25 Ağustos 2023 Cuma

Hatırlanan da tarih, kurgulanan da

 Tarihi tarif etmenin birçok farklı yolu olduğu bilinir. "Kim? Nerede? Ne zaman?" sorularına aranan cevaplar yoluyla geleneksel yol benimsenebilir pekala. "Ne?" ve "Nasıl?" sorularının eklendiği ve entelektüel bazı amaçları da gözeten neden sorusunun sorulduğu başka tarif biçimleri de bulunabilir. Ayrıca yöntem gözetilerek yapılacak ayrımlar da vardır. Kullanılan kaynakların türleri ve bu kaynak kullanımının tarzı kadar tarihi yazan tarihçinin dünya görüşü ya da ideolojisi, tarih yazımıyla amacı ya da yazdığı tarihin gördüğü işlev ve başka etkenler de ayrımda söz konusu edilebilir.

Yeniden inşa süreci

Türkçeye "Tarih" adıyla çevrilmiş kitabında Bernard Lewis üçlü bir tasnif yapıyor bu konuda: i) Hatırlanan tarih, ii) yeniden canlandırılan tarih, iii) kurgulanan tarih. Hatırlanan tarihi geçmişe dair beyanların oluşturduğunu vurgulayan Lewis, onun ileri yaştaki kişilerin kişisel hatıralarından bir toplumun eski ya da klasik metinlerinde ve miras olarak devraldıkları tarih yazımına yansıyan canlı geleneklere kadar uzanarak hem hakikat hem de sembol suretinde kolektif hafıza olarak tarif edilebileceğini söylüyor. Bir aşamada bir gerekçeyle unutulmuş ya da bastırılmış olay, kişi ve düşüncelerin oluşturduğu bir geçmişin çeşitli arkeolojik, filolojik ya da akademik çalışmalarla yeniden inşa edilmesiyle ortaya çıkarılan tarihi ise yeniden canlandırılan tarih olarak niteleyen Lewis, "yeniden inşa" ibaresinde gizlenmiş "inşa" kelimesinin oluşturabileceği tehlikeye dikkat çekiyor. Hatırlanan ya da yeniden canlandırılan tarih uygunsa onların yorumlanmasıyla uygun değillerse, büsbütün sıfırdan uydurarak kurgulanan tarihin oluşturulduğunu ifade eden Lewis, bu üç tarih türünün de bütün topluluklarda görüldüğünü vurguluyor. Hatırlanan tarih en ilkel kabileden evrensel imparatorluğa kadar bütün insan toplulukları arasında yaygındır. Lewis'e kalırsa söz konu topluluğun arzuladığı kendilik imgesi değiştiğinde ve hatırlanan tarih bu değişime cevaz vermediğinde ya yanlış hale getirilir ya da düpedüz reddedilir.

Yeniden canlandırılan tarih ise modern ve Avrupai bir yaklaşımın ürünüdür. Eskiler, kendilerinden önceki tarihle, birkaç istisna haricinde, pek ilgilenmezler. Esasen tarih onlar için rönesans merakına kadar ya hatırlanmıştı ya da çağdaştı ve genelde bazı özel amaçlara hasredilirdi.

Tarihin kurgulanmasının da modern toplumlara özgü bir icat olarak kavramamak gerektiğine işaret ediyor Lewis. Eski çağlara uzanan birtakım amaçlar içeren bu uygulamanın kadim olduğunu da vurguluyor. Göçebe kabilelerin ilkel kahramanlık mitlerinden resmi Sovyet tarih yazımına ya da Amerikan revizyonizmine kadar geniş bir skalada kurgulanmış tarihe bütün toplumlarda rast gelebileceğimizi öne sürüyor Lewis.

Tarih yazımının yenilikçi ve amaca özel kullanımın çarpıcı örneğinin sömürgecilik, sömürgecilik öncesi ve sömürgecilik sonrası tarihin kale alınış şekilleri olduğunu ifade eden Lewis "şarkiyatçıları emperyalizmin hizmetçileri" addeden suçlamaların "bir miktar haklılık payı" olduğunu lütfederek söylüyor. Lewis'e kalırsa, büyük şarkiyatçıların büyük çoğunluğu emperyalist yönetimi etkin şekilde eleştiriyorlardı.

Kitabının genelinde aktardığı örneklerle ortaya koyduğu tasnif doğrultusunda İranlıların Pers kökenlerini, Yahudilerin savaşçı kimliğini vurgulayan tarihi olay peşine düşmelerini, İslam dünyasında yaygın Haçlı Seferleri araştırmalarını, Cumhuriyetin kuruluşu neticesinde çeşitli geçmişler arasında bir geçmiş seçmek durumunda kalan Türkleri irdeliyor.

