31 Mart 2020 Salı

Şehir bilgimizin yetersizliği

Mevlana Müzesi Gül Bahçesi’ne ek bina yapılması girişimine ilişkin yetkililerin yaptığı açıklamalar kuşkularımızı gidermekten çok artıran yanlar barındırıyor. Bunda elbette en büyük kabahat bu konularda yol gösterici olması beklenen Kültür Varlıkları Bölge Kurulu’na ait. Ama aşağıda anlatacağım gibi onlardan pek bir şey beklememeyi doğrusu ben geç olsa da öğrenmiştim.
Hatırlanacaktır, 2008’deki Zindankale Katlı Otoparkı esnasında ortaya çıkan Zindankale temelleri dolayısıyla Konya şehir içi SİT alanını yukarıda bahsettiğimiz kurul ancak o zaman Konya iç surlarının içiyle sınırlamaktan vazgeçip, dış surların iç kısmına kadar genişletmeyi akledebilmişti. Yani tarih kitaplarını bile okumayan bir kurulla baş başaydık.
Bunun bir benzerini de Müze-i Humayun Konya Şubesi’nin Karma Ortaokulu’ndaki yerinin değiştirilerek restore edilmesi olayında yaşamıştık.  Müze-i Humayun’un elde hazır kitabelerine rağmen Kurul, binanın yapım tarihini ne akla hizmetse 1901 olarak işaretlemişti. Oysa hem var olan kitabeden hem de dönemin Maarif İl Müdürü Azmi beyin İstanbul’a gönderdiği telgrafın tarihinden bilmekteydik ki Müze-i Humayun Konya Şubesi’nin açılışı 10 Aralık 1899’du. Bu ve buna benzer daha birçok falsosu vardı Bölge Kurulu’nun. Belki de bilgisizliklerinden değil, baskı altında olmaları dolayısıyla bu tür yanlışların altına imza atıyordu kurulun üyeleri, bilemiyoruz artık.
Yine sözgelimi sonradan Kılıçarslan Meydanı olarak düzenlenen alanla ilgili olarak orada bir yer altı otobüs garajı yapma düşüncesi izhar edilince uyarılarımızı dile getirmiş, bölgenin Selçuklu Sultan ailelerinin mezarlığı olduğunu, bölgede bulunan Süt Tekkesi’nin de II. İzzeddin Keykavus’un kızı Fatma Hatun’a nispet edildiğini söylemiştik. Ayrıca 1960’larda o bölgeye Adliye Sarayı yapılırken bu mezarlıktan çıkan taşların Sille’ye kamyonlarla taşınıp atıldığını gören İzzet Koyunoğlu’nun bu taşlardan bazılarını kurtardığını ve Koyunoğlu Müzesi’ndeki mezar taşlarından bazılarının bu bölgeden açığa çıkanlar olduğunu da sözlü tarih bilgisi olarak yetkililere iletmiştik. Neticede yetkililer bu uyarılar neticesinde ve ayrıca bölgede yapılan teknik yüzey çalışmalarıyla oraya yer altı otobüs garajı kurmaktan vazgeçmiş, doğruyu yapmıştı. Gerek Ak Camii yanında, gerekse alanın hemen kuzeyinde kalan bölgede çıkan tarihi kalıntılar da uyarılarımızın yerindeliğini ispatlayan bulgulardı.
Bütün bu hatırlatmaların ardından Mevlana Müzesi’nde yaşanan son olaya dönelim. Mevlana Müzesi sit alanı mı? Evet. Peki, sit alanında herhangi bir teknik inceleme ya da arkeolojik kazı yapmadan direkt kepçelerle hafriyat yapılır mı? Bu doğru mudur? Buna hangi akıl ve izan, izin verebilir? Kurul üyeleri böyle bir izni vermeyi kendilerine nasıl uygun gördüler? Bilgi yetersizliği mi, ihtiyatsızlık mı, cüret mi? Nedir bunun sebebi? Bilmiyoruz ve doğrusu hayretler içindeyiz.
10 Mayıs 2017, Konya Postası

