25 Aralık 2022 Pazar

İstikrarlaştırıcı bir güç olarak Türkiye

 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve akabinde 2001'de gerçekleşen İkiz Kuleler'e yönelik saldırı ile belirginleşen uluslararası düzendeki kriz, küresel ve bölgesel düzeylerdeki terörizm, çeşitli ekonomik bunalımlar, salgın hastalıklar, iç savaşlar ve normal savaşlar, başarısız devletlerle birlikte istikrarsız bir küresel ortama evrildi. Belirsizliklerin giderek arttığı, çatışmaların giderek sertleştiği bu çağda Türkiye'nin bölgesel ve küresel planda oynadığı istikrarlaştırıcı rolü ele almaya, anlatmaya çalışan bir kitap Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Altun'un eseri.

Adaletin tesisi

Küresel düzeyde adaletin tesis edilmesi, Suriye'den Libya'ya, Afrika'dan Ukrayna'ya kadar uzanan geniş coğrafyada Türkiye'nin istikrarın sağlanması adına attığı adımların ve yaptığı somut katkıların fark edilmesini hedefleyen çalışmada, Soğuk Savaş'ın sona ermesinin üzerinden 30 yılı aşkın bir süre geçmesine karşın bir konsensus sağlanamadığını vurgulayan Altun, esasen Soğuk savaş döneminde de ortaya çıkan meydan okumalara geçerli bir cevap vermekten uzak görünen uluslararası kurumların, bölgesel çatışmaların çözümlendirilip sona erdirilmesi, uluslararası krizlere çare bulunması, insani yardımların çatışma bölgelerindeki ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması gibi önemli birçok alanda hesap verebilir ve muteber birer platform olamadığının altını çiziyor.

Francis Fukuyama'nın Berlin Duvarı'nın yıkılmasının akabinde ilan ettiği "tarihin sonu" ve liberalizmin zaferi temalı liberal uluslararasıcılığın, yeni uluslararası sistemin belkemiğini oluşturacağı beklentisi ise daha 1990'larda ortaya çıkan Ruanda soykırımı ve Bosna'da Müslümanlara dönük yaşanan etnik temizlik başta gelmek üzere birçok iç savaş, etnik çatışma ve insani krizle birlikte yanlışlandı.

Kitabında Altun, uluslararası düzende son yirmi yılda yaşananları çözümleyerek özetliyor. Uluslararası kurumların zayıflatılması, uluslararası toplumun çatışma ve krizlerin üstesinden gelememe sebepleri, ortaklık hissiyatına yönelmiş popülizm, "önce biz" anlayışları gibi birtakım tehditler bu çözümlemenin ana unsurlarını oluşturuyor. Hem uluslararası kurumları hem uluslararası düzene dönük sınamaları hem çatışmaları hem çatışma çözümlerini hem de aşırı sağ popülizmi irdeleyen Altun, Türkiye'nin bu meselelere bakışını da aktarıyor.

Mevcut uluslararası sistemin barış ve istikrarı sağlamakta veya teminat altına almakta başarısız kaldığını işaret eden Altun, bölgeden bölgeye taşınan güncel ve küresel meydan okumaları tartışarak bu sistemin başarısızlıklarını ve eksikliklerini ele alıyor. Altun ayrıca Türkiye'nin uluslararası düzenin etkinliğini ve önemini artıracak somut tekliflerini de anlatıyor.

Dünyada farklı krizler devam ederken Türkiye'nin uluslararası toplumun ve kurumlarının başarısızlıklarına rağmen insani yardım alanında önemli bir aktör haline geldiğine dikkat çeken Altun, Türkiye'nin ve onun mevcut yönetiminin büyük güçlerin harekete geçmesini beklemeden proaktif bir tarzda, kimseyi şeytanlaştırmadan, dışlamadan ya da kayırmadan ortaya çıkan sorunlara müdahale ettiğini işaret ediyor. Adalet olmadan ne barışın ne istikrarın ne de refahın olacağına inanan Türkiye'nin, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğinde sorumluluk sahibi ve yapıcı bir aktör olarak ortaya çıkan birçok konu ve sorunda hem eleştiri hem de katkı sunduğunu belirten Altun'un Türkiye'nin bu bakımdan istikrarlaştırıcı önemli bir güç olarak küresel belirsizliklerle mücadelesini kitabında odak aldığını belirtelim.

Evren, hayat ve barış yurdu

 Sarah Jane Booth Eski İngiltere başbakanı Tony Blair'in eşinin küçük kız kardeşi olarak 1967'de Kuzey Londra'da doğdu. Annesi Yahudi babası Katolik'ti. Londra Sahne Sanatları Akademisi'nde tamamladığı aktrislik eğitimi sebebiyle bir süre çeşitli tiyatro topluluklarıyla Avrupa'yı turladı. 1997'de ise gazeteciliğe başladı. Dört yıl boyunca New Statesman'da yazarlık yaptı. ABD ve İngiltere öncülüğünde Irak'a açılan savaşa karşı Irak Savaşı Karşıtı Koalisyon sözcülüğünün ardından 2008'de 46 aktivistle birlikte Gazze ablukasını kırmak ve Gazze'deki güç durum altındaki çocuklara yardım amacıyla gemiyle yola çıktı. Hem Mısır hem İsrail, Booth'un girişine izin vermedi. Gazze ablukasını eleştirmek için "bugün dünyadaki en büyük toplama kampı" nitelemesini yapan Booth için HAMAS lideri İsmail Haniye VIP pasaport verdi. Defalarca Filistin'e gitti. Filistin'e ilk gidişinden birkaç yıl sonra kamuoyuna İslam'a girdiğini ve isminin "Lauren" olduğunu açıkladı.

Müslümanlığı anlattı

Müslüman olduktan sonra İngiltere'de hazırladığı tek kişilik gösteri ile Müslümanlığı anlatan Booth, Türkiye'de çalışan bir Müslümanla evlendi. İslam'ı seçmesinin sebebini ""Önceden, İslam benim yaşam planlarım arasında değildi ve asla düşünmemiştim. Ancak şimdi baktığımda 10 sene olmuş Müslüman olalı. Müslümanlarla çalışmaya başladığımda, ne kadar nezaket sahibi ve sabırlı olduklarını gördüm. Bende bir şeylerin eksik olduğunu hissettim. Bir ramazan ayında bir geceyi camide geçirdim, ertesi sabah olduğunda Allah'a iman ettim ve Hazreti Muhammed'in son peygamber olduğuna inandım. İşte benim hayatım o gün başladı" diye açıklayan Lauren Booth'un 2012'de Amerika Müslüman Hukuk Fonu için ABD'de yaptığı bir konuşma dizisi sırasında oluşan bir anı kitabı yazma fikrinin somutlaşmış hali Barış Yurduna Doğru.

Kitabında anlattığı hayatın Batılı anlamda bir pembe dizi olarak başladığını, bir süreliğine parlak bir romantik komedi olarak ilerlediğini belirten Booth ana rahminde mezara her kısa yolculuğun aynı, yani bir anlam arayışı olduğunun ortaya çıkmasıyla sonuçlandığını belirtiyor.

