27 Kasım 2019 Çarşamba

Osmanlı Devleti’nin ‘kuruluş sarmalı’

Birinci Dünya Savaşı sonrası yıkılan bir devlet Osmanlı Devleti. Buna karşın Herbert A. Gibbons’ın 1916’da yazdığı Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu başlıklı kitapla birlikte başlayan modern Osmanlı tarihyazımında hâlâ devam edegelen bir sorun olarak görülür coğrafyasında 600 yıl hükümferma olmuş bu devletin kuruluşu. Popüler muhayyiledeki çeşitli anlatıların yanısıra Herbert A. Gibbons’tan itibaren Friedrich Giese, George Arkanis, Paul Wittek, Fuad Köprülü, Ömer Lütfi Barkan, Mustafa Akdağ, Ernest Werner, Halil İnalcık, Paul Rudi Lindner, Beldiceanu’lar, Ferudun Emecen, Cemal Kafadar, İrene Melikoff, Ahmet Yaşar Ocak, Zeki Velidi Togan, Colin Imber ve daha birçok araştırmacı-tarihçinin farklı şekil ve düzeylerde katkı verdiği, kimisinin katkısının ana tezler düzeyinde olduğu, kimisinin ise bu ana tezlerin geliştirilmesine imkan sağlayan detaylarda katkıda bulunduğu bir problematik  alana işaret eder aslında Osmanlı Devleti’nin nasıl kurulduğu sorusu.
Kendine özgülük
Biliyoruz ki şimdiye dek Osmanlı devletinin nasıl kurulduğunu açıklamaya çalışan birçok varsayım geliştirilmiştir. Ancak, Osmanlı devletinin kuruluşunu kendine özgü bir varsayımla ve bütüncül bir şekilde anlatmaya kalkışan araştırmacılarda anlatının kendisi ile yaslandığı varsayım arasında iddia edilen bütüncüllüğü taşıyamayacak türden gevşek bağlar olduğu da görülür problematikteki daha küçük meselelere odaklanan çalışmalar aracılığıyla. Ahmet Demirhan, doktora tezinin kitaplaşmış hali olan Kuruluş Sarmalından Kurtulmak başlıklı eserinde Osmanlı’nın kuruluş sorununun bizatihi kendisinin bir sorun olduğunu, bu sorunun da sosyolojik bakımdan “kuruluş sarmalı” olarak adlandırılabileceğini göstermeye çalışıyor.
Kuruluş varsayımları
Bu sarmal içinde yer alan, Osmanlı’nın özellikle ilk dönemine ait elde bulunan kaynaklara ve bu kaynaklardaki “tahayyül”e göre yorumlanan bir “kuruluş”unu açıklama çabasına sahip varsayım dizileriyle hareket eden hemen bütün araştırmacıların zaten kurulmuş olanı muhafaza etmek adına Osmanlı devletini kurmaya çalıştığını öne süren Demirhan, zaten kurulmuş bir Osmanlı ‘kuruluş’ varsayımlar sarmalının içindeki kurucu ögeleri birlikte okuyarak bir değerlendirmeye girişiyor. Kitabının özellikle ilk dört bölümünde Osmanlı devletinin kuruluşuna dair varsayımların kuruluşu aslında dışarıdan kurduğunu özellikle bu varsayımlara yaslanarak kendi kuruluş anlatılarını yazan araştırmacılara yönelik doğrudan onların varsayımlarını işleterek bu anlatılarda dile getirilen iddiaları hakimiyet telakkileri bakımından yapıbozumcu bir tarzda okuyor. 
Bu okumalar dolayısıyla çalışmasında “heterodoksi-ortodoksi”, “örfi-şer’i”, “göçebe-yerleşik”, “yönetici imgeleri”, nizam-ı alem telakkileri vb. Osmanlı tarihyazımlarında sık sık karşımıza çıkan birçok kavramsal şemayı da yerinden eden bakış açısıyla Demirhan’ın çalışması henüz sona ermemiş, kafalarda oluşturduğu sorulara cevap vermemiş, daha kısadan söylemek gerekirse bitmemiş bir çalışma olarak görülebilir. Kuruluş sarmalından kurtulabilmeyi mümkün kılacak herhangi bir öneri de getirmiyor Demirhan. Yine de politik teolojinin ve sosyolojinin kazandırdığı bakış açısıyla hareket eden Demirhan, Osmanlı tarihyazımlarına hâkim hataları göstermesi bakımından eserinin son derece değerli olduğunu vurgulamalıyız. Özellikle Sonuç bölümünde neredeyse sayfa başına 3 dizgi hatası ile kitabı okumak epey müşkil bir hale dönüşüyorsa da kitabın değeri eleştirdiği tezleri ele alma, işleme ve eleştirme tarzından ötürü ışıyor.