26 Mart 2020 Perşembe

Birbirine benzemez filozofların siyasete bakışı

Felsefenin en temelde görünüşte basit ve sorulması kolay ama cevaplanması görünüşteki kolaylık ve basitliğe karşı epey zorlu ve tartışmalı bazı sorulara cevap arayışlarından doğduğu genel bir kabuldür: “Ben kimim? Hayat nedir? Varlık nedir?” gibi sorular içerdikleri genelliklerle düşünme çabalarını zorlar, bu sorulara nasıl cevaplar bulunacağı noktasında farklı düşüncelere sahip insanlar arasında birçok tartışmaya da şahit oluruz.
Felsefenin toplumsal hayata dönük yüzlerinden birini teşkil eden siyaset felsefesinin (diğerleri bilindiği gibi ahlak ve hukuk felsefeleridir) de temelinde benzer soruların olması kaçınılmazdır bir yerde. Mutluluk, adalet ve özgürlüğün nasıl bir toplumda hangi araçlarla sağlanacağına ilişkin soruların kışkırttığı cevap arayışlarından müteşekkildir siyaset felsefesi diyebileceğimiz düşünme çabasının ana gövdesi. Toplumsal yaşamın düzenlenmesinden toplumu yönetecek idari sistemin nasıl oluşturulması gerektiğine, devletin ödev ve sınırlarına dair insan pratiğine yönelik birçok mesele siyaset felsefesi içerisinde tartışılır.

İnsanın kendilik tanımı
Bu felsefelerde temel teorik meseleler bir karara bağlanmasının ardından, demem o ki mutluluk, özgürlük ve adalet gibi kavramların ne anlama geldiği hususunda bir karara varılmasının ardından daha pratiğe dönük çözüm arayışları da gündeme gelir. Ancak mutluluğun ne olduğu gösterilebildiğinde bu mutluluğun artırılmasının yolları soruşturulabilir çünkü. Ya da adalet ve eşitliğin ne olduğu gösterilmeden onların en iyi şekilde nasıl sağlanacağı konusu hep şüpheli kalacaktır. Taşıdığı tüm pratik amaçlara karşın, siyaset felsefesinin eşitlik, ihtiyaçlar, menfaatler, refah ve insan doğası hakkındaki daha temel sayabileceğimiz meselelere yönelik kurucu ilgisi sürer.
Belki de bu siyasetin insanın toplumsal varlığının temel bileşenlerinden biri olması dolayısıyladır. Çünkü sosyolojinin kurucu babalarından biri kabul edilen Durkheim’ın iddialarına da konu olduğu üzere insanlar toplumsal kurallar ve uzlaşımlar yoluyla kendilerini kurar, tanımlar ve hatta oluştururlar.
Ekonomi, felsefe ve sosyolojiyle yetinmeyip siyaset biliminin temel verilerini de kullanarak birkaç güçlü ve etkili siyasal düşünceyi tarihsel ve coğrafi bakımdan birbirine benzemez görünen filozoflar etrafında tartışan bir kitap Martin Cohen’in Platon’dan Mao’ya Siyaset Felsefesi. Platon’un önerdiği ‘adalet’ sorununa yönelik önerdiği çözümün çerçevesinden Konfüçyüs’ün ödev anlayışına, Aristoteles’in ayrımcılığa ilişkin sunduğu gerekçeden Hobbes’un ‘özgürlük’ kavrayışına ve Locke’nin ‘devredilemez’ gördüğü insan haklarına kadar birçok kavram ve konuyu teknik ve toplumsal bağlamı içerisinde yorumlayan Cohen, kitabında bizi epey geniş ve kapsamlı bir güzergahta yolculuğa çıkarıyor. Uzak Doğu’daki Çin imparatorluğundan başlayan bu seyahat boyunca antik Yunan’ın şehir devletlerine, Machiavelli’nin İtalya’sına, Hobbes’un Leviathan’ının ve Locke’un insan haklarının İngiltere’sine, yirminci yüzyılın Fransa, Almanya ve Rusya’sına kadar birçok uğraktan geçiyoruz. Cohen’in Mao’nun Kırmızı Kitap’ıyla bitirdiğini vurgulamalı. Ele aldığı her düşünce ve filozofu kendi toplumsal ve tarihsel bağlamına yerleştirmeye de özen gösteren Cohen, aynı meselenin farklı tarihsel ve toplumsal bağlamlarda aldığı yeni şekilleri de gösteriyor. Siyaset felsefesinin temel konularını bazen filozofların temel ilgi alanlarını ve konu çeşitliliklerini kısıtlayarak da olsa irdeleyen Cohen’in kitabı birçok bakımdan bu felsefe türüne bir giriş niteliği de taşıyor.