38 yaşına kadar pratik bir hayat şekli olan İslam'ın kendisi için tamamen bilinemez bir şey olduğunu belirten Booth, Batı Şeria'yı dolaşıp İngiliz gazeteleri için haberler yaparken, İşgal Altındaki Topraklardan bir hikâye çıkarma uğraşı esnasındaki gazetecilik görgü kuralları hakkındaki bilgisizliğinin kendisi için hem bir risk hem de nimet olduğunu ifade ederek "Tanıştığım Müslümanlar, bu kadar baskıcı koşullar altında yaşarken beni öfkeden sakin düşünceye ve umuda yönlendirmeye çalıştılar. Kaçınılmaz olarak, Müslümanların yol gösterici kitabı olan Kur'an-ı Kerim'i aldım. İşte o zaman hayat, evren ve her şey hakkında bildiğimi sandığım her şey alt üst oldu" satırlarını yazıyor.

Lauren Booth, doğumundan Filistin'deki aktivist çalışmalarına ve Müslüman oluşuna, dahası hac yolculuğuna kadar hatıralarını aktarıyor.

12 Aralık 2022 Pazartesi

Bütüncül bir bakışla İslam düşünce geleneği

 Hiçbir düşünme çabasının kendi başına var olmadığı gerçeğinden yola çıkarak düşünmenin zaman ve zeminle ilgisini kurmanın önemi büyüktür. Düşünme eyleminin kendiliğinden olduğunu, yani dışsal bir saik ya da etki ile düşünmenin gerçekleşmediğini varsaysak bile bu eylemin ortaya çıkışının zaman ve zeminle mukayyet olduğunu, hiçbir eylemin dışsal herhangi bir etkiden masun kalamayacağını da unutmamamız gerekir. Düşünmeyi herhangi bir parçayla sınırlamamanın, herhangi bir düşünme eyleminin içinde bulunduğu dünyadan ayrı gelişmediğini görmenin en iyi yollarından biridir belki de o düşünme eyleminin vücut bulduğu bütünü ıskalamamak.

İslam düşünce geleneğini başlangıcından günümüze kadar zaman-mekân, öğreti-ekol değişkenleri etrafında ele alarak kendi sürekliliği ve değişimi çerçevesinde ele alan bir çalışma İslam Düşünce Atlası. Bu atlasın içinde Eş'ari'yi, Maturidi'yi, Farabi'yi, İbni Sina'yı, İmam Gazzali'yi, İbn Rüşd'ü, İbn Arabi'yi, Sadrettin Konevi'yi, Molla Fenari'yi, Fahrettin Razi'yi, bulduğumuz gibi Ali Şeriati'yi, Hasan El-Benna'yı, Necip Fazıl Kısakürek'i, Necmeddin Erbakan'ı, Seyyid Kutup'u, Sezai Karakoç'u ve İsmet Özel'i de bulabiliyoruz. Bu niteliğiyle atlasın İslam düşünce geleneğini sürekli ve bütüncül bir okuma sunma yönündeki vaadine sadık kaldığını ileri sürebiliriz.

Yeni bir dönemlendirme

Gazzali öncesi ve sonrası şeklindeki yaygın sınıflandırmayı reddeden bir bakış açısıyla İslam düşünce geleneğine ilişkin yeni bir dönemlendirme öneren atlasın editörü İbrahim Halil Üçer. Önerilen dönemlendirme ise açık: Klasik dönem, yenilenme dönemi, muhasebe dönemi ve en son olarak arayışlar dönemi, yani modern çağlar.

Üç ciltlik ilk edisyonu 2017'de yayınlanan atlasın yeni edisyonunda ilk edisyondaki maddelerle makalelerin kayda değer bir kısmının güncellendiğini vurgulamalı. Bu güncellemenin yanında atlasa ilk edisyonda olmayan birçok ekleme de yapılmış. Bu eklemeler ve güncellemelerle yeni edisyonun altı cilde ulaşması ise atlasın kapsamındaki genişlemeyi gösteriyor.

İlk edisyonda olmayıp yeni edisyonda bulunan en önemli konu ise fıkıh. Atlasta İslam düşünce geleneğinin dört dönemi boyunca fıkhın gelişimini tartışan alan yazıları kadar üç yüze yakın fakih ve usul bilginini ele alan maddeler, fıkıh geleneği etrafında şekillenen kurum maddeleri ve fıkhın tarihi tarihî gelişimini takip edebileceğimiz haritalar bulunuyor. Fıkıh geleneğinin eklenmesiyle birlikte İslam düşünce geleneğinin daha kuşatıcı bir resmi sunuluyor. Doğrusu atlasın fıkhı İslam düşünce tarihi yazımının ayrılmaz bir parçası addetmesi onu ihmal ettiğimiz ölçüde sadece İslam düşünce geleneğine değil, aynı zamanda Müslüman yaşamı ve düşüncesine ilişkin de tutarlı ve bütüncül bir bakıştan yoksun kalacağımız öngörüsüne dayanıyor.

İlk edisyona nazaran yeni edisyondaki ikinci önemli ekleme ise Arayışlar dönemine, yani modern zamanlara tekabül eden döneme ilişkin. Sosyo-politik bir ajanda içine sıkışmışlığı kabullenmeyerek Müslümanların içinde gerçekliği kavradıkları temel disiplinler ve onlar üzerinden inşa edilen fikirlerin bu dönemde nasıl bir dönüşüme uğradığı sorusunu sorup Arayışlar Dönemi'nde matematik ve doğa bilimleri, felsefe, mantık ve usul, kelam, tasavvuf, tefsir, fıkıh ve sanat geleneklerindeki süreklilik ve dönüşümleri irdeleyen yazılarla genişleyen atlasta bu süreklilik ve dönüşüm evrenine eşlik eden sosyo-politik tasavvurlar da analiz edilmeye çalışılıyor.

İki yüzü aşkın akademisyenin katkı verdiği İslam Düşünce Atlası'nın yeni edisyonundaki eklemelerin sadece bunlarla sınırlı olmadığı, kitap ve sanat yapılarının tanıtımının da atlasa eklendiği söylenmeli. Ayrıca atlastaki güncelleştirmelere paralel olarak ilgili web sitesi de güncellenmiş.

2 Aralık 2022 Cuma

Osmanlı hukukunun temelleri

 Osmanlı'dan günümüze yaşanan zihniyet değişikliğinin bazı kavramsal temeller üzerinde gerçekleştiği hiç kuşkusuzdur. Sözgelimi bazen Osmanlı devletinin şeriatla yönetilirken günümüzde bu yönetimin buna mugayir olduğu söylenir. Yine Osmanlı tarihçiliğinde bazı amatör kalemlerden sık sık Osmanlı'daki şerî hukuk-örfî hukuk ayrımıyla ilgili analizler okuruz.