17 Ağustos 2023 Perşembe

Felsefe tarihinden dört büyücü

 Yirminci yüzyılın fikri ve kültürel çehresini belirleyen isimler arasında şu isimler önemli bir yer tutar: İnsanların anlamlı olarak ne hakkında konuşabileceği ve ne hakkında konuşamayacağı problematiği çevresinde kale alınmış Tractatus'uyla handiyse felsefi bir tanrı mertebesine getirilen Wittgenstein, "varlığın unutulmuşluğu" çerçevesinde varlık sorusunu yeniden kazanmayı amaçlayan perspektifiyle yazdığı Varlık ve Zaman adlı şaheseriyle Heidegger, temel bir fikre sahip olmayan dağınık temalar bütünü olarak görülebilecek eserleri ve benimsediği eleştirmen tutumuyla felsefe sanatını handiyse bir yaşama sanatıyla örtüştüren Walter Benjamin, yeni-Kantçı oluşuyla dikkat çeken ve insanı işaretler kullanan ve semboller üreten bir varlık olarak düşünen Cassirer...

Bu isimlerin 1919 ile 1929 yılları arasını domine eden hayat ve fikirlerini; dönemin ruh halini, Birinci Dünya Savaşı'nın tahribatı ile İkinci Dünya Savaşı'nın yaklaşan uğultuları arasındaki belirsizliklerle ve Büyük Buhran'la kaplı havasını irdeleyen Wolfram Eigenberger, eskinin yıkılması ve ancak yeninin de henüz tam olarak belirlenememesiyle tarif edilebilecek bu dönemde taşınan hayat sevincine de eğiliyor elbette.

Kitabının epigrafına Goethe'nin "Tarihten elimizde kalan en iyi şey, içimizde uyandırdığı coşkudur" özlü sözünü yerleştiren Eigenberg, Immanuel Kant'ın sorduğu "İnsan nedir?" sorusunun cevaplanmasına yönelik düzenlenen ve Martin Heidegger ile Ernst Cassirer'i karşı karşıya getiren ünlü Davos buluşması diğer isimlerinde eserlerinde ele alınır. Özellikle Walter Benjamin'in eserlerinin odağını oluşturan Kant felsefesinin yeni bir teknik çağ zemininde nasıl dönüştürüleceği, sıradan dilin metafiziksel özü, akademik felsefenin krizi, modern bilincin ve zaman hissiyatının içsel kopukluğu, burjuva varoluşunun metalaşması, toplumsal çürümeye karşı kurtuluş arayışı gibi konular dolaylı olarak ya da doğrudan Davos'ta Heidegger ile Cassirer'in tartışmalarının özüne değer. Kant'ın tüm eleştirel düşüncesinin temel bir gözlemden, insanın nihai olarak cevaplanamayacak sorular soran bir varlık olduğu gözlemine dayandığını savlayan Eigenberger, felsefe yapmayı böylesi soruların açtığı yolda düşünmek olarak gören Cassirer ve Heidegger için geçerli olan şeyin Wittgenstein'ın "felsefe terapisi"ne de teşmil edilebileceğini öne sürüyor: "Aynı şey, Ludwig Wittgenstein'ın işte o, akıllı bir varlık olarak insanın neyin hakkında konuşabileceği ile neyin hakkında susması gerektiği arasında kesin bir sınır çizmeye yönelik daha ziyade mantık odaklı denemeleri için de geçerliydi."

TEMEL UZLAŞILAR VE REFORMLAR

Davos'a katılanların en temel uzlaşısının Kant'ın felsefi sistemini üzerine oturttuğu bilimsel temellerin çürüdüğünün, en azından bu temellerin ciddi bir reforma tutulmasının gerektiğinin kabulü olduğunu belirten Eigenberger, Newton'un fizik teorisinin Einstein'ın görelilikçi teorisiyle, her insanın sabit bir doğaya sahip olduğu fikrinin Darwinci evrim teorisiyle -ki bu teori rastlantısallığı öne çıkararak tarihin aklın kılavuzluğunda bir hedefe akışı fikrini de zayıflatır-, Kant'ın transandantal araştırmasının çıkışında yer alan insan bilincinin kendi kendine karşı mutlak şeffaflığının da Sigmund Freud'un psikanalizi dolayısıyla şüheli hale dönüştüğünü tespit ediyor. Aydınlanmanın bilim, kültür ve teknik aracılığıyla uygarlık yolunda ilerleme retoriğinin en büyük darbeyi ise Birinci Dünya Savaşı'ndaki ölümlerden aldığı hiç kuşkusuz. Eigenberger'in Max Scheler'den aktardıkları bu açıdan son derece ilgi çekici: "Yaklaşık 10 bin yıllık tarihte, insanın kendi kendisi için tamamen ve eksiksiz sorunsal bir hal aldığı ilk çağın içindeyiz; insanın artık ne olduğu bilmediği, ama aynı zamanda, bunu bilmediğini bildiği bir çağdayız."

Büyücüler olarak nitelediği bu dört düşünürü hayatları ve temel düşünceleri ekseninde felsefe tarihine uygun bir tarzda irdeleyen Eigenberger'in onların düşüncelerinin sonuçlarına ve günümüzdeki anlayışlara etkilerine de yer verdiğini söylemek mümkün.