24 Mart 2020 Salı

AĞAÇLARIN DİYALEKTİĞİ



Mutantan sokakta o akşam
Mutantan bir sokaktım kendime, çıkmaz
Bir leke gibi ulu bir ırmağın ağzında, silinmesi zor, hep zor

Kaç kez soyundu bu ağaçlar bu sokakta, kaç akşam burkuldu
Körebe oynayan çocukların içlerinde taşıdığı sevinç
Kaç kerpiç ev birbirine dayanırdı durabilmek için ayakta
Bu akşam birçok duvar, birçok hayal birden yıkıldı

Sanki hep ölebilirmişim gibi bir bilmece deşerken içimi
Söğüttür dedim, söğüttür ağaçlar arasında en serin gölgeli
Çözülmesi o kadar zor bir bilmece, dilimin ucunda
O kadar aritmetik, o kadar serseri

Uzun sürmüş bir suskunluk gibi gevşer, biraz rüzgâr
Ey söğüt dallarında oyalanan rüzgâr
Mutantan bir sokaktım kendime, çıkmaz
Beni göğsüme diktiler, kendimle büyüdüm

Muhit, sayı 1, Ocak 2020

18 Mart 2020 Çarşamba

Anti-felsefenin yoksul ve tartışılmaz kralı

19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında yaşamış Friedrich Nietzsche, gerek hayatı gerekse ileri sürdüğü düşünce ve görüşlerle Martin Heidegger’den Michel Foucault, Gilles Deleuze, Georges Bataille, Sarah Kofman, Pierre Klossowski, Gilles Deleuze, Jacques Derrida, Luce Irigaray’a kadar bir dizi düşünürü uğraştıran bir meydan okuyucu figürdür. Çağdaş kültürde birçok Nietzscheizm türü olduğu gibi bir o kadar da anti- Nietzscheizmlerin olduğunu söylemek mümkün bu bakımdan. Nietzsche’nin meydan okuyuşuna verilebilecek cevapların çeşitliliğini yansıtan Nietzscheizmler ve anti-Nietzscheizmlerin tamamının sahtekârlık olduğunu düşünmek de mümkün.
Platon hastalığı
Çağdaş kültüre egemen birçok kavram ve düşünceye bir şekilde rengini veren, nihilizmden sanat ve trajediye, tarih ve dinden değerlerin yeniden değerlendirilmesi gerektiği tezine kadar birçok meydan okuyucu düşünce ileri süren Nietzsche’nin karmaşık görüşlerini tek bir başlık altında toparlamak handiyse mümkün değildir. Onun eseri sorgulamaya son derece dirençli, her türlü yorumlamayı kolayca yoldan saptıracak kadar girift, dolambaçlı ve bir o kadar da kışkırtıcıdır. Bildik anlamıyla bir filozof değildir Nietzsche, bunu biliyoruz. Peki ama hangi anlamda ona filozof diyeceğiz; ya da o bunu ne kadar hak edecek, üstüne alınacak yahut bu tanımlamaya ne kadar sığacak? Nietzsche söz konusu olduğunda bütün bu nitelemelerin bir müddet sonra anlamını yitirdiğini de görüyoruz.
Avrupa’nın Platon hastalığından kurtulması gerektiğini, filozofun suçluların suçlusu olduğu ileri süren Nietzsche’nin ürettiği metinlerin bir tür “anti-felsefe” olarak anlaşılması mümkün. Nietzsche’nin hangi anlamda bir filozof ve anti-filozof sayılabileceğine ilişkin söz söylemek de pek kolay değil.
Bir mutlak kırılış
Nietzsche’yi ve düşüncesini 1888 yılı ve sonrasında yazdıklarıyla yorumlayan Fransız felsefeci Alain Badiou, Nietzschecil felsefi edimin “bir mutlak kırılış, bir katıksız olay” olduğunu ileri sürüyor. Badiou’ya göre bu olay, insanlık tarihini kırıp ikiye bölmeyi ve eski değerlerin karşısına eksiksiz bir olumlayıcı yeniliğin gelişini sağlamayı içeriyor. Heidegger’in Nietzsche’nin nihilizmin üstesinden gelmeye çalıştığı yolundaki yorumunu kabullenmeyen Badiou, Nietzsche’nin hazırladığı bu olayı Fransız devrimiyle mimetik bir rekabet boyutuna sahip bir felsefe kurma tasarısı olarak yorumluyor. Bu anlamda özellikle Platon’la simgelenebilecek klasik felsefeyi yerle bir ederek yepyeni bir felsefe kurmaya çalışan Nietzsche’nin ne kadarıyla bir filozof ve ne kadarıyla bir anti-filozof olarak belirlenebileceğine ilişkin bir okuma Badiou’nun gerçekleştirmeye uğraştığı.
1992 ila 1993 yıllarında verdiği Nietzsche seminerlerinin kitaplaştırılmış hali olan eserinde Badiou, araştırmasının merkezine ömrünün son yıllarını yaşayan Nietzsche’yi, onun Ecce Homo, Nietzsche Wagner’e Karşı, Putların Alacakaranlığı gibi eserleriyle, Dionysos, Çarmıha Gerilen, Ariadne diye imzalanmış pusulalarını koyarak Nietzsche’nin “mütevazı tümel devrimi”ni irdeliyor. “Tanrı olmaktansa Basel’de profesör olmayı” tercih ettiğini itiraf eden Nietzsche için “anti-felsefenin yoksul ve tartışılmaz kralı” unvanını layık gören Badiou, eserlerine olmasa bile Nietzsche’nin kişiliğine hayran olduğunu da itiraf etmekten çekinmiyor.