20 Kasım 2019 Çarşamba

Rousseau bile isteye ihmal edildi

Fransız Devrimi birçok bakımdan modern zamanların en önemli olayı olarak görülür. Bir bakışa göre iyi siyasi topluluğun kurulmasına ilişkin umut Fransız devrimiyle birlikte tarih boyunca taşıdığı istisnai pozisyondan çıkarak kurallaşmış, modern siyasal düşünceler ile ütopyaların beslendiği en önemli esin kaynaklarından biri olmuştur. Fransız Devrimi’nin ilham kaynağının Jean-Jacoues Rousseau olduğu, onun düşüncelerinin bir ölçüde devrim öncesi koşulları devrime hazırladığı ileri sürülür. Diğer yandan anayasal metinlerden operaya, romandan duaya, mensur şiirlerden mektuba kadar çok farklı türlerde eserler vermiş; edebi, felsefi, siyasal, toplumsal ve dini görüşleriyle de birçok modern zihni etkisi altına almış Aydınlanma dönemi Fransız felsefecilerinin en önemlisi sayılabilir Rousseau. 
Köleleştiren zincirler
Ünlü Alman filozof Kant onun Emilie ya da Eğitim Üzerine adlı kitabının yazılmasını en az Fransız Devrimi kadar önemli bulurken, Fransız Devrimi’nin liderlerinden Robespierre’in İtiraflar’ı göğsünde taşıdığı, devrimin ilk günlerinde Jean-Paul Marat’ın halk yığınlarına Toplum Sözleşmesi’nden pasajlar okuduğu da aktarılır. Bu haseple Voltaire ile birlikte düşünceleriyle Fransız Devrimi’ni etkilediği öne sürülen Rousseau’nun akılla duygu, devrim ile karşıdevrim, rasyonalizmle romantizm, antikçağla modernlik, pastoralle toplumsal, mahremle kamusal arasında dönüp duran bir külliyata imza attığı; kendini hakikati, benliği ve insanlığı bilmeye adadığı; kırılgan ve ıstırap dolu ve hassas bir arayış içinde olduğu da düşünülebilir. 
 Rousseau’ya ait külliyatın Türkçeye eksik çevrildiğini, bu çevirilerin çoğunun da özensiz olduğunu, hatta Rousseau’nun bile isteye ‘ihmal’ edildiğini söylüyor onun edebi ve siyasi tahayyülünü birlikte soruşturdukları Trajik Hissiyat Ütopik Siyaset adını taşıyan ortak kitaplarında Fatma ve Koray Tütüncü. Onlara göre Rousseau “benliğin ve insanlığın bitmek bilmeyen arzularını, hayal kırıklıklarını, yanlış yollara sapışlarını yüreğinde hisseder.” Bu hissedişe trajik sıfatını uygun bulan Fatma ve Koray Tütüncü, Rousseau’nun kendini bilmenin yüceliğini, iyimserliğini ve imkanlarını tanıdığına, insanı özgürlüğe yazgılı addettiğine, insanı köleleştiren zincirleri yine insanı kıracağının farkında olduğuna kanidirler. Bunu da ütopik siyasetin yolu sayıyorlar. Ütopik siyaset bir umudun adı müelliflere göre, teker teker ama hep birlikte özgür, eşit ve kardeşçe yaşamanın, iyilik ve adaleti aramanın tükenmez umudu. 
Akıl, duygu ve siyaset arasındaki ilişkinin yeniden harmanlanmasının kaçınılmaz bir hale geldiğini ileri süren Fatma ve Koray Tütüncü bu harmanlanmanın Rousseau’nun külliyatı üzerinden olmasının gerekli olduğunu da ileri sürüyor. Hem modernliğin hem modernlik karşıtlığının kurucu söylemlerinin birçoğuna kaynaklık etmiş bu külliyatın detaylı bir okumasını benlik, mahremiyet, aleniyet, trajedi, altın çağ arayışı gibi çeşitli ve bir biçimde birbiriyle ilişkili temalar üzerinden gerçekleştiriyorlar. Rousseau’nun yanlış okumaları arasında gördükleri Isaiah Berlin, Robert Nisbet gibi liberallere yönelik kapsamlı eleştirilere de yer veren, bununla birlikte sol siyasi geleneğin de Rousseau’nun külliyatının hakkını tam olarak veremediğini düşünen Fatma ve Koray Tütüncü, Althusser, Foucault ve Derrida’yı da eleştirilerinin kapsamına dahil ederler. Rousseau’nun külliyatının kolaycı ve taraflı söylemlere indirgenemeyecek bir zenginlik ve özgünlük taşıdığını Fatma ve Koray Tütüncü hem Rousseau okumalarındaki yanlışları bulup çıkarıyor hem de onu yeniden düşünmenin bir yolunu bize göstermeye çalışıyorlar kitap boyunca. 