Osmanlı hukuk düşüncesinin tarih idrakinden nasıl beslendiğini, kanun dili ve tasnifini nasıl yaptığını inceleyen Osman Cengiz, Hukuk Düşüncesi adıyla yayınlanan kitabında temelde birbiriyle bağlı iki meseleyi ele alıyor. Bu meselelerden ilki on dokuzuncu yüzyıldan günümüze kadar gelen bazı Osmanlı hukuk terimlerinin önceki yüzyıllarda aynı anlamda kullanılıp kullanılmadığı iken ikinci mesele de bununla bağlantılı olarak "hukuk-ı şer'iyye" ya da hukuk-ı örfiyye dendiğinde kastedilenin ne olduğu, Osmanlı'nın hukuk tasnifi ve uygulamasında "özel hukuk-kamu hukuku" ayrımını hatırlatacak uygulamaların olup olmadığı.

Mistik padişah kimliği

Kitapta Osmanlı kanun ve hukuk geleneğinin daha iyi anlaşılması amacıyla Cengiz, Osmanlıların hukuk tasnif mantığı ve bu mantığın temelleri üzerinde yükselen bazı kavramları ele alıyor. Yazar Osmanlı devletinin şeriata göre mi yoksa örfe göre mi yönetildiği sorusuna cevap aramıyor.

Kavram dünyasını hayata yansıdığı şekliyle aktarmaya çalışan Osman Cengiz çeşitli kanunname, fetva ve sicillerde geçen şer', şer'iat, bid'at, cürm, günah gibi kavramları örnek veriyor. Kanunnamelerde geçen "günah" kavramını örnek veren Cengiz bu kavramın kanunnamelerde 'kusur' anlamında kullanıldığını belirterek "dinen Tanrı'ya karşı işlenen hata" anlamında olmadığının altını çiziyor. Bu kullanımın "galiz günah"ı da "ağır kusur" olarak karşılamaya imkân verdiğini ifade eden Osman Cengiz, reâyânın önceden askerî olmayan bütün kesimler için kullanılırken 19. yüzyıldan itibaren sadece gayrimüslimleri ifade eden bir anlama gelmeye başladığını belirtiyor. Benzeri şekilde cürüm günah, suç; örf de adet, kanun anlamına gelirken kanunnamelerde yerine göre ilki "para cezası" ikincisi ise "işkence" anlamına gelebiliyordu. Bugün şer'î hukuk dendiğinde örfî hukuk olarak nitelendirilen bir alanın karşısında konumlanan topyekûn bir hukuk sisteminin ifade edildiğini belirten Osman Cengiz, Osmanlılarda kanunname ve fetvalarda geçtiği şekliyle çoğu kez söz konusu terkiple halkın yerine getirmekle yükümlü olduğu ve sipahiler için vergi hukukuyla ilgili bir kavram olarak hak ettikleri "yasal maaş"ın ya da "yasal pay"ın kastedildiğine işaret ediyor.

Şer' ve şeri'at kavramının Osmanlılarda üç anlama geldiğine dikkat çeken Osman Cengiz bu anlamları şöyle ifade ediyor: din, yasa ve mahkeme. Şer'î hukuk-örfî hukuk ayrımına ilişkin dinî hukuk ve yasa geleneği tarafından aktarılan hukuk şeklinde yapılan ayrımın hukukun kaynağını gözetmesi bakımından doğru bir ayrım olduğunu belirten Cengiz, yine de bu ayrımın kapsam bakımından yapılmış bir tasnif olabileceği sorusunu soruyor. Ebussuud Efendi ve Pîr Mehmed Üskübî'nin bazı fetvalarında Osmanlı dünyasındaki fıkıh müdevvenatında yer almayan vergilerin dine uygun görüldüğüne değinen Cengiz, şerî hukuk ve örfî hukuk tasnifinin Roma Hukuku'ndaki özel hukuk (ius privatum) ve kamu hukuku (ius publicum) ayrımına dair tatbikin ayrı bir türü sayılabileceğini belirtiyor.


18 Kasım 2022 Cuma

Soyut aklın sınırları

 İslam dünyasının önde gelen düşünürleri arasında sayılan Faslı dil, mantık ve Ahlak filozofu Taha Abdurrahman, çağdaş Arap entelektüellerin İslam düşünce geleneğiyle ilişki kurma noktasında yaşadıkları başarısızlıkların ve İslam dünyasındaki fikri ve yapısal sorunların temelinde modernliğe yönelik taklitçi tutumun yattığına dikkat çeker. Batı düşüncesini taklit etmenin bedeli Müslümanlar için ağırdır; çünkü onlar bu yolla hem geleneklerine yabancılaşırlar hem de çarpık bir Müslüman benlik tasavvuru üretirler. Dahası Taha Abdurrahman'a göre günümüzde Müslümanların karşılaştığı sorunların tamamı İslam'dan değil dış güçler ve etkenlerden kaynaklanmaktadır; özellikle bu sorunların ortaya çıkışında Müslümanların Batı'nın baskın bilgi biçimlerine bağımlılığı inkâr edilemez.

Taha Abdurrahman Türkçeye Dini Amel ve Aklın Yenilenmesi ismiyle çevrilen kitabında dini akıl ve amelin nasıl yenileneceğine ilişkin düşüncelerinin felsefi ve metodolojik ilkelerini ortaya koyarken amaçladığının da son 50 yıldır yaşanan İslami uyanışa fikri bir dayanak sağlamak olduğunu kaydediyor. Dini uyanışın teyakkuza geçirilebilmesi için gereken bütünlük ve yenilenme şartlarının ortaya çıkarılmasına katkı sağlamayı amaçlayan Taha Abdurrahman'a göre İslami uyanışta bütünlüğü temin etmenin yolu iman tecrübesinin derinlerine dalarak son noktaya gidebilmekten geçiyor. Bu yolculuktan nasiplenen kişinin ahlaki yüceliklerle donanacağına ya da dürüstlüğe gönül vereceğine kani Abdurrahman. İslami uyanışın yenilenmesinin ise derin iman tecrübesinin en yetkin akli yöntemler kullanılarak çerçevelenmesini, düzenlenmesini ve kurulmasını elverişli duruma getirmekten geçtiğini belirten Taha Abdurrahman, İslami uyanışa muhalefet edenlerin karşılarında yetkin ve kendileriyle yüzleşebilen kişiler bulamadıkları için bu uyanışa musallat olduklarını düşünüyor.