13 Mart 2020 Cuma

İstihdam piyasasının mevcut ve muhtemel problemleri

Türk ekonomisinin kronikleşmiş meselelerinin başında gelir işsizlik ve istihdam meselesi. Özellikle genç nüfusta görülen yüksek orandaki işsizlikler kimi zamanlarda göz korkutucu boyutlara ulaşabiliyor. Bunun yanısıra bazı mesleklerde o mesleğe uygun bilgi birikimi ve yeteneğe sahip insan sayısının azlığı dikkat çekerken başka bazı mesleklerde iş başvurularının başvuran kişinin “overqualified” bulunması sebebiyle geri çevrildiğine de şahit oluyoruz.
“Türkiye’de işsizlik oranı neden yüksek? İstihdam piyasası hangi bakımlardan sorunlu bir yapıya sahip? İşsizliği azaltmak için neler yapmak gerekir? Sağlıklı bir istihdam piyasasına ulaşabilmek için genel hatlarıyla ne tür politikalar üretilmelidir?” gibi ilk bakışta cevabı basit görünen, hatta hepimizin hemence eğitim, teşvik, reel ekonominin desteklenmesi gibi hazır kalıplı cevaplar ürettiğimiz (ki bu cevapların birçoğunun maç kazanmanın yolunun gol atmaktan geçtiğini söylemekten başka bir anlamı yok. Oysa golün nasıl atılacağı asıl sorun) bazı yakıcı sorulara makul cevaplar verebilmek için yazılmış bir kitap olduğunu söylüyor Mevlüt Tatlıyer, İstihdamı Paylaşmak adlı kitabının. İstihdam konusunun günümüz dünyasında son derece karmaşık ve komplike bir yapı arz ettiğini belirten Tatlıyer, bu yapıdaki problemleri teşhis etmeye dönük perspektifinde önceliği istihdamın ve istihdam piyasasının temelde hangi anlama geldiğini soruşturmaktan geçtiğini belirlemeye veriyor. Bunun için bu piyasanın nasıl oluştuğuna ilişkin bir bakış açısı kazanmak amacıyla işsizliğin olmadığının kabul edildiği sanayi devrimi öncesi geleneksel toplumlara bakarak modern dünyada istihdam piyasasının hangi merhalelerden geçerek ne tür bir dönüşüm geçirdiğini ve bugünkü formuna nasıl kavuştuğunu soruşturuyor.
İstihdam devrimi
İstihdam piyasasına bir sistem ya da bir organizma olarak bakan bir yaklaşımla on dokuzuncu yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimini aynı zamanda bir “istihdam devrimi” olarak belirleyen Tatlıyer, kitabın ilk iki bölümünde sanayi devrimi öncesi “geleneksel” dünyada bulunmayan işsizlik kavramının modern dünya ile birlikte nasıl ortaya çıktığını tartışıyor. Ayrıca yirminci yüzyılda yaşanan verimlilik artışıyla birlikte çalışma sürelerinin dramatik bir şekilde azalmasının, kısmi çalışma süresi kavramının ortaya çıkmasının “istihdam” ve “işsizlik” gibi görünürde zamana ve mekâna bağlı olmadığı düşünülen kavramlarda yol açtığı değişimleri de irdeliyor.
Kitabının üçüncü bölümünde 1950’li yıllarla birlikte ciddi bir ekonomik/sosyal dönüşüm yaşamaya başlayan Türkiye’deki istihdam piyasasının dünü ve bugününü serimlemeye çalışan Tatlıyer, 1980’lerle ve özellikle 2000’lerle birlikte bu dönüşümün şiddetlendiğini ifade ederek bu dönüşüm sürecinin istihdam ve işsizlik kavramlarının anlamını da değiştirdiğini ifade ediyor. Modern dünyada ve Türkiye’de istihdam piyasasının üretmesi muhtemel problemleri ve bu problemlerin nasıl çözülebileceğini kapsamlı ve çok boyutlu bir şekilde tartışan Tatlıyer, kitabının sonuç bölümünde de somut politika önerileri üretiyor. Türkiye’nin sağlıklı bir istihdam piyasasına ve düşük işsizlik oranlarına sahip olabilmesinin mümkün olduğunun altını çizen Tatlıyer, bunun için doğru politikaları uygulamanın zorunluluğuna değiniyor.

