizatihi kendisinin herhangi bir ideoloji ya da dogmatik yapıya evrilmeksizin mutlak bir özgürlük edimi olmasına imkan sağlayacak şekilde kışkırtıcı bir rol üstleniyor.  

26 Ekim 2019 Cumartesi

Modern çağ öncesi kendini biçimlendirme teknikleri

Yirminci yüzyılın son çeyreğinin en etkin düşünürlerinin başında gelir Michel Foucault. Özellikle Türkçe’ye de çevrilmiş Hapishanenin Doğuşu, Deliliğin Tarihi ile Kelimeler ve Şeyler üçlemesinin çağdaş düşüncenin manzara değişiminde tuttuğu yer büyüktür. Bu eserlerinde bilgi/iktidar olarak tanımladığı kompleksin iktidar ve hükümranlık teknolojilerini bilimsel yaklaşımlar ve “ayrıştırıcı pratikler” üzerinden ele alan Foucault’nun 1981’den 1984’teki ölümüne dek bir insanın nasıl olup da kendini bir özneye dönüştürdüğü sorusuyla daha yakından ilgilendiğini biliyoruz. “Kendilik” konusuna daha 1976’da yazdığı Cinselliğin Tarihi’nin ilk cildinde eğilmeye başlayan Foucault’nun o ciltte konuyu doğrudan ve ana konu olarak ele almadığı da ortadaydı. Onun bu ciltte ilgilendiği konu, hâlâ “cinsellik söyleminin daha çok değer görmesi” problemi etrafında yoğunlaşmıştı. Fakat bu kitabın “Hazların Kullanımı” başlığını taşıyan ikinci cildinde yeni projesinin “cinsellikten çok kendini biçimlendirme teknikleri ve buna benzer şeylerle ilgili sorunlar” etrafında gelişeceğini de söylemeden edemedi. Çünkü cinsellik “sıkıcı” bir konu olarak görünmeye başlamıştı Foucault’ya. Asıl projesi kendiliğin kendisini nasıl bir özne haline getirdiğinin soy kütüğünü çıkarmak olacaktı. 
Bugünkü biz neyiz?
Foucault’nun 1984’teki ölümüyle yarım kalan projesinin kamuoyuna ilk sunuluşu sayılabilir 1982 yılı sonbaharında Vermont Üniversitesi’nde verdiği “Kendini Biçimlendirme Teknikleri” başlıklı seminer. Türkçeye Kendini Bilmek adıyla çevrilen kitap bu seminerin kısmen kayda geçirilmiş bir haline dayanıyor. Seminer metni, Foucault’nun araştırmalarının yöneleceği projenin nihai olmayan taslaklarından biri sayılabilir bu sebeple. Kitabın hazırlayıcıları Luther H. Martin,  Huck Gutman ile Patrick H. Hutton kitaba yazdıkları Giriş yazısında onu bu yeni projenin bir “önsöz”ü addettiklerini belirtiyorlar. Kitapta ayrıca Foucault’nun yine aynı üniversitede kamuya açık verdiği “Bireylerin siyasi Teknolojisi” dersinin metni de yer alıyor. Bu derste Foucault doğrudan Kant’la birlikte ortaya çıktığına inandığı bir soruyla ilgilenir: “Gerçekleşmiş, bilfiil halimizle biz neyiz?”, “Bugünkü biz neyiz?” Ya da başka türlü sorulacak olursa, “tarihsel bir düşünümle kendimize baktığımızda ne durumdayız?” 
Foucault’nun seminer metni altı sunuma dayanıyor. Bu sunumlarda Foucault, Platon’un Alkibiades diyaloguna dayanarak ilk dönem Greklerden Hıristiyanlık dönemine dek kendini biçimlendirme tekniklerinin izini, klasik metinleri inceleyerek sürer. Foucault’un seminerinin belki başka bir katkısı da modern kavramların dayandığı temellerin açığa çıkarılışında görülebilir. 
Kitapta ayrıca aynı seminere katılanların yaptığı katkılara da yer veriliyor. Bu katılımcıların sunumları da “Kendini biçimlendirme teknikleri”nin farklı tarihsel dönemlerde nasıl idelenebileceğine ilişkin. Hutton, Foucault’nun modern çağ öncesi kendini biçimlendirme tekniklerine ilişkin soykütük çalışmasının Freud’un çalışmalarına yeenir bir bakış açısı kazandırdığını ve aynı zamanda Foucault’nun akademik çalışmalarındaki sürekliliğin de besleyici damarı olduğunu vurguluyor. Kitapta ayrıca, “Hayat, İktidar, Kendilik” konuları etrafında Foucault ile yapılan bir söyleşi de yer alıyor. 