Yeni akıl kavramı

Manevi tecrübenin akli bilgiyle asla çelişmediğini, aksine bu bilgiyi zenginleştirdiğini ve derinleştirdiğini ifade eden bakış açısıyla Taha Abdurrahman, İslam dünyasındaki çarpık akıl anlayışlarını eleştiriyor. İslam düşünce geleneğinden yararlanarak yeni bir akıl teklifinde bulunan Abdurrahman, bu yeni akıl kavramıyla hem İslam geleneğindeki çeşitli eksikleri gideren hem de modern akılcılık anlayışlarını ve bilhassa araçsal aklı aşan farklı bir öznellik geliştiriyor. Her biri üç ayrı bölüm içeren üç kısımdan oluşan kitabında soyut akıl, rehberlik edilmiş akıl ve desteklenmiş akıl kavramları ile modernliği ve modernliğin ruhunu tartışacak kapsamlı bir ahlaki-akli eylem teorisi geliştiren Abdurrahman'ın kendi projesini üzerine bina ettiği vukufların sadece günümüz Müslümanlarının durumlarının eleştirisiyle ilgilenmediğini, aynı zamanda onun eleştirilerinin kapsamına bilhassa Batılı-modern fikri geleneklerin de girdiğini görmek gerekiyor. Bilgi ile eylemi, ilim ile ameli iç içe geçiren bir epistemoloji çerçevesinde kelam, fıkıh, felsefe, mantık ve tasavvufun da aralarında olduğu pek çok disiplinin söz dağarından yararlanan Abdurrahman kitabının birinci kısmında soyut aklı ve onun sınırlarını tartışıyor. Soyut aklın özlerden bir öz değil, fiillerden bir fiil olup kimisi özel kimisi genel birtakım sınırları bulunduğu ilkelerine dayanan Abdurrahman, soyut aklın özel sınırlarını İslami düşünce sistemindeki teori geleneğine yoğunlaşarak izah ederken soyut aklın mantıki, olgusal ve felsefi anlamdaki genel sınırlarını da bilimsel pratiğe temas ederek açıklıyor. Kitabının ikinci kısmında rehberlik edilmiş aklı ve sorunlarını, üçüncü kısımda ise desteklenmiş aklı ve yetkinliklerini ele alan Taha Abdurrahman böylelikle derece derece aklın olduğunu ve en olgun akılcılığın ise canlı iman tecrübesini esas aldığını savlıyor.

12 Kasım 2022 Cumartesi

Küreselleşme sürecinin felsefi söylemi

 Yirminci yüzyılın son çeyreğinde sanat ve edebiyattan şehirleşme ve mimariye felsefe ve dinden sosyoloji, siyaset ve ahlaka kadar hemen hemen bütün beşerî faaliyet alanlarında etkili olan bir tartışmaydı postmodernizm ve elbette onun türevi sayılabilecek diğer tartışmalar. Felsefede ilkin bir talep üzerine "son derece gelişmiş toplumlarda bilginin durumunu ortaya koymak" amacıyla Fransız filozof Jean-François Lyotard'ın hazırladığı ve 1979'da yayınlanan raporda işaret edilen postmodernite ya da postmodern durum deyişi bu toplumlarda ortaya çıkan meşruiyet krizini niteleme girişimi olarak görülebilir. Lyotard aşırı bilgisayarlaştırılmış toplumlarda toplumsal bilginin meşruiyeti probleminin oluştuğunu; bu toplumlarda her türlü bilginin geçerli sayılmayıp ancak bilgisayar diline aktarılan bilginin geçerli kabul edileceğini ileri sürmüştü. Lyotard'ın tasvir ettiği şekliyle postmodern durum modernist dönemde etkinlik kazanmış meta-anlatıların inanırlılıklarının olmadığı bir dönemi ifade ediyordu. Eşitlik, adalet, hümanizm, ilerleme, özgürlük vb. kelimelerle işaret edilen meta-anlatıların (bir bakıma üst bir bakıma büyük anlatılardır bunlar) çevresinde, onlara dayanarak geliştirilen kapsamlı kitle ideolojilerinin de postmodern durumda eski önemlerinin kalmayacağını öngören Lyotard belki bu bakımdan sosyalizmin 1989'daki çöküşünü önceden haber vermiş sayılabilirdi.

Kavşaklar ve seçenekler

Felsefe ve sosyolojide postmodernist söylemin ikinci dönemiyle Wittgenstein ve Heidegger, Foucault, Lyotard, Richard Rorty, Gilles Deleuze, Jacques Derrida, Roland Barthes,Pierre Bourdieu gibi isimlerin eserlerinde ön plana çıktığını söylemek mümkün. Batılı hümanizme, Avrupamerkezcilikle malul dünya algısına ve daha genel anlamda aydınlanma ve modernlik düşüncesine yönelik köklü eleştiriler geliştiren bu isimlerin "dil oyunları, söylem, ideoloji, doxa, habitus" vb. kavramları kullanarak bu eleştirilerini dile getirdikleri görülür. Postmodernizmin özellikle Nietzsche ve Heidegger gibi iki Alman düşünürü kök sayan yaklaşımlarıyla 1960'lardan sonraki Fransız felsefesinin önemli isimleri arasında yer alan Lyotard, Foucault, Derrida, Deleuze gibi isimlerin önayak olduğu ve modern özne tasavvurlarının kapsamlı bir eleştirisinin gerçekleştiği bir mecra olduğu iddia edilebilir. Bu eleştirileri dile getirenlerin önemli bir kısmının geçmişlerinde Cezayir tecrübesinin bulunduğunu da eklemek gerekir. Buradan yola çıkarak Fransız işgali altındaki Cezayir tecrübeleri modernliğin kavramsal iddialarının geçerliliğini nihai kertede çürütmüş addedebiliriz.

Postmodernizmin küreselleşmeyle aynı zamanlarda geliştiğini hatırlatarak onu bir anlamda küreselleşme sürecinin felsefi ya da siyasi söylemi addedebileceğimizi söyleyen Prof. Dr. Yasin Aktay, Postmodern Kavşakta Din ve Sivil Toplum adlı eserinde din sosyolojisi, modernizm, postmodernizm, sekülerleşme ve sivil toplum tartışmaları etrafında yazdığı makaleleri bir araya getirerek kavşakların genelde farklı seçenekler sunduğunu, modernitenin aksine postmodernitenin farklı yol ve güzergahlardan gidilebileceğine dair açık alanlar bıraktığını vurguluyor ve ekliyor: "Görecelik postmodernitenin sadece keşfettiği bir hakikattir, bu hakikat, insanın insanlığını, faniliğini, sınırlarını, yani aslında yerini ona öğreten bir etki de yapıyor. İnsanı tanrılaştıran ve bütün hakikatlerin tek ölçüsü haline getiren modernizmin hümanizminin, bizi alıştırdığı kesinlik duygusunun kendisinde bir maraz olduğunu bugün anlamaya bu sayede daha fazla yaklaşmış bulunuyoruz."

Gerçek hayat ve felsefe aynı şey!

 Yirminci yüzyılın en çok tanınan Fransız filozofu olan Jean Paul Sartre, bu ününü elbette sırf felsefi görüşleriyle değil edebi, siyasal, kamusal etkinlikleriyle de pekiştirmiştir. Varoluşçuluk dendiğinde ilk akla gelen isim olmasının dışında oyun yazarı ve romancılığının yanısıra aktif siyasi hayatı ve "kamusal entelektüel" olarak Bernhard-Henry Levy'nin deyimiyle "kamuoyuyla birlikte felsefe yapması" ile bilinen Sartre bir bakıma varoluşçuluğun papası sayılır. İnsan için varoluşun özden önce geldiğini ileri süren varoluşçuluk tanımıyla varoluşçuluğu bir hümanizma olarak sunan Sartre fenomenolojiye getirdiği yeni soluk ve Marksist felsefeyle ilginç ilişkisi sebebiyle de dikkat çekti. İdeolojik açıdan Sartre'ın Marksistlerle uyuşmazlık içinde olduğunu belirten Simone de Beauvoir onun Marksistler tarafından idealizmle ve gençleri Marksizm'den soğutmakla suçlandığını da ekler.