7 Mart 2020 Cumartesi

Sokrates hakkında entelektüel biyografi

Felsefe tarihinin Platon’la birlikte en ünlü siması olan Sokrates, öğrencisi Platon sayesinde antikçağ felsefesinin kendisinden önce ve sonra olarak ikiye ayrılmasına yol açacak kadar önemli sayılır. Hayatı hakkında bilgilerimizin son derece kısıtlı olduğu Sokrates hakkında Aristofanes’in komedisi Bulutlar’ı, Ksenofon’un Hatıralar’ı ve Platon’un Diyaloglar’ıyla sergilediği şahitliği dışında başka bir doğrudan kaynaktan bahsedilemez.
Sokrates’in hayat hikayesini ebeveynlerinden başlayarak anlatmaya çalışan Alfred Edward Taylor, o dönemki Atina’da egemen kültürel ve siyasi iklimi, Sokrates’in Anaksagoras ve Archelaus gibi Pisagorcu filozoflarla bağını, hayatının önemli dönüm noktalarında yer eden orfizm ve Delfi kehanetinin etkisini, onun gençlik dönemlerine ait ‘işaret’ ve ‘daimi ironi’si çerçevesinde irdeliyor. Sokrates’in hayatının ilk yarısında olağanüstü bir entelektüel gücü olan bir adam olarak tanındığını kaydeden Taylor, onun hakkında Ksenofon’un Hatıralar’ında geçen bir tasviri yorumlayarak Archidamian Savaşı sıralarında Sokrates’in ilk filozoflar ve bilim insanları olması gereken ‘eski bilgeler’in bir öğrencisi olduğunu, etrafında bir grup dost-öğrencinin bulunduğunu, bu dost-öğrencilerin çalışmalarının bir yöneticisi pozisyonunda olduğunu ifade ediyor.
Bilgi kırıntıları
Platon’un Protagoras, Savunma, Phaidon vb. diyaloglarında Sokrates’in çevresinde yer alan isimler hakkındaki bilgi kırıntılarını yorumlayan Taylor, Sokrates’in Atinalı olmayan filozoflar arasındaki bazı yaşlı insanlarla ilişkisinin 40 yaşına gelmeden önce başlamış ve Yunan dünyasına dağılmış durumdaki Pisagorcu gruplar tarafından Sokrates’in “saygı duyulan bir hoca” pozisyonunda olduğu sonucuna varıyor. Sokrates’in hayatının erken dönemlerinden itibaren Atina’nın dışındaki entelektüel çevreler tarafından son derece iyi tanınmasıyla onu eksantrik bir proleter dehaya dönüştüren 19. yüzyıl teorisi arasındaki uyuşmazlığa dikkat çekiyor.
Kendi ruhuna bakmak
Platon’un Savunma diyalogunda uzun uzadıya anlattığı ve “Yaşayan hiçbir insan Sokrates’ten akıllı değildir” bildirimini içeren Delfi kehanetinin Sokrates’in hayatında spritüel bir krize yol açtığını belirten Taylor’a göre, Platon için yaşlı Sokrates’i Aristofanes’in oyunundaki ukalanın açık bir karikatürünü oluşturduğu Sokrates’ten ayıran şey onun herkesi cahil olduklarına ve cahil olduğuna ikna olan insanın bilen insan olacağına ve en önemlisinin herkesi “kendi ruhlarına bakmak” olduğuna ikna etme misyonudur. Avrupa düşünce tarihi için Sokrates’in önemini, onun Avrupa’da o zamandan beri yaşanan ahlaki ve entelektüel geleneği oluşturması ve Avrupa düşüncesinde hakim ruh anlayışının mucidi sayılmasında yattığını düşünen Taylor, Sokrates’in ruh öğretisi ve ‘idealar’ teorisini, ‘iyi’ ve ‘erdem’ anlayışını çözümlüyor.
Genç Sokrates’ten yaşlı Sokrates’e Antikçağ felsefesinin bu önemli figürünün hayatındaki tüm dönüm noktalarını onun düşüncelerinin gelişimiyle harmanlayarak yorumlayan Taylor, böylelikle hakikat ve hayat özdeşliğine ilişkin bildiğimiz önermeyi de bize hatırlatıyor. Milattan önce 399’da, yani ‘Lakhes yılı’nda Atina’da dinsizlikle suçlanıp ölüme mahkum edilen Sokrates’in gençlik dönemine ait tek kaydın Aristofanes’in Bulutlar’ı olduğunu kaydeden İngiliz felsefeci ve antikçağ uzmanı Alfred Edward Taylor, Mukadder Erkan’ın temiz bir Türkçeyle dilimize kazandırdığı Sokrates hakkındaki entelektüel biyografide onun hayatı ve felsefesini öğrenmek isteyenlere kılavuz niteliği taşıyan bir eser sunuyor.