17 Ekim 2019 Perşembe

Toplumsal düşüncenin 250 yıldaki değişimi

Özellikle dünyada son 30-40 yıl boyunca iktisadi, sosyal, kültürel ve siyasi alanlarda tartışılan modernlik, postmodernlik, küreselleşme vb. kavram ve süreçlerin, toplumsal cinsiyet ya da etnisite gibi problem alanların hepsini birden tartışmaya imkan sağlayan genel bir kavramsal çerçeve olarak nitelendirilebilir sosyal teori. İlkin 1971’de yaptığı bir çalışmada sosyolojiyi 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bir disiplin olarak sanayi toplumuna tahsis eden Antony Giddens’ın kullandığı biliniyor. Türkçeye Sosyal Teori adıyla çevrilen kitabında, sosyologlara nazaran sosyal teorisyenlerin daha büyük sorular sorup bunlara nesiller boyunca tekrar tekrar döndüklerini kaydeden İngiliz sosyolog William Outwaite, onun tarihini bilim tarihi yerine felsefe tarihine benzetiyor. Akademik disiplinleri birçok bakımdan birbirinden farklı ülkeler gibi ele alabileceğimizi vurgulayan Outwaite, onların değişip durduklarını, ama çoğu kez de sabit kaldıklarını söylüyor. Sosyal teorinin ise daha geniş bir özgür alan olduğunu ve geniş alanlar arasında geçiş ya da ikamet için bir pasaport önerdiğini ifade ederek 19. yüzyılın sonlarından bu yana onun görece daha eski diğer disiplinlere açık ve bir tür “yumuşak emperyalzim” izlediğinin de altını çiziyor. Bu noktada sorduğu ilginç soru şu Outwaite’in: Siyaseti siyaset bilimi, iktisadi süreçleri iktisat çalışırken sosyoloji ve sosyal antropoloji neyi çalışmaktadır? Eğer cevap “toplumsal süreçler” olacaksa Outwaite’in karşı sorusu hazırdır: Peki ama siyasi ve iktisadi süreçler de “toplumsal” değil midir? 
Sosyal teoride süreklilik
Sekiz bölüme ayırdığı kitabında sosyal teorinin gelişim sürecini tartışan Outwaite, ilk bölümde sosyal teorideki sürekliliklere eğiliyor. Kitabının diğer bölümlerinde başta Weber, Simmel, Freud olmak üzere sosyal teorinin çekirdeğinde yer alan isimlere değinen Outwaite, yedinci bölümde ise sosyal teorisyenlerin modern siyaseti açıklama modellerini tartışıyor. Toplumsal olan siyasi olan arasındaki ilişkileri konu edinen bu tartışmayı sosyalist partilerin ABD’de niçin zayıf olduğundan, bu partilerde dahil olmak üzere siyasi partilerin liderlerinin niye üyelerinden bu denli kopuk olduğu gibi  soruları örnek seçerek yürütüyor. Son bölümde sosyal teori tarihinde yakın zamanlara dek ihmal edilmiş sorunlar olarak görülen toplumsal cinsiyet, uluslararası ilişkiler ve savaş, etnisite ve ırk, sömürgecilik, çevre bunalımı gibi konuları ele alıyor. 
Tamamen sosyolojiye indirgenemeyecek yanlarıyla sosyal teoriyi tartışan kitap düşüncedeki süreklilik ve yeniliklerin, paradigma oluşumları ve değişimlerinin de özetini önümüze seriyor. 250 yıla sari toplumsal düşüncenin değişim sürevinie ele alma şekliyle Outwaite, son iki yüzyılın entelektüel, toplumsal, kültürel ve siyasal gündemini de yeniden düşünmemizin önünü açıyor. 