Yazdıklarını yaşadı

Sartre'ın yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan edebi kişiliğine uygun bir biçimde bireysel tecrübelerinden evrensel sonuçlara ulaşmaya çalışan bir filozof niteliği taşıdığı da söylenebilir. Varoluşçuluğunun ruhuna uygun bir tarzda felsefesi ile hayatını korumaya çalışmaz, lakin gerçek hayat ile felsefenin aynı şey olduğunu düşünür. Bir bakıma Sartre geleneksel anlamda akademik bir filozof olmaktan öteye geçer; Marksist, solcu, yazar, aydın, anarşist, eylemci vb. sıfatların hemen hepsini ihtiva eden bir tutum benimser.

Yılda iki kez yayınlanan Özne dergisinin Bahar 2022 tarihini taşıyan 36. Kitabının dosya konusunu Sartre ve onun temsil ettiği Varoluşçuluk oluşturuyor. Dergide Sartre'ın ihmal edildiği ve hak ettiği felsefi değeri görmediği düşünüldüğü için Sartre'ın konu edinildiği belirtiliyor. Romanları hâlâ ilgi görmesine karşın Sartre'ın felsefi düşüncesini ele alan çalışmaların azlığı vurgulanarak onun bu bakımdan önemli bir haksızlığa uğradığı da ifade ediliyor. Sartre ve onun düşünceleri olmadan yirminci yüzyılın anlaşılmasının epey zor olacağının belirtilerek içinde bulunduğumuz yüzyılla geride bıraktığımız yüzyıl arasındaki felsefi hattın mahiyetine ilişkin yapılacak yorumların eğer Sartre düşüncesini ihmal ederlerse eksik kalacağı vurgulanan sunuş yazısında Sartre'ın yaşadığımız dünyaya söyleyecek sözünün hâlâ kaldığına da işaret ediliyor. Ali Osman Erdoğan ile Sadık Erol Er'in birlikte yazdığı sunuş yazısında Sartre düşüncesinin 1970'lerde postyapısalcılığın ortaya çıkışıyla birlikte etkisini kaybettiği noktasında felsefe tarihçilerinin mutabık oldukları vurgulanarak o zaman dan bu yana Sartre'ın argümanlarının eski moda ve hatta esrarengiz göründüğü belirtiliyor. Dergide hem bu algıyı yerle bir etmek hem de Sartre'ın düşüncelerinin hak ettiği ilgiyi görmesi için hazırlanan kapsamlı dosyada salt onun felsefi eserleri değil sinema, edebiyat ve siyaset meseleleriyle ilgisi de ele alınıyor.

Dergide Sartre'ın Augustinus, Kant, Marx, Nietzsche, Heidegger, Brecht, Camus, Fanon, Foucault, Deleuze ve Lacan'la etkileşimlerini ele alan ve genelde çeşitli yazarlardan tercüme edilen makalelerin yanı sıra Özgür Taburoğlu, Ali Osman Gündoğan, Hüseyin Aydoğdu, Uğur Köksal Odabaş, Seçil Özdemir gibi isimlerin de makaleleri yer alıyor.

19 Ekim 2022 Çarşamba

Tiksinmenin, utanmanın sosyolojisi

 Duygular genelde ölçülemez, tartılamaz, tartışılamaz, hesaba kitaba gelmeyen keyfiyetlerden sayılageldiği için pozitivizmin yoğun etkisi altındaki son yüzyılda bilimler tarihinde pek ele alınmamıştır. Nicellenebilir, genelleştirilebilir, tekrarlanabilir olgularla uğraşan doğa bilimleri bir yana toplumsal bilimlerde de etkisi yoğun hissedilen pozitivizm sebebiyle duygular kolaylıkla ele alınan, tartışılan konular arasında değildir. Yer yer sosyal bilimcilerin edebiyatla, güzel sanatlarla uğraştığını görsek de genellikle çalıştıkları disiplinle uğraş konularını ele almaya pek yaklaşmazlar.

Toplumsal bilimlerin başlıcasını oluşturan sosyolojinin de duyguları ele almaya yeterli yer ayırdığı kolayca söylenemez. Buna mukabil sosyologların duygu verimlerine büsbütün bigâne kaldıkları da söylenemez. Sözgelimi sosyolojinin gözde kurucu babalarından Durkheim ilkel toplumlardaki dini ritüelleri ele alırken "coşku"yu, toplumsal eylemi çözümleyişinde Weber "anlam"ı, Marx'ın din için "kalpsiz dünyanın kalbi" derken duygularla kendi düşüncelerine bir dolayım aradıklarını görürüz. Erwin Goffman'ın sosyolojik çözümlemelerinde "utanç" ve "onur" kavramlarını yeri pek tartışılmaz; Goffman onların toplumsal hayatta edindikleri merkezi yeri açığa çıkartır çünkü.

Sosyal hareketlerde etkili

Bütün bunlara karşın 1970'li yıllara kadar duyguların sosyoloji içinde yeterince yer bulduğunu söylemek mümkün değildir. Sosyoloji içinde bugün gördüğümüz azımsanamayacak külliyatın son elli yılda, özellikle sembolik etkileşimci sosyolojinin mikro analizleri sayesinde oluştuğunu vurgulamak gerekir.

Baş editör olarak Köksal Alver'in yerini Ahmet Koyuncu'ya bıraktığı altı aylık sosyoloji Divanı dergisi 19. sayısında "Duygular Sosyolojisi"ni ana konu başlığı olarak belirlemiş. Bu konu etrafında yazılan yazıların hemen hepsinde duygunun sosyolojik imkanlarından çok, birbirinden farklı duyguların yerini araştıran bir ortaklık bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Tiksinti, utanma, mutluluk, ağıt gibi çeşitli duyguları ele alan makaleler ayrıca kimlik, din, ekonomi, tüketim, sosyal hareketler gibi farklı alanları kimileyin duygular sosyolojisiyle ilgili literatürü kimileyin de bir roman ya da filmi çözümlemeleri için çerçeve olarak belirliyorlar. Dergide Asım Yapıcı din alanında duyguların ne tür toplumsal kategoriler oluşturduğunu çözümlerken İbrahim Halil Yılmaz, sosyal hareket teorilerinden hareket ederek duyguların sosyal hareketlerin oluşumu ve gelişimine etkilerini irdeliyor.