1 Mart 2020 Pazar

Bilim, bilgi ve din üzerine kısa bir söyleşi

İslam, bilime uygun olmak zorunda mıdır?
Vahyedilmiş hiçbir din (daha doğrusu ed-Din olarak İslam) insanların zanları, tasavvurları, arzuları, bildikleri etrafında ördükleri herhangi bir yapıya ne uygun olmak ne de olmamak zorundadır. Daha doğrusu bizatihi böyle bir uygun olmak olmamak tarzı seçenekler, vahy sözkonusu olunca göz önüne alınası şeylerden değildir. Çünkü sırf insan bilgisi tabiatı icabı değişkenlik gösterir, çağdan çağa, toplumdan topluma bu değişim ve değişkenlikleri biliyoruz. Evrensel, dini de aşan bir bilgi tasavvuru; bu bilgi onu dile getirenin ufkuna mahkum olduğu için mümkün olmayan bir şeydir. Bilimin şu görüşü İslam'a uygun bu görüşü değil tarzı yargılar da bilimin herhangi bir konuda nihai hükmü olmayacağı, en azından böyle bir yargı kevni alem için vaz edilemeyeceği, bizzat bu bilgi sahibi kişi de yaradılmış olduğu için gayet açık bir husustur. Ama bunlardan dolayı İslam'ın bilime uygun olmadığı, aykırı düştüğü de savlanamaz; çünkü, kesin olmayan bir bilgi ile kesin olan bir bilgiyi birbiriyle kıyas etmek hatadır.

İslam'ın bilime uygun olduğunu savunanlar neleri gözden kaçırıyorlar?
İslamın bilmeye, doğru bilgilenmeye büyük önem atfettiği doğru. Ancak, kökünde bu türden bir endişe taşımayan, bilgilenmeyi öncelikli addeden her görüşte belli bir hata payı olduğunu da söylemeli. İslam zaman zaman modern bilimin savladıklarıyla zıtlaşabilir, zaman zaman bu savlardan bazılarıyla uyuşabilir. Bu tür örneklerden yola çıkarak genel bir uzlaşma ya da zıtlaşma öngörmek pek mantıklı değildir. İlk gözden kaçan bu. Ayrıca maneviyat içermeyen herhangi bir bilgi türünün de sadece yaşadığımız hayatlarla ilgili olması yüzünden nihai kertede zanni olmaktan kurtulacağını ummamalıyız. Sonuçta kaynağı tamamen insana dayalı bilgi zanni ve kesin olmayan türden bir bilgidir, isterse bu bilgi bizim atom bombası patlatmamızı sağlasın.