13 Ekim 2019 Pazar

AĞAÇLARIN DİYALEKTİĞİ-I


Bir konuşsan alıçla, iğdeyle
sadece konuşmak istemiştin, kelimesiz, riyasız
tamam, sadece konuş benimle ya da kendinle
bulutlarla konuş, kuşlarla, ağaçlarla, gelmeye yüz tutan güzle
şu karşımızda şırıl şırıl akan ırmakla, mesela gerçekten ırmakla
dünya dediğimizde bir dünya olanla, yalanla ve hatta
adı hayat mı, yalanla onu da adı her neyse, her kimse
ve sadece konuş, açıl ona her zamanki gibi her kimse kim
dünya de sadece: dünya her sabah onca gürbüz hazla
onca dertle dadanıp göğsüne, ister uzak ister yakın çekim

bir adı yoksa ad ver, anlaş yahut anlaşma: budur dünya
hiç anlama ya da hangisi çürütür kalbinin kelimelerini
alelusul ağaran gökyüzü mü bu vakitler ne der, kelimesiz
neyi işaretler sığırcık sürüleri dört dönerek çatıların üstünde
nasıl dans eder yapraklar rüzgarın ritmiyle, riyasız
dans evet, kelimelerden çok yakışandır zira şiire
yaklaşandır epil epil yağmur ve şimşekler çaka çaka

konuşsan benden bir ikindi çıkarıp, bir muştu değil bir muşta
kaderinden sapan görülmemiş, kaderini aşan, kaderini ikiye bölen
kendinle konuşsan, serin başlayan bu sabaha geçer miydi öfken
konuşabilseydin şu alıçların aklıyla, derin idrakiyle şu iğdelerin
konuşsan kelimelersiz, gerçekten toprak ne der, deniz ya da göl
konuşsan benimle ne çıkar bu istiridyeden, bu inci, bu mercan
Konuşsan her şey daha bir gerçek her şey daha bir senden
İtibar, Eylül, 2019