14 Kasım 2019 Perşembe

Fatih ile Başakşehir’deki dönüşüm ritimleri

Modernleşme sürecindeki Türkiye’nin en hareketli toplumsal katmanlarından birini oluşturduğu düşünülen muhafazakâr-dindar kesimlerin 1950’li yıllardan bu yana geçirdikleri sosyolojik dönüşümlerin önemli bir kertesi olarak AK Partili yıllar da sık sık konu edilir. Özellikle farklı disiplinlerde Batıcı, modernist, elit olduğu varsayılan zümrelerle muhafazakâr-dindar kitleler arasındaki ayrımı konu edinen çalışmalar vardır. Edebiyattan sosyoloji ve siyaset bilimine dek bu iki toplumsal kesit arasındaki farklılaşmayı ele alan birçok eser vardır. Doğrudan Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanında resmettiği farklılaşmayı Cumhuriyetçi kültürün en önemli mülkü sayanlar olduğu gibi Türkiye’deki toplumsal değişim ve dönüşümün ana muharriki olarak bu kesitler arasındaki çatışmayı siyasal veya sosyal açıdan olumlu yahut olumsuz olarak değerlendiren birçok esere de rastlanabilir. 
Fatih-Başakşehir adlı kitabında muhafazakarların şehir ortamlarındaki dönüşümünü konu edinen sosyolog İrfan Özet, bu dönüşümü 21. yüzyılın başlarından itibaren muhafazakarların yeni egemen blok olarak ortaya çıkışlarıyla da ilişkilendirerek kavramaya çalışıyor. Laik seçkinlerin egemen olduğu dönemlerde “adalet”, “eşitlik” ve “özgürlük” temaları etrafında gelişen bir dizi taleple dinamizmlerini sergileyen muhafazakarların, günümüzde siyasal ve toplumsal boyutlarda yakaladıkları iktidar dolayısıyla merkezileşme eğilimine girdiklerini ileri süren Özet, böylelikle alıştığımız muhafazakarlık anlatısının da tersine dönmeye başladığını tespit ediyor. Ona göre, muhafazakar kamunun temel refleksleri önceden olduğu gibi değişimci ve hareketli bir sosyolojik tabana dayanmaktan giderek uzaklaşarak, egemen topluluklara özgü zihniyet ve davranış kalıplarına bürünüyor. Değişimci sosyolojinin aşınması ve muhafazakar repertuarda korumacı ve tekelleştirmeci eğilimlere daha sık rastlanmasının izlerini muhafazakarlığın şehirli boyutlarında yakalamanın daha kolay olduğu inancıyla İstanbul’da muhafazakarlığın sembolik mekanları olarak algılanagelen Fatih ve Başakşehir ilçelerindeki gündelik hayat pratiklerinde yaşanan değişimleri irdelemeyi amaçlayan Özet, analizine temel olarak ise Weberci “sosyal kapanma” kavramı ile Bourdieu’nun sosyolojik analizinin temel kavramlarından olan habitus dönüşümünü benimsiyor. 
Sosyal kapanma
Böylelikle araştırmasının temel odağına “kentli muhafazakarların dayanışmadan dışlamaya uzanan sosyal kapanma süreçlerinden hareketle habitus dönüşümü”nü yerleştiren Özet, araştırmasına referans aldığı kavram setlerinin, topluluğun dönüşümlerini süreç sosyolojisi bağlamında açıklayabileceğini düşünmektedir. Araştırması için Fatih ve Başakşehir ilçelerinde gerçekleştirdiği 71 bireysel-derinlemesine görüşmeyi baz seçen Özet, 2000’lere gelene dek toplumsal refah ve iktidardan pay alamayan İslami habitusun şehirli formunun kendisini sınıfsal bakımdan değil, daha çok kültüralist boyutlarda sergilediğini düşünür. 2000’lerden sonra ise yaşanan tam bir habitus dönüşümüdür. Bu dönüşümün en yalın ifade alanı ise “dışlayıcı kapanma” pratiklerinin artan hacmidir. Özet’e kalırsa, yakalanan toplumsal ve siyasal iktidarla birlikte muhafazakar dayanışmanın rasyonalitesi de dönüşmüştür: Artık dayanışma ağları içerisinde yer alan en temel motivasyon kaynakları “kamusal alanda tanınma” ve “prestij kazanma” gibi stratejilerdir. Dayanışma üretimlerinin geleneksel-informel düzeyden kurumsal-formel düzeye doğru aktığını tespit eden Özet, bu durumu da yaşanan dönüşümün başka bir halkası sayar. 