Sertaç Timur, Bahattin Cizreli, Alkan Üstün, Merve Betül Üçer, Hatice Budak, Aynülhayat Uybadın, Ekrem Saltık, Atakan Durmaz, Süheyla Ayvaz da yazılarıyla dosyanın tekamülüne katkı sunanlardan. Bu makalelerde endüstriyel mutluluk çağrısının eleştirisinden sinemaya dair tarihyazımında sözlü belgeler ve duygulara, 1980'li yıllarda Elele gibi popüler dergiler eliyle orta sınıfın hayat tarzı pratiklerinde yaşanan değişimlerden travmatik yas süreçleri ve Osmanlı devletinin çöküşünde bu tür bir sürecin duygular düzleminde neler anlatabileceğine kadar birçok ilginç konu ele alınmış. Sayı editörlüğünü ise Ali Zafer Sağıroğlu üstlenmiş.

Pembe Hıristiyanlar ve Rusya

 Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev, Çehov, Puşkin gibi birçok edibin eserlerinin Türkçeye çevrilmiş olmasına karşın on dokuzuncu yüzyıl Rus düşünce dünyası hakkında yeterli bilgilere Türkçede sahip olmadığımız söylenebilir. Özellikle onyedinci yüzyıl sonrasında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Rus devrimine dek süren büyük savaşların gerçekleştiğini ve bu iki devletin handiyse birbirinin can düşmanı olduğunu hatırlarsak Osmanlı devletinin bakiyesinin yön verdiği Türk düşünce dünyasında düşman komşunun fikri hayatının ihmal edildiğini görmek üzücüdür. Osmanlı'da olduğu gibi Rus düşünce hayatı bakımından en zengin ve karmaşık dönemi oluşturan ondokuzuncu yüzyılın toplumsal ve siyasal bakımlardan da epey hareketli geçtiği düşünülürse tıpkı Osmanlı devletinin bekası için türeyen siyasal akımlar gibi Rusya'da da Çarlık rejiminin bekası için birtakım akımların türediği, bu akımların ve tartışma konularının modern Rus siyasi düşüncesinin zeminini oluşturduğu açıktır.

Otokrasi savunusu

Napolyon savaşlarının ardından Rus entelektüelleri ve devlet adamlarının üzerinde en çok söz sarf ettikleri kavram olan "otokrasi"yi savunan Konstantin Nikolayeviç'in 1863'te başlayıp yaklaşık 10 yıl süren diplomatik kariyerinin sonlarında yazdığı eseri Bizansçılık ve Slavlık bir açıdan Rus siyasi tarihinin önemli kavramlarının edebi, dini ve tarihsel bir yorumu olarak değerlendirilebilir. Fransız ihtilalinin imparatorluk rejimlerini tehdit eden ilkelerine karşı olarak ilk kez 1833'te Çar I. Nikolay'ın Eğitim Bakanı Sergey Uvarov tarafından önerilen "Ortodoksluk, Otokrasi ve Milliyet" meşhur üçlemesinin de otokrasiyi devletin bekasının ayrılmaz bir parçası olarak gördüğüne şüphe yok. İngiltere ve Fransa gibi dönemin önemli batılı devletlerinin desteğini alan Osmanlı devleti ile Rusya arasında gerçekleşen Kırım Savaşı sonrasında, Rusya'nın Batı'dan izole edilişini jeopolitik bir dille yorumlayan ve Rusya ile Batı arasında antagonist bir ayrım olduğunu düşünen Nikolay Yakovleviç Danilyevski'nin akıl hocası olduğu Konstantin Nikolayeviç'in tıp öğretimini Kırım Savaşı sebebiyle yarıda bırakıp askeri doktor olarak cephede görev aldığını da belirtmeli. Fransız İhtilali'nin ilklerinin içerdiği tehditlere karşı "Peki biz ne diye endişeleniyoruz? Avusturya ve Türkiye ayakta durmuyor mu en nihayetinde? Avusturya ve Türkiye'nin ömrü uzun olsun (bilhassa bu sonuncusunun). Türkiye'nin varlığını sürdürmesi hem bizim için hem de Doğu'da bizle aynı inancı paylaşan çoğunluk için faydalı bir şey olduğunun bugün dahi pek çok kişi farkında" satırlarını kaleme almasının sebebi de bu.

Slav dünyasında Orta Avrupa Cermenlerine, Roma Kilisesine ve en nihayetinde Batı medeniyetine karşı Bizansçılığı savunmaya dönük bir eğilim yaygındır. Konstantin Nikolayeviç'in benimsediği tarih görüşünün bu eğilime yaslandığı gayet açık, bu tarih görüşüne göre fenomen tarihte asla yok olmaz, belki zaman ve mekân şartlarına ayak uydurup yeni bir forma girer, varlığını böyle idame ettirir. Dostoyevski ve Tolstoy'u "pembe Hıristiyan" olmakla suçlayan Konstantin Nikolayeviç Leontyev'in kitabında Rusya'nın "özgül bir yol"a sahip olduğunu ispatlamaya çalıştığını, bu özgüllüğün içeriğini de Bizans mirasçılığına dayandırdığını ifade edebiliriz.

Erol Güngör ve fikri mücadelesi

 Çağdaş Türk düşüncesinde Ziya Gökalp'ten Yılmaz Özakpınar'a ve günümüze dek uzanan muhafazakâr milliyetçi çizginin önemli duraklarından biridir Erol Güngör. Hem akademik bakımdan hem de içinde yer aldığı zengin ve geniş muhit bakımından yetişme dönemi son derece ilgi çekici olan Erol Güngör'ün fikri mücadelenin epey yoğun olduğu bir dönemde entelektüel sorumluluk duygusuyla içinde bulunduğu geleneğin kendisinden önceki mirasını deruhte ederek zenginleştirip sonraki kuşaklara devretmeye yönelik çabasında muhitinin de önemli katkıları vardır hiç kuşkusuz. Bu muhit içinde yaş ve kuşak bakımından Erol Güngör'ün öncüsü sayılabilecek birçok sima yer alır; Fethi Gemuhluoğlu, Ayhan Songar, Ziya Nur Aksun, Ali Fuad Başgil, Osman Turan, Nihal Atsız, İbrahim Hakkı Ayverdi, Mükrimin Halil Yınanç, İbrahim Kafesoğlu, Mahir İz bunlardan bazılarıdır sözgelimi. Mehmet Genç, Emin Işık, Mehmed Çavuşoğlu gibi isimlerle ise akrandır.

Güngör'ün özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra beşerî bilimlerin yeniden yapılandığı bir dönemde önemli çalışmalarını kaleme aldığını unutmamak gerekir. Ondokuzuncu yüzyıldan başlayarak savaş öncesine kadar uzanan dönemde beşerî bilimlerde disiplin ayrımları önemli sayılmış, sosyolojiden antropolojiye birçok disiplinde çalışan bilim adamları kendi disiplinlerinin dışına adım atmakta tereddüt etmişlerdi. Erol Güngör'ün ise eserlerini kaleme aldığı dönemdeki gelişmelere uygun olarak asıl uzmanlık alanı sayılan sosyal psikolojide kapalı kalmak yerine diğer alan ve disiplinlere de uzanan bir bakışa sahip olduğu söylenebilir. Multidisipliner bir yaklaşımla sosyal psikolojiden tarihe, antropolojiye, sosyolojiye, din sosyolojisine, edebiyata ve edebiyat eleştirisine dahil edilebilecek yazılarını kaleme alan Güngör'ün ülkede yaşanan birçok meseleye özgün bir bakış geliştirdiği öne sürülebilir.