5 Ağustos 2023 Cumartesi

Tasavvufun altın çağı

 Moğol istilası sebebiyle 13. asrın İslam dünyasında birçok siyasi ve toplumsal karışıklığa ve soruna yol açtığı ileri sürülebilir. Aynı yüzyıl yaşanan onca karmaşaya karşın İslam düşüncesi açısından velud sayılmalıdır. Özellikle İşraki felsefenin kurucusu Şihabeddin Suhreverdi ve takipçilerinin (sözgelimi Kutbuddin Şirazi'nin), Fahreddin Razi'nin takipçisi addebileceğimiz Siraceddin Urmevi'nin, Muhyiddin İbn Arabi ve arkadaşı Evhadüddin Kirmani ile onların artçısı Sadreddin Konevi'nin, Mevlana Celaleddin Rumi'nin, Necmeddin Daye'nin, Yunus Emre'nin ve daha isimlerini anabileceğimiz birçok ismin Anadolu'da kesişen anlayışlarının bu yüzyıldaki bilim ve düşünce hayatının ana konturlarını belirlememize epey yardımcı olacağı söylenmelidir.

Memzuc dönem

Onüçüncü yüzyılı kendinden önceki yedi asırlık İslam mirası içinde analiz ederek bu asra "memzuc dönem' diyen Ekrem Demirli, bu dönemin Gazzali ve Fahreddin Razi'den itibaren kelam ve felsefenin seyrinin değişmesi neticesinde ortaya çıkmaya başladığını vurguluyor. Felsefe ile kelamın seyrinin değişmesiyle başlayan süreçte İslam dünyasındaki bilim ve düşünce hayatını yeniden şekillendiğini söyleyen Demirli, bilimler arasındaki ilişkilerin de bu süreçte yeniden ele alındığını ifade ediyor.

Yaşanan en büyük değişimin tasavvuf alanında vuku bulduğuna dikkat çeken Demirli, İbn Arabi ve Sadreddin Konevi'nin tasavvuf anlayışının bu yeni dönemin izlerini taşıdığını belirterek, söz konusu dönemin tasavvuf ve bütün İslam mirası için bir altın dönem ve olgunluk çağı sayılması gerektiğine işaret ediyor. Bu dönem sonrasında şarihler döneminin geldiğini dile getiren Demirli, onların da kendilerinden önce yazılan eserlere şerh yazarak o eserlerdeki düşünceleri tartıştığını, bu itibarla da on üçüncü yüzyıla bir kaynak dönem gözüyle bakmak gerektiğini düşünüyor.

Onüçüncü yüzyıl ile onu takip eden yüzyıllar arasındaki ilişkiyi anlayabilmenin iyi bir yolunun tasavvuftaki klasik iki temel dönemi irdelemekle bulunabileceğini ifade eden Demirli, tasavvufun ilk döneminde Bayezid-i Bestami ve Cüneyd-i Bağdadi gibi imamlar ve onların öğrencisi addebileceğimiz şarihlerin yer aldığını ifade ediyor. Bu dönemin en önemli sorununu Sünni fıkhın lafız-mana problematiğine benzer bir biçimde şeriat-hakikat problematiği olduğunu iddia eden Demirli, şeriat ve hakikat ayrımına ilişkin geliştirilen çözümlerin zahir ile batın ya da lafız ile mana problematiğinin bir yansıması olduğuna işaret ediyor.

Tasavvufun ilk döneminde gerçekleşene benzer şekilde İbn Arabi ve Konevi'nin ardından da verimli bir şerh geleneğinin ortaya çıktığına işaret eden Demirli, İbn Arabi ve Konevi'nin üstat kabul edildiği bu dönemde şarihlerin de büyük ölçüde Osmanlı sufileri olduğunu belirtiyor.

Farklı zamanlarda yazılan makalelerin bir kitap bütünlüğünde derlenmesinden oluşan "Tasavvufun Altın Çağı: Konevi ve Takipçileri" kitabında Konevi ve sonrasındaki sufilerin tasavvuf anlayışı etrafında İslam metafizik geleneğinin bu kritik evresine dikkat çeken Demirli, öncelikle 12 ila 15. yüzyıllar arasında Anadolu'daki düşünce hayatını ele alıyor. Bu minvalde İbn Arabi, Sadreddin Konevi, Mevlana Celaleddin Rumi, Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli bu düşünce hayatının başlıca temsilcileri olmaları hasebiyle ele alınıyorlar. Kitabının ikinci bölümünde Sadreddin Konevi ve takipçilerinin metafizik düşüncesinin ekseninde Sadreddin Konevi'nin Tanrı anlayışı ile entelektüel mirasını ele alan Ekrem Demirli, şerh ve özgün telif arasında Osmanlı düşünürlerini de Kutbuddin İzniki'nin Miftahu'l Gayb şerhi etrafında irdeliyor.