7 Kasım 2019 Perşembe

Türklerin 4 bin yıllık kültür tarihi

Kültür genellikle insanların fikir, inanç ve duygu etkinlikleri sonucunda ortaya çıkan değerler bütününü tarif için kullanılır. Bu tarif içinde kültür beşeri bir üretimdir, karmaşık bir bütün olarak görünür, hareket halindeyken yoluna çıkan herkesi de bir şekilde ihata etmeyi başarır. Modern Türk düşünce tarihinin kurucu figürleri arasında önemli bir yere sahip addedebileceğimiz Ziya Gökalp, kültürü “Bir medeniyetin her millette aldığı hususi şekil” sayarak, milli kültürü de “Yalnız bir milletin dinî, ahlakî, aklî, estetik, lisanî, iktisad’i ve fennî hayatlarının ahenkli bir bütünü” olarak niteler. Medeniyet ile kültür arasında yapılan ve büyük ölçüde evrenselliği medeniyete, tikelliği ise kültüre hasreden ayrım çağdaş Türk düşüncesinin handiyse mütearifeleri arasında yer alır. Buna göre bir medeniyet sayısız milletin eseri olabilir. Bu anlamda medeniyetin milliyeti, dini ve coğrafyasının olmadığı da sık sık ileri sürülür. Her medeniyette her milletin ve her kültürün bir katkısı vardır bu ayrımı yapanlara göre, bu yüzden de medeniyet insanlığın ortak mirası iken kültürler her millete özeldir. 
Hunlardan Türkiye Cumhuriyeti’ne, Orhun-Selenge ırmaklarından Tuna Nekri’ne, İtil Nehri’nden Nil Nehri’ne kadar uzanan tarihi-coğrafi geniş alanda Türk tarihini ve kültürünü irdeleyen Hava Selçuk, Türk Kültür Tarihine Dair Notlar adlı kapsamlı eserinde bu coğrafyalarda birden fazla devlet kuran Türklerin dört bin yıllık tarihi serüveninden günümüze kadar gelen, varlığını kaybetmeyen, fakat bazı küçük değişikliklerle mevcudiyetini koruyan kültürel yapıları açığa çıkarmaya çalışıyor. 15 bölümden oluşan kitabında İskitlerden Türkiye ve Türk Cumhuriyetlerine değin bir milleti millet kılan değerler bütününü inceleyen Selçuk, sosyal yapıdan dini hayata, idari yapılar ve geleneklerden nazar inancına, ağaç, su ve yer kültlerine, renkler, alfabeler, takvimler, bayramlar ve ölüm ile ilgili ritüellerden ordu, şehircilik, sayılar, destanlar gibi konulara dek birçok konuyu tarihi süreç içinde ele alıyor. 
Kültür alemleri 
Türklerin içinde yaşadığı ve devlet kurduğu belli başlı kültür alemlerini Avrupa (Batı) kültür alemi, Slav-Rus kültür alemi, İslam kültür alemi, Şark (Doğu) kültür alemi olmak üzere dört kategoride ele alan Selçuk, Türklerin devlet kurduğu coğrafyaları da Uluğ Türkistan, Hazar Bölgesi, Deşt-i Kıpçak, İran bölgesi, Mısır, Hindistan, Balkanlar, Anadolu ve Suriye-Irak bölgesi olarak sıralıyor. Kitabında bu dokuz coğrafyada kurulan tüm Türk devletlerinin adlarına ve hüküm sürdükleri tarih dilimlerine de yer veren Selçuk bu devletlerde geçerliliği sürdüren siyasi hakimiyet telakkilerini ve idari yapıları da ayrı bir bölümde derinlemesine irdeliyor. 
Dili sade ve anlaşılır
Kitabında ağır ve ağdalı bir akademik dil yerine daha sade ve anlaşılabilir bir üslup benimseyen Selçuk, Türk tarih yazımına kaynaklık eden ve aralarında Orhun Abideleri, Codex Cumanicus gibi anıt, sözlük, seyahatname, siyasetname ya da vakayinamenin de bulunduğu onbir eser ile Türk kültür ve tarihine hizmet ettiğini düşündüğü ve aralarında Şeyh Şamil’den Yusuf Akçura’ya, Sultan Galiyev’den Rauf Denktaş’a, Enver Paşa’dan Cengiz Aytmatıv’a ilginç şahsiyetlerin de bulunduğu 14 şahsın hayatı ve faaliyetlerine de kitabında kısa da olsa değiniyor. 