Garplılaşmanın neresindeyiz?

Hilmi Ziya Ülken, Ziya Gökalp ve Mümtaz Turhan gibi düşünce adamlarını kendi fikri öncüsü addeden Erol Güngör'ün eserlerinde sergilediği yaklaşımları çözümlemeyi ve onun düşüncelerini soğukkanlı bir şekilde analiz etmeyi amaçlayan Erol Güngör Kitabı'nda sosyoloji ve psikoloji çalışmalarıyla ön plana çıkmış birçok aydının yazısı bir araya getirilmiş. Mustafa Kemal Şan'ın editörlüğünü yaptığı kitabın ilk yazısında Mustafa Kemal Şan ve Adem Bölükbaşı Erol Güngör'ün Türk modernleşmesine dair düşünce ve eleştirilerini din ve toplumsal değişme bağlamında değerlendiriyorlar. Mümtaz Turhan'ın Peyami Safa ve Akis dergisinde gelişen çeşitli tartışmalarla başlayan ve ünlü "Garplılaşmanın neresindeyiz?" sorusunu baz alan Türk modernleşmesi eleştirisinden Güngör'ün etkilendiği boyutları ele alan ve bu etkinin Güngör'ün yaklaşımına nasıl yansıdığını soruşturan Şan ve Bölükbaşı'nın düşüncedeki sürekliliği göz önünde tuttuklarını söyleyebiliriz. Erol Güngör'ün asistanlık dönemlerinden arkadaşı olan ve kitap hazırlanırken vefat eden merhum Doğan Cüceloğlu'na ait ikinci yazıda Doğan Cüceloğlu'nun Erol Güngör'le ilgili hatıralarını okumak mümkün. Kitapta ayrıca Yılmaz Özakpınar, Tahsin Görgün, Kurtuluş Kayalı, Erol Göka, Murat Beyazyüz, Bedri Gencer, Fahri Yetim, Bilal Yamak'ın Erol Güngör'ün eserinin değerlendirilebileceği perspektifleri serimleyen yazıları bulunuyor.

30 Eylül 2022 Cuma

Heidegger'in egzistansiyel tasavvuru

 Günümüz felsefe dünyasında isimleri anılmadan, kendilerine bir şekilde atıf yapılmadan felsefe yapılamayacağını bildiğimiz bazı isimler vardır. Sokrates, Platon, Aristoteles vb. felsefenin klasik isimleri dışında Descartes'le başladığı kabul edilen modern dönemlerde Kant, Hegel, Nietzsche, Wittgenstein gibi felsefenin bu tarz isimleri arasında ismini sık sık duyabileceğimiz isimlerin başında gelir Martin Heidegger. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Jean Paul Sartre dolayısıyla bütün dünyada felsefe ve sanatta yaygınlaşan varoluşçu akımın fikirlerini dayandırdığı isimlerden biridir Heidegger. Yine bu savaş öncesinde 1933'te Nazi partisine üye olmasından tutun da teknoloji karşıtlığına ilişkin ilgi çekici düşünceleri ileri sürmesine kadar birçok veçheden ilgi uyandırır Heidegger. Onun düşüncesinin başlıca konusunu ise Varlık meselesi teşkil eder. Etkisi beşeri bilimlerden edebiyata, psikiyatri ve hermenötikten teolojiye birçok alanda izlenebilecek Heidegger'in bu etkisi Gadamer'den Sartre'a, Merleau-Ponty'den Levinas, Foucault ve Derrida'ya pek çok kıta felsefecisi üzerinde kalıcılaşmış bile sayılabilir.

İlk kez 1927'de yayınlanan ve felsefe tarihinin önemli eserleri arasında sayılan Varlık ve Zaman adlı kitabıyla Martin Heidegger'in eski Yunan'dan kendisine kadar gelen Batı felsefe geleneğini varlık sorusunu unutmakla itham ederek varlık meselesini yeni bir ışık altında tartışmayı amaçlar. Unutulan varlığın anlamını zamanın ufkunda açığa çıkarmayı hedefleyen bir proje olarak görebileceğimiz bu eserinde Heidegger bunu yapabilmek için öncelikle Dasein analitiğini geliştirir. Dasein analitiğinde dünya kavramının merkezi bir öneme sahip olduğu söylenmelidir. Bu analitikte dünya kavramı Dasein'in varoluşuna anlam vermek bakımından öne çıkar.

Kökensel birlikli yapı

Heidegger, hem bir yandan Parmenides'ten Descartes yoluyla modern zamanlara kadar ulaşan dünya tasavvurları geleneğini eleştirir hem de bu geleneğin uzlaşmaz bir şekilde iki ayrı varolan olarak ele aldığı ben ile dünyanın kökensel olarak birlikli bir yapı içinde olduğunu ileri sürer.

Heidegger'in tasavvurunda dünyayı dünya yapan şeyi, Varlık ve Zaman'daki dünya kavramına Heidegger'in Dünyası adını taşıyan çalışmasında derinliğine nüfuz etmeye çalışan Özkan Gözel şunları söylüyor: "Dünya, içerdiği şeylerin toplamı coğrafi bir mahal olarak epistemolojik bir ilginin konusu olmanın öncesinde ve ötesinde, Dasein'ı Daein yapan temel ontolojik belirlenimi ifade eder... dünya-da-olma, fırlatılmışlık ile ölüm arasında varolan Dasein'ın özsel varlık karakterini oluşturur." Heidegger'in varlık ve Zaman'da özne ve nesne dikotomisini aşmaya çalışarak ne nesnel olan ne de öznel sayılması gereken bir egzistansiyel tasavvur geliştirdiğini işaret eden Gözel kitabında Varlık ve Zaman kitabında geliştirdiği dünya kavramına ve dünya-da-olma'nın anlamına odaklanarak filozofun dünyasına nüfuz etmeyi deniyor. Varlık ve Zaman'dan seçtiği bölümlerin ayrıntılı bir şerhini hedefleyen Gözel eserdeki dünyasallık mevzusunun tüm boyutlarını ele alma gibi bir amaç taşımıyor yine de. Ancak seçilen ve ayrıntılı olarak şerh edilen kısımların taşıdığı merkezilik dolayısıyla Varlık ve Zaman'a iyi bir giriş hüviyeti sergilediğini vurgulayabiliriz.

Kitabında ayrıca Heidegger'in dünya tasavvurundaki değişimleri takip edebilmesi için Françoise Dastur'un makalesine de yer veriyor Gözel. Yine kitapta ek olarak Heidegger'in Dasein'a ilişkin kullandığı "ölüme-doğru-varlık" kavramının ve ölümlülüğün dünya-da-olma ile ilişkisi sebebiyle Gözel'in daha önce yayınladığı başka bir makalesi daha yer alıyor.