12 Ekim 2019 Cumartesi

Gerçeklikteki tahribatı en iyi sinema gösterir

Modern çağın en gözde sanatlarından biridir sinema. Her sanatta olduğu gibi sinema sanatına has filmlerin de taşıdığı birçok anlam vardır. Daha doğrusu deneyimlediğimiz gerçekliğin yapısı, deneyimlenme şekli vb. hususlardan tutun da bu gerçekliğin bize görünme biçimlerine, bunlar arasındaki koşutluk ya da zıtlık gibi iki ayrı kutupta toparlayabileceğimiz farklılıklara ilişkin gerek estetik, gerek etik, gerekse epistemolojik birçok konuyu ele almaya imkan tanıyabilir filmler. Gerçeklik, özgürlük, adalet, ahlak ve sanat sorunlarına ilişkin sinemanın ürettiği birçok cevabı bazılarımız epey sıradan ve bayağı görse de bazen bu kadar basit ve belirsiz olmayabilir bu cevaplar. 
ABD’de felsefe ve sinema dersleri veren Nathan Andersen, mümkün bir film felsefesini niçin ciddiye almamız gerektiğini ortaya koyuyor Türkçeye Gölge Felsefe olarak çevrilen kitabında. Bunu yaparken kendine Stanley Kubrick’in Otomatik Portakal filmi ile Platon’un Devlet adlı kitabında anlattığı ve belki de felsefe tarihinin en ünlü istiaresi sayılagelen “mağara” istiaresini kullanıyor. Bilindiği gibi istiaresinde Platon eski bir mağaranın derinliklerinde bağlı duran bir grup mahkumu konu edinir. Sonsuza değin, mağarada bulunan ateşin duvarlara düşürdüğü gölgeleri seyretmek zorunda olan mahkumlar gerçeğin bu gölgelerden ibaret olduğunu sanırlar. Bir gün aralarından biri ya da birkaçı bağlarından ve dolayısıyla mağaradan kurtulup çıplak gözle güneşe bakınca ilkin bir körlük yaşasalar da nihayetinde gölgelerin gerçek olmadığını anlarlar. Platon’un İdealar Teorisini açımlamak üzere anlattığı bu istiarenin özellikle sinemada bilim kurgu türü filmlerde sıklıkla kullanıldığına işaret ediyor Andersen. Sözgelimi Matrix, Totall Recall gibi filmlerde gerçeklik ile görünüş arasındaki farklılık ve hatta zıtlık, bu filmlerde kahramanın gerçek zannettiği yaşam dünyasınınbir illüzyondan ibaret olduğunu fark etmesiyle vurgulanır. Bu tür filmlerde açığa çıkan, sinemanın gerçeklikteki tahribatı kolayca göstermesi ve felsefe kitaplarında kuru ve soyut bir dille anlatılan birçok meseleyi ele almada kolaylık sağlamasıdır. Andersen bu yüzden birçok felsefe öğretmeninin de ders anlatımlarında filmleri kullandığını, hatta filmleri kullanmanın kendi başına pedagojik bir değer taşıdığını söylüyor. 
Kaygı uyandırabilmek
Platon’un en önemli felsefi öğretilerini hiç yazmadığına dikkat çeken Andersen, bunları Platon’un paylaşmak istememesinden dolayı değil, onlara yönelten birkaç gösterge dışında bu öğretilerin asla yazılamayacak olduğu için Platon’un sadece heyecan verici ve aydınlatıcı ama sonuçsuz ve eksik kalan konuşmaları resmeden diyalogları kaleme aldığını öne sürerek; zengin gölgeler ve ışık, sessizlik ve ses, imge ve söz etkileşimleri içeren filmlerin de felsefi olduklarını ya da felsefe yapabildiklerini söylemenin tek yolunun dikkatli ve eleştirel izleyicilerin düşüncesinde kaygı uyandırabilmekt en geçtiğini ifade ediyor. 
Kitabında Otomatik Portakal’ı Devlet ile felsefi bir diyaloga sokan Andersen sinema gibi popüler sanat biçimlerinin bile felsefi araştırmayı kışkırtan yanlarının onların gündelik hayatta kanıksadığımız önyargı ve varsayımları irdelememize imkan tanıyan mesafeyi oluşturma kapasitelerine bağlı olduğu sonucuna ulaşıyor. Kitaptaki amacının felsefeyle konuşarak filmleri düşümeye dair bir yaklaşımın ana hatlarını çizmek olduğunu belirten Andersen, herhangi film çalışması ya da felsefe birikimine sahip olunmadan da anlaşılabilecek türden bir eser çıkarıyor ortaya. Otomatik Portakal’ın yakın okumasını ve Devlet’in içerdiği ana temaların tanıtıcı bir açıklamasını içeren kitap gerek sinema felsefesiyle yakından ilgilenen uzmanlara gerekse de Platon ve Stanley Kubrick severlere ilgi çekici bir bakış açısı sunuyor. Kitaba ayrıca önerilen filmler, ek okumalar, isim, terim ve kavramlar sözlükleri ile birlikte kitaba Platon’un Devlet’inin bir özeti de eklenmiş.

3 Ekim 2019 Perşembe

Varlığın kalbindeki aşk: Yunus divanı nasıl okunmalı?