2 Kasım 2019 Cumartesi

Benliği Bölen Aşk: İbn Hazm ve Güvercin Gerdanlığı



İbn Hazm ve Zahirilik

İslam medeniyetinin altın çağı olarak olarak kabul edilen 9 ve 10. yüzyıllarda yaşamış ilim adamları arasında İbn Hazm gerek üretimi gerekse hayatıyla en ilginç isimlerden biridir. İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam Malik ile özdeşleştirebileceğimiz ehl-i rey'e yönelik şiddetli eleştirilerin  Zahirilik mezhebinin en bilinen sistematik savunucusudur. Zahirilik, fıkıhta reye ne ölçüde yer verileceği tartışması sonucu ortaya çıkmış bir fıkıh ekolüdür. İlke olarak nassların zahiri ve hatta sözlük anlamlarına tutunmasıyla temayüz eden Zahiri yaklaşım nassların illetleri ya da maslahatları çerçevesinde kıyasa başvurulmasına ise şiddetle karşı çıkar. Zahirilik nasslardaki zahir anlamı asla aşmamaya dikkat ederler. Zahirilerin "neyin söylendiğine" önem verdiklerini, "neyin söylenmek istendiği"ne ise ancak neyin söylendiğini tamamen açığa çıkarmak üzere başvurduklarını da kaydetmek gerekir. Sözgelimi “Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a razı oldum” ayetinden hareket eden İbn Hazm, rey, talil ve kıyas gibi fıkıh usulünde hükmün istinbat edileceği delili oluşturmada başvurulan yol ve yöntemlere başvurmayı dine ek yapma şeklinde anlayıp şiddetle reddeder. Malikiliğin en yaygın mezhep olduğu Endülüs'te dünyaya gelen İbn Hazm'ın hayatındaki birçok zorluğun sebebi de savunduğu bu görüşlerden kaynaklanır. İbn Hazm'a dek Endülüs'te kesin bir varlık gösteremeyen Zahirilik onun sistematikleştirmesi neticesi güçlenir. Ama bu da yaklaşık bin alimden sadece 20'sinin Zahiri olması türünden bir güçlenmedir.