Modern bilim ile klasik çağda bilimin Batı'da ve Doğu'da bir farkı var mı?
Klasik çağ bilimi ile modern bilim arasındaki en önemli fark belki dünya tasavvurlarında yatar. Klasik çağda gerek doğuda gerekse batıda doğru ya da yanlış bir şekilde insanlar bilme tarz ve faaliyetlerini vahye, metafiziğe, beşeri aşan üstün bir güce dayandırırlardı. Modern bilim ise doğayı aydınlatan ışık kabul ettiği insan aklını, gözlem vb. yöntemleri bilimsel bilginin doğruluk ya da yanlışlığını belirleyecek kriter olarak kabul etti. Doğruluk ya da yanlışlığın ölçütü beşere, beşerî melekelere indirgenince ne yaparsanız yapın metafizik alanla bilgi arasındaki her türlü irtibatı koparmış oluyordunuz.  Klasik çağdaki bilimsel faaliyetlerle modern bilim arasındaki en önemli fark burada, belirgin bir metafizik yokluğunda. Gerçi modern bilimin de ne kadar inkar ederse etsin bir metafiziğe yaslı olduğunu biliyoruz. Ancak bu metafizik deyim yerindeyse insan heva ve hevesini ölçüt haline dönüştüren bir metafizik. Miyarı insan heva ve hevesi. Yani aslında metafizik olmayan bir metafizik, çakma bir metafizik.

“Bilim ile ilim aynı şey” diyenler. Bilim ile ilim aynı şey mi?
Bilim ile ilim elbette aynı değil. Biri "Rabbi yessir velatü assir rabbi temmim bil hayr" denerek bilginin ve öğrenmenin kökü ve kaynağını dosdoğru belirleyen bir bakışa işaret ederken diğeri sadece insanın meleke ve öğrenme kapasitesine dayanıyor. Yine ilmi bilgiler, ne kadar değişirse değişsinler belli bir istikrarı bize yansıtıyor; bilim ise dün ak dediğine bugün kara diyebiliyor pekala. Bilimsel bilginin arttığı iddialarına da kuşkuyla yaklaşıyorum.

”Bilimi benimsemek bizi pozitivist bir din algısına hapseder” diyenler var. Pozitivizm zararlı mıdır, zararı nedir pozitivizmin?
Bilimi benimsemek ya da benimsememek herhangi bir ideolojik bakışa götürmez haddi zatında. Pozitivist bilim algısı da ondokuzuncu yüzyılın bir algısı, bütün modern çağa özgü değil. Hatta pozitivizmin fikir babası Auguste Comte'un felsefesinin batıda yeterince benimsenmemesi dolayısıyla epey bir üzgünlük hissettiği de rivayetler arasında. Demem o ki pozitivizm modern bilimden yola çıkan felsefelerden herhangi birisi, onlardan ne bir gram eksik ne de fazla. Hatta belki çok da ham. Bir yüzyıl bile dayanamamış bir yaklaşım. Sahi, hâlâ pozitivist olan var mı?

”Batının bilimini İslamileştirmeliyiz” diyenler ne yapmak istedi, neyi yanlış yaptılar?
Batının bilimini değilse bile bilgisini İslami bir çerçeveye uyarlamaya çalışanlar oldu. Ancak klasik İslami çerçevenin bugün bizim için, sürdüğümüz hayatlar için, içinde yaşadığımız toplumlar ve dünya için canlılığı kaybolmaya yüz tuttuğundan dolayı öncelikle bu çerçevenin nelerden nasıl oluştuğunun sorgulanması gerekiyordu. Epey zahmetli, uzun soluklu çalışmalar, projeler gerekiyordu bunun için.  Allah şehadetini hepimiz için makbul kılsın, ünlü Filistinli düşünür İsmail Raci Faruki'nin 'Bilginin İslamileştirilmesi' diye bir projesi vardı. Faruki'nin projesi doğa bilimleri alanında değil de sosyal bilimler alanında varitti. Bu yolda birçok eser de kaleme alındı. En azından Müslümanlar kendi toplumları hakkında yeni bakış açıları üretmeleri gerektiği konusunda bir bilinç sahibi oldular bu sayede. Tabii ki 'Bilginin İslamileştirilmesi' projesi bu yoldaki birçok çaba gibi birtakım eleştirilere maruz kaldı. Sözgelimi Ziyaüddin Serdar, paradigmatik farklılıkları ıskaladığını düşünüyordu Faruki'nin. Batılı açıklama modellerinin İslamileştirilmesi mümkün olmayan bir şeydi Serdar için.