1980'lerin sonu ile 1990'ların başlarındaki "radikal İslamcı" gençlerin en gözde tartışma konusuydu "halka inme" meselesi. Artık bu konuyu tartışmaktan sıkıldıkları besbelli 3-5 İslamcı gencin şu girişimleri de fıkra gibi anlatılırdı: Bu tartışmalardan feyz alan 3-5 genç hep birlikte bir şehrimizin dağ köylerinden birine gidip halkımıza gerçekleri anlatma, onları siyasi açıdan bilinçlendirme kararı alırlar. Köye varırlar. Köylüler; dilleri şahadetli, sineleri imanlı bu gençleri bağrına basar, "Gençler gelmiş, bize dinimizi anlatacaklar" deyip köyün camisine toplanırlar. Tanışma ve hoş beş faslından sonra köydeki iktiyarlardan biri söz alır ve bombayı patlatır: "Hoş geldiniz, safa getirdiniz. Haydi bize bir ilahi söyleyin de dinleyelim!" Gençlerin lideri, önce sağındaki arkadaşına bakar, sonra solundakine. Gruptaki gençlerden hiçbiri bir ilahi bilmemektedir. Bunun üzerine başlar bildiği şarkıyı söylemeye: "Seheryeli çık dağlara/Allah Allah/ Güneş topla benim için/Haber ilet dört diyara/Allah Allah/Güneş topla benim için." Bu fıkranın meramı ve manası bellidir: Müslüman gençler, siyaset uğruna halk ile aralarındaki gönül bağının önemli bir kısmını yitireyazmışlardır. O gönül bağının en önemli urganı ise elbette Yunus Emre şiirleri, daha doğrusu ilahileridir bize kalırsa.
Yunus Emre divanını her okuyuşumda bir şekilde bu fıkrayı hatırlar ve gülümserim kendi kendime. Türkçe'nin yaşayan ruhudur bu divanda yer alan şiirler ya da teknik tabiriyle ilahiler. Halktan seçkin tabakalara kadar hemen herkesin bir şekilde diline yerleşmiş birçok söz ve ifade kalıbının ilk kullanımına rastlarsınız bu ilahilerde. Halkın genelinin ilahi olarak bilip söyledikleri de hemen her zmana Yunus Emre'ye ait şiirlerdir. Yaklaşık 700 yıl önce bu topraklarda söylenmiş şiirleri muhtevidir Yunus Emre divanı. Öyle bir derviş ve şairdir ki Yunus Emre, gerek kullandığı kelimeler ve ifade kalıpları, gerekse bu kelime ve ifade kalıplarına yüklediği anlamlar ve mecazlar Türkçe’nin edebi bir dil haline dönüşmesinde önemli bir merhale sayılır. Süleyman Şeyhi, İsmail Hakkı Bursevi gibi müellifler bu hususu tastamam teslim ederler. Yunus'un Batı Türkçesi'ne getirdiği ses ve kelimelere yüklediği taze anlam ilahilerinin asırlarca okunup günümüze gelmesinin de belki en önemli sebebidir.
Yunus Emre'yi, Tanpınar'ın deyişiyle "vakitsiz bastıran kar fırtınası altında kalmış baharlara benzeyen" Selçuklu rönesansının son demlerine yetişmiş bir gönül adamı saymak yanlış olmasa gerektir. Muhyiddin Arabi, Evhadüddin Kirmani, Ahi Evren, el-Kadı et-Tirmizi, Mevlana Celaleddin Rumi, Sadreddin Konevi, Siracüddin Urmevi, Necmeddin Daye, Kadı İzzeddin, Kutbuddin Şirazi, Şihabüddin Sühreverdi el-Maktul ve Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi gibi birçok ilim ve irfan büyüğünü görmüş Anadolu topraklarında gezinen bu gönül adamı Moğollar'ın Anadolu'daki varlığının en şedit dönemlerini de yaşamıştır. Onun hayatından günümüze gelen birçok menkıbe Moğol zulmünün dehşetengiz izlerini kısmen de olsa barındırır.