400 eserden sadece 30'u elimizde
Kendine ait bir mektuba binaen 7 Kasım 994'de, Ramazan Bayramı arifesinde Kurtuba’nın doğu kesiminde dünyaya geldiğini bildiğimiz İbn Hazm'ın hayatı boyunca 400 esere baliğ yaklaşık 80 bin sayfa yazmış olduğu belirtilir. Bunca veludiyetine karşın, ondan günümüze ulaşan eser sayısının 30 kadar olması da dikkat çekicidir. 400 eserden sadece 30'unun günümüze kadar gelmesine ana sebebi İbn Hazm'ın eserlerinin sık sık yakılması olsa gerek. Bazı şarkiyatçılara göre, ailesi yakın zamanda Müslüman olmuş İspanyol Hıristiyanlarından iken birçok Tabakat müellifi, atalarından İslamiyet’i ilk kabul eden kişinin Yezid b. Ebu Süfyan’ın azatlı kölesi Yezid olduğunu belirtir. Babasının Endülüs Emevileri'nde vezirlik yapmış biri ve Endülüs'ün sayılı zenginlerinden olması hasebiyle hayatının ilk döneminde son derece aristokrat ve kültürlü bir çevrede müreffeh bir şekilde yaşadığını bildiğimiz İbn Hazm, Endülüs'te Emevi hilafeti sona erip mülüku't tavaifin başlamasıyla birlikte, yani 15 yaşından itibaren birçok sıkıntıyı da gördü. Babasını ve ağabeyini veba salgınlarında kaybetti. Yaşadığı bütün acılara rağmen Kurtuba'da kalmayı tercih eden İbn Hazm'ın siyasi bakımdan koyu bir Emevi taraftarı olduğu, Emeviliğin tekrar iktidara gelebilmesi için çeşitli siyasi faaliyetlere iştirak ettiği de mervidir. Bu siyasi faaliyetleri sebebiyle sık sık ya vezirlik makamına geçen yahut sürülen, hapsedilen İbn Hazm, 1026'dan itibaren siyasi faaliyetlere son vererek kendini telif çalışmalarına vakfetti. Kurtuba sonrası, Şatıbe, Bünt Kalesi ve Mayorka adasında da yaşayan İbn Hazm, Mayorka'da Maliki mezhebinin Endülüs’teki hâkimiyeti sebebiyle açıkça dile getiremediği düşüncelerini burada serbestçe açıklama fırsatı buldu; Maliki alimi Ebü’l-Velid el-Baci ile 1047'de gerçekleştirdiği münazara da yine burada gerçekleşti. Bu münazaranın ardından İşbilye'ye geçen İbn Hazm'ın burada da -kitaplarının yakılması sebebiyle- huzur bulamayarak atalarının yurdu Neble'ye döndüğünü görüyoruz. Vefatına kadar Neble'de zahidane bir hayat süren İbn Hazm, eserlerinin yakılması, düşünceleri sebebiyle hapsedilmesi ya da sürülmesi gibi durumlara ise cevabını şu iki beyitle verir:

"Kağıtları yakabilirsiniz ama içindekileri asla
Kazılı nakış nakış onlar benim zihnime

Benimledir nereye gidersem bineklerim
İnersem benimle inerler, ölürsem ölürler benimle"
Akıl mı aşk mı? Nedir bilincimizdeki bu karanlığın özü?