Batıdaki bilim eleştirileri ile Müslüman entelektüellerin ve ulemanın bilim eleştirilerinin arasında temelde ne gibi farklar vardır?
Ziyaüddin Serdar gibi 'bilim gazetecileri'nden Nakip El Attas, Osman Bakar, Seyyid Hüseyin Nasr'a kadar birçok çağdaş Müslüman düşünürün farklı bakış açılarıyla da olsa İslami bir bilimin mümkün olduğunu savunanların modern bilimi eleştirerek işe başladıklarını biliyoruz.  Bu düşünürlerin kendi eleştirilerinde Batıda 20. yüzyılda gelişen bilim tarihi ve bilim felsefesi çalışmalarından etkilendiklerini de görüyoruz. Batıdaki bilim eleştirilerinin büyük bölümü 1900'lü yılların başında Almanya'da gelişen ve sosyal bilimlerin en azından birer disiplin olarak kuruluş felsefeleri bakımından doğa bilimlerinden farklı bir  yönteme ve araştırma programlarına bağlı kalması gerektiğini savunanlara kadar uzatılabilecek tarihsel bir arka plana sahip. Batıdaki bilim tartışmalarının bilimsel bilginin toplumsal statüsü, bilim ve toplum ilişkileri gibi daha operasyonel, faydacı, toplumsal organizasyonu önceleyen bir işlevi varken Müslüman düşünürlerin Batı bilimine yönelttikleri eleştirilerde ister istemez hayati bir endişenin de olduğunu görebiliyorsunuz. Çünkü Batı ile tarihsel anlamda ölüm kalım savaşına girmiş Müslüman dünya için batının en önemli silahı hâlâ bilimi olarak görünüyor.

Batının ilmini alalım, ahlakını almayalım yaklaşımı bize neler kaybettirdi?
Az önce söylediğim gibi Batının en önemli silahı 'bilim' olarak görününce ister istemez bu silahtan edinmek zorunda hissediyorsunuz kendinizi, en azından böylece varlığınızı daha rahat savunabileceğinizi vehmediyorsunuz. Ayrıca, bahsettiğiniz yaklaşım formüle edilirken Müslümanlar öyle şedit bir sel dalgasıyla karşı karşıya kalmışlardı ki, mutlaka bir şeyler alınmalıydı düşmandan. İçinde bulunduğumuz hali düzeltmenin yolu olarak göründü bilim. Ahlaken teslim olmadık ama bilgilerimizi batıdan devşirdik. Doğrusu bilgi ile ahlak arasındaki sıkı irtibatı da gözden kaybettik bu süreçte. Halbuki bu öneriyi getirenler tam da olacakları sezmiş gibi ısrarla vurgulamışlardı: Batı'nın sadece bilimini alalım, ahlakını değil! Sonuçta bir şeyler almaya mecburduk, bari bu mecburiyetimizden kârlı çıkalım diye düşündüler kimbilir. Süreçte elbette en çok kendimize duyduğumuz özgüvenimiz azaldı. Gelenekle beslenmeyen, sadece yeniyi, farklıyı arayan bir kuşak ortaya çıktı. Yenilikleri deneyimlemek her zaman iyi değildir. Eşyaya nüfuz etme yollarımızdan ödün verdik, eşya ile kurduğumuz ahlaki irtibatı yitirdik.

Bu alanda okumalar yapmak isteyen bir genç hangi kitapları ve düşünürleri es geçmemeli?
Seyyid Hüseyin Nasr'ın İslam ve İlim'i, Osman Bakar, Nakip el-Attas'ın eserleri, Fuat Sezgin'in İslam Bilim Tarihi'ni konu edinen eserleri asla ıskalanmamalı. Bunun yanısıra Koyre, Kuhn, Feyerabend gibi bilim tarihçisi ve bilim felsefecilerinin yazdıkları da ilgiye değerdir. Merhum Şakir Kocabaş'ın İfadelerin Gramatik Ayrımı unutulmamalı, tabii bu konularda ilk okumalarını yapacak gençlere de bulabilirlerse İlhan Kutluer'in Modern Bilimin Arkaplanı kitabı ile Fritjof Capra'nın Batı Biliminin Dönüm Noktası kitaplarını okumalarını tavsiye ederim.