Yunus Emre'nin menkabevi hayatı konusunda Uzun Firdevsi’nin Vilayetname-i Hacı Bektaş-ı Veli’de yazdıkları birçok araştırmacıya yol göstermiştir. Aziz Mahmud Hüdayi’nin, şeyhi Üftade’nin sohbetlerinden derlediği Vaḳıat’ta yazdıkları da Firdevsi'nin eserinde eksik kalan noktaları tamamlar görünmektedir. Moğolların Anadolu'yu işgalindne hemen önce 1238'de Sivrihisar'a bağlı Sarıköy'de doğduğu genel bir kabuldür. Ölüm yeri üzerinde ise epey bir tartışma mevcuttur. Eskişehir, Kırşehir ve Karaman etrafında süregelen bu tartışmalar, onun ilahilerine ilişkin bize ek bir yorumlama gücü kazandıracak değilse de Mustafa Tatçı hocanın oluştuğunu söylediği şu genel kanaat bu konuda paylaşılabilir: "Yunus, Orta Anadolu’da Sakarya nehri çevresinde bir yerde doğmuş ve Nallıhan’a yakın Emrem Sultan’daki zâviyede Tapduk Emre Dergâhı’nda yaşamıştır. Sarıköy’deki arazisini zâviyeye bağışlamış, ölümünden bir süre önce Karaman’da arazi satın almıştır." Ona atfedilen makamların bulunduğu yerler listesine bakılırsa Anadolu'nun tamamına yayıldığı da görülebilir: Karaman, Aksaray Ortaköy, Bursa, Manisa Kula Emresultan köyü, Erzurum Dutçu köyü, Isparta Keçiborlu, Afyon Sandıklı, Ankara Nallıhan Emremsultan köyü, Ünye ve Sivas.
Yunus Emre Divanı'nda tespit edilen şiir sayısı 417'dir. Bunlardan 138’i aruz, diğerleri ise hece veznindedir. Aruz veznine sahip şiirlerde bazı vezin kuruları varsa da bunu Tatçı hoca, "o devirde veznin henüz yeterince işlenmemiş" olmasına bağlamaktadır. Yunus Emre, söyledği şiirlere bakılarak kolayca halk ya da divan şairi olarak tasnif etmek de zordur. Gazel şiirine hece veznini uyguladığı birçok şiiri vardır. Kafiye Yunus Emre'nin ilahilerinde bir 'ses estetiği' olarak mevcuttur ve genelde 'kulak kafiyesi' denebilecek bir usule başvurur.
Şiirlerinden yola çıkan birçok farklı yorum onu bazen "panteist", "mistik" veya "hümanist" görüşlere sahip ya da bu görüşleri taşıyanlara yakın kabul etse de bütün bu düşünceleri "aşırı yorum" saymakta pek bir beis yoktur. Onun şiirlerinde dile gelen anlayış, doğrusunu söylemek gerekirse, İslam tasavvufu üzeredir. Yunus'un esasen bir şairlik iddiası da yoktur. İlahilerinde sürekli çeşitli aşk hallerine düşer, bunları terennüm eder. “Bir zerre aşkı olmayan belli bilin yabandadır”, “Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer” gibi dizelerden de fark edilebileceği üzere aşk onun için insanı ilahi fakra ve tevhide eriştirmede bir yoldur. "Aşk gelicek, cümle eksikler biter" diyen Yunus için aşk, kuldaki eksiklikleri tamamlar, onu Hakk’a layık  hale dönüştürür. Bu anlamda Yunus'ta aşk varolmanın da özüne tekabül eder.
Yunus Emre'ye "panteizm" atfedenlerin yanıldığı nokta onun şiirlerinde dile gelen düşünceye göre mutlak varlık Allah'tır. Diğer her şey Hakk’ın esma, ef‘al ve sıfatlarının tecellisidir. Bu anlamda Hakk'tan gayrı olanın kendine ait müstakil bir varlığı bile yoktur. Varolanlara Hakk'tan gayrı bağımsız bir varlık nisbet etmek insanı şirke götürür. "Varlık çün sefer kıldı/Dost andan bize geldi", "Benden benliğim gitti hep mülkümü dost tuttu" vb. dizeleri bu veçheden yorumlamak uygun düşer çoğu kez.
Cins, Eylül 2019