İbn Hazm'ın Güvercin Gerdanlığı (Arapça ismi, Ṭavḳu’l-ḥamâme) onun gençlik dönemlerinde kaleme aldığı eserlerarasında epeyce önemlidir. Edebi yönden epey velud bir şair sayılagelen İbn Hazm'ın günümüze ulaşmış birçok şiiri de bu eserde yer alır. Güvercin Gerdanlığı'nda onun toplamda 789 beyti bulan çeşitli beyit sayılarında şiir parçalarıyla seksen altı beyitlik uzun bir kasidesi yer alır. Güvercin Gerdanlığı'nda sekiz yerde geçen yirmi yedi beyitlik bir parça ise ona ait değildir. Bu şiirlerde işlediği konularla ve onları işleme şekliyle sadece Endülüs'te değil, Avrupa’da da platonik aşkın ve romantizmin öncüsü addedilen İbn Hazm, yine de yeterince özgün bir şair sayılmaz. O bu şiirleriyle gazele din, ahlakilik ve iffet boyutları getirir, kadın güzelliğini tasvir eder ve aşk ile ahlakın ilgisi üzerine çeşitli psikolojik ve felsefi analizlere girişir. Yine de Güvercin Gerdanlığı'nda yer alan şiirler İbn Hazm'ın edebi gücünün temsilcisi olmaktan uzak görünürler. Bu şiir parçalarına nazaran eserin nesren kaleme alınmış bölümleri daha şiirsel görünür. İbn Hazm, bu bölümlerde yoğun bir anlatımla, sevgiyi ve sevenleri ele alır; bu konuları takrir, tahkiye ve sanatlı tasvir diyebileceğimiz biçimde işler. İbn Hazm için aşk ne kadar duygusal ve ruhsal olsa da insanların başına gelen bir hadisedir. Bu sebeple sırf duygusal ve ruhsal boyutlarda kalmaz; başına geldiği kişiyi dönüştürür ve böylelikle de kendisini  bireysel, sosyal, tarihsel vs. fenomen haline getirir. Aşk, kendisinden kaçılabilecek bir şey değildir bu sebeple. Eseri boyunca aşkı hem tahlil eder İbn Hazm, hem anlatır, tahkiye eder. Bu esasen aşkın hem gönüllerde gizli hem de toplumsal sahnede görünür bir hadise olması bakımından onun anlatılmasına dair son derece tutarlı bir biçimsel uygunluk olarak tavsif edilebilir.
Burhaneddin Tatar hoca Güvercin Gerdanlığı üzerine kaleme aldığı mükemmel makalesinde İbn Hazm'ın eserin formu ve muhtevasındaki ikili görünüme uygun düşen bir kavramsal düşünme içinde olduğunu kaydeder.  açık-gizli, doğru-yanlış, akıl-aşk (tutku, nefs), gerçek-hayal, haram-helal, gerçek (değerlere dayalı) aşk, sahte (değerden yoksun) aşk gibi ikili kavramlar eserin tamamına yayılır, nüfuz eder. Tatar'ın anlatımıyla "okur,  kendisini hemen sağında ve solunda odaların yer aldığı uzun bir dehliz ya da geçit içinde ilerliyor gibi bulmaktadır." Bu ikili karşıtlıklarda İbn Hazm, bazen tercihi okura bıraksa da, genelde onun tercihi bellidir. Hatta okuru d abu şıkkı tercihe zorlar, ona böylesi bir sorumluluk yükler. Zahiri bir fakih ve kelamcı olarak İbn Hazm, akıl ile aşkı zaman zaman birbirine zıt gibi gösterse de, eser, biçim ve muhtecasıyla İbn Hazm'ın niyetini aşar görünmektedir. Kitaba adını veren Güvercin Gerdanlığı handiyse aşk ile akıl, olan ile olması gereken, bilincin kendi içindeki bölünmüşlüğünün simgesi gibi durur.

Cins, Eylül 2019

1 Kasım 2019 Cuma

AĞAÇLARIN DİYALEKTİĞİ-2


Sonuna yetişecek bir neyzen
Sonuna yetişecek nasılsa herkes
ya bir film seyredecek ya bir ölüm
                                     -en fazla bu olur
ne olur bundan fazla, en fazla bir rüzgar
                    bir ağaç gibi bükülüp, bütün
yine doğrulan, yine dimdik bütün dallarıyla
sesimiz kısık, öfkemiz mazılar kadar gür
sonuna yetişecek herkes nasılsa
gezinirken ölüm aramızda öyle özgür

Ya bir film seyredecek ya bir ölüm
kim geç kalmışsa bineceği trene
aramızda gezinir, özgür, bazen rüzgar
eğer bir söğüt dalını, yüzümüze dokunur
çay içse bari oturup yorgun bir kahveye
ya da bir parkta, yol kenarında, yaşlı
o kadar yaşlı bir neyzen, yürür iki büklüm
neyse neyzen, eşsiz bir nevakâr,
                         bütün nefesi onun ömrüdür

Kim geç kalmışsa bineceği trene, bir çınar,
bir ıhlamura takılır gözleri yada yeşil bir bavula
gözlerinde mahcup, gözleriyle ihtiyar
                        binlerce şimşek yağmurları çağırır
ya bir film seyredilir nihayet ya bir ölüm
hüzün hiç durmaz, raylar boyunca yürürken üşür

İtibar, Eylül, 2019