2 Ekim 2019 Çarşamba

Her yönüyle İran yaptırımları

Amerika Birleşik Devletleri’nin Donald Trump döneminde önce nükleer anlaşmadan çekilmesi ve ardından İran’a Obama döneminden kalan bir silahı, ticaret ambargosunu bu kez yenileyerek ve daha da sertleştirip güçlendirerek yeniden uygulamaya koyması uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcı olarak görülebilir. Başta Türkiye olmak üzere gerek bölgedeki gerekse dünyadaki birçok ülkeyi yakından ilgilendiren İran yaptırımları sadece Washington-Tahran ilişkilerini değil, ilgili diğer aktörlerin de ilişkilerini derinden etkileyecek bir boyutta görünüyor. Trump yönetiminin hukuksuzca nükleer anlaşmadan çekilmesinin akabinde uygulamaya koyduğu bu yaptırımlar aynı zamanda Tahran yönetiminin de daha giderek radikalleşmesine yol açtığı gibi uluslararası alanda yeni güç politikalarının da şekillenmeye başladığını gösteriyor. 
Yeni bloklaşmalar 
Kemal İnat ile Burhanettin Duran’ın birlikte hazırladığı İran Yaptırımları kitabı bu gerginlikle Trump yönetiminin neleri amaçladığını, bu gerginlikten çeşitli düzeylerde doğrudan etkilenen ülkelerin verdiği tepkileri ve meselenin hukuki boyutlarını enine boyuna ele alan yazıları bir araya getiriyor. Bu yanıyla kitap yaşanan kriz ve gerginliğin Ortadoğu’ya, dünya ve Türkiye’ye etkilerini ele alarak ülkemizdeki dış politika yapımcılarına ve araştırmacılara yardımcı olma amacı da taşıyor. Krizin bölgesel ve küresel yansımalarını ele alan ilk bölümdeki makale Kemal İnat ile Burhanettin Duran’a ait. İran’ın petrol ihraç etme kabiliyetini sona erdirmeyi hedefleyen yaptırımların Ortadoğu ve dünya ülkeleriyle birlikte Türkiye’ye verdiği ekonomik zararı kapsamlı bir şekilde ortaya seren makalelerinde İnat ve Duran, ABD’nin orta ve uzun vadede bu yaptırımlara dayalı güç politikasının başarısız olacağı ve ABD’ye karşı yeni bloklaşmaların oluşmasını tetikleyeceği öngörüsünde bulunuyorlar. 
Kitabın ikinci bölümünde ise yaptırımların hukuksal ve kavramsal çerçevesini irdeleyen yazılara yer veriliyor. Şerif Dilek, Neyire Akpınarlı, Hamideh Debbani Nejad ve Hasan Yücel yazılarında uluslararası ilişkilerde yaptırım kavramını, yaptırımların uluslararası hukuk ve Amerikan iç hukuku boyutunu ele alıyorlar. ABD’nin İran’a dönük yaptırım politikasının oluşum aşamalarını ve aktörlerini ise Kılıç Buğra Kanat ve Büşra Zeynep Özdemir kitabın üçüncü bölümünde kapsamlı bir şekilde ele alıyor. Yaptırımların Ortadoğu ülkeleri üzerindeki etkileri, bu ülkelerin verdikleri tepkiler, Rusya, Çin, Hindistan, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi küresel aktörlerin yaptırımlara yönelik politikaları da kitapta birbirinden bağımsız makalelere konu ediliyor. Yaptırımların Türkiye’ye etkisine kitapta bağımsız bir bölüm ayrılarak Ankara-Tahran enerji ilişkileri ile yaptırımların genel olarak Türk ekonomisine etkileri detaylıca işleniyor. Kitabın son bölümünde ise yaptırımların İran ekonomisi ve siyaseti üzerindeki etkileri de ortaya çıkarılıyor. 
Hali hazırda yaptırımlardan bunalmış durumdaki İran’ın hem kendisine uygulanan cendereden kurtulma hem de başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerine gözdağı verme amacı güttüğü muhtemel Aramco saldırısıyla birlikte İran’a yönelik uygulanan yaptırımların bölgeyi barut fıçısına çevirdiği vurgulanmalı. Uygulanan yaptırımlar neticesinde Nisan 2018’de 2, 61 milyon varil ham petrol ihraç eden İran’ın bu ihracat seviyesinin tahminen günlük 400-600 bin varile dek indiği düşünülebilir. İran’ı dünyadan hem iktisadi hem siyasi bakımdan soyutlamaya çalışan ABD’nin bu hamleleri askeri çatışma ihtimalini de artırmaktadır.