‘Hacı'nın statüsü mercek altında

 Toplumsal sermaye kavramı söz konusu olduğunda din onun önemli kaynaklarından biri olarak görülebilir. Toplumsal sermayenin esaslı göstergelerinden olan itibar, statü vb. durumların dinî referanslarla girdiği etkileşim, ilgi ve irtibatların neticesinde ortaya çıkan bazı söylemlerin geleneksel yapılarla modern yapılar arasında görülen farklılaşmalarla toplumsal sermayenin işlerselliğini farklılaştırdığı da bilinir.

Geleneksel bir toplumda dindarlığın ürettiği itibar mekanizmaları veya modern toplumlardaki statü kalıplarını din sosyolojisi çerçevesinde ele almayı amaçlayan herhangi bir çalışmanın evvel emirde toplumsal yapı ve din alanlarında gelenekselliğin, modernliğin ve yerelliğin yansımalarını değerlendirmesi icap eder.

"Hacı" kategorisinin Türkiye'de toplumsal yapı ve din ilişkisini serimlemede önemli göstergelerden biri olarak dinsel itibar kadrosu içinde yer aldığını belirten Fatma Çakmak, Din, Statü, İtibar başlığını taşıyan çalışmasında hacı statüsünün nasıl bir toplumsal sermaye biçimi kapsamında itibara kaynaklık ettiğini ve bu itibarın hangi algıları somutlaştırdığını çeşitli yerel ve modern unsurların ürettiği şartları göz ardı etmeden ele almaya uğraşıyor. Geleneksel toplumdan modern topluma geçişin oluşturduğu kopma ve sürekliliklerin hacı olmayı seküler bir hayat düzeni bakımından saygınlığın form ve temsilleri arasında farklı konumlandırdığını ifade eden Çakmak, hacılığın gelenekselliğin izlerini taşıyan, aynı zamanda modern olana da işaret eden dinî statülerin melez bir yansımasına dönüştürdüğünü söylüyor. Çalışmasının bağlamını hacı statüsünün toplumsal yapı-din içerisindeki itibarını ortaya koyarak bu itibarın dönüşümü ve statü aşınmalarını incelemek olarak seçen Çakmak, istatistiki veriler yerine, hacı tipolojisini, deneyimsel bir perspektifle çözümlemeyi seçiyor.

Kutsallık arayışı

Giriş ve Sonuç ve Değerlendirme dahil beş bölümden oluşan kitabının ilk bölümünde Hacı ve Kutsallık arayışı olarak İslam'daki hac ve hacılığın hikmet ve menasık olarak niteliklerini irdeleyen ikinci bölümde hacı kategorisi dolayısıyla dinsel itibarın tezahürünü ele alıyor. İslam geleneğinde hacca ve hacılığa atfedilen önem ve itibarın Türkiye'nin toplumsal geleneğinde de onu geçmişten bu yana seçkin bir temsil kategorisine dönüştürdüğüne dikkat çeken Çakmak modernleşmenin getirdiği gündelik hayat pratikleri içerisinde hacı tipolojisinin toplumun geneline hâkim bir otoriteden çok "kanaat önderi" tarzında halk dindarlığının taşıyıcı ve karakteristik bir unsuru olarak bahsedilebileceğini belirtiyor. Hacıyı toplumsal anlamda dini bir otorite veya kültürel bir öge olarak gören zihniyet dünyası ile onu kendi halinde bir kanaat önderi olarak gören zihniyet dünyasının dindarlığın farklı parametreleri tarafından biçimlendiğini vurgulayan Çakmak, böylelikle geleneksel dünyadan modern dünyaya dinî zihniyet üzerindeki değişimin hacı tipolojisi bakımından şekillenişine de ışık düşürüyor.

Türkiye'de mevcut toplumsal ortamda hacılık gibi son derece yaygın bir dinsel statünün ideal manada temsil edilebilmesine ilişkin dini duyarlılığa yeterince alan açılabildiğini söylemek mümkün değil. Sözgelimi Şanlıurfa gibi geleneksel dini bir kültürden beslenen ve şahıs merkezli nüfuz yapılarının (bu yapılar arasında dini kanaat önderliği, etnik ve feodal alışkanlıkların etkili olduğu ağalık sayılabilir) etkili olduğu toplumsal şartlarda hacı olmak geçmişe nazaran daha dar ve hatta öznel bir sıfat olarak kalır. İzmir ve Ankara gibi şehirlerde ise hacının itibarı, kişisel olarak sergilenen ve dini olanın aksine görülen olumsuzluklardan daha çok etkilenir. Deyim yerindeyse dinî anlayışlar hacının nüfuz ve itibarını doğrudan etkiler, kişisel yorumlara açık görülen bir temsil alanı hacılığın etrafında şekillenir. Din sosyolojisi alanında yazdığı doktora tezine dayanan eserinde Çakmak Weber'den Bourdieu'ya Gofman'dan Foucault'ya kadar uzanan bir entelektüel spektrumu hacılık özelinde dini temsil ve tipolojileri anlamak üzere işe koşuyor.


14 Eylül 2022 Çarşamba

Aklı kalbin emrine verin

 Gündelik hayatımızda sık kullanılan deyişlerdendir akl-ı selim. Kimileyin gerçeğe uymayan sözler söyleyenler akl-ı selime davet edilir; kimileyinse acele, celadetli ve hırçın davrananlara akl-ı selimle davranmalarının elzem olduğu söylenerek mutedil bir çizgiye çekilmeye çalışılır. Kur'an-ı Kerim'in Şuara Suresi'nin 87 ila 89. ayetleri ise insanların diriltileceği günde onlara fayda sağlayacak yegâne şeyin kalb-i selim olduğu bildirilir. Hatta ünlü divan şairi Bağdatlı Ruhi'nin söz konusu ayetlere atıf yaparak "Yevme la yenfeu'da senden kalb-i selim isterler" dizesini kurduğunu da biliriz.

Akıl ile vahyin ilgisi, ilişkisi literatürde sıkça tartışılır; aynı şekilde vahiy ile kalb arasındaki ilişkinin de söz konusu edildiğini biliriz. Lakin yaşadığımız hayatlara ilişkin geliştirdiğimiz duygu, düşünce ve tavırlarda akıl, vahiy ve kalb arasındaki öncelik-sonralık sıralaması (yani bir yerde hiyerarşi) kadar bu üçlünün birbiriyle olumlu ya da olumsuz ilişkileri konu edinilmez. Esasen klasik İslam ilimleri arasında sayılagelen tasavvufun temelde fikri bir yönelim olmaktan çok, doğrudan davranışlara ilişkin olduğu göz ardı edilir. Deyim yerindeyse tasavvuf, teorize etmektense pratik yolları gösteren, doğru davranışın, kişinin öz yönetiminin nasıl olması gerektiğinin bu yollarla olabileceğini örnekleyen bir disiplin.

Hazreti Peygamberin hayatının yalnız Müslümanlar için değil, bütün insanlar için bir örnek olduğunu söyleyen ve geçtiğimiz hafta vefat etmiş Ö. Tuğrul İnançer'in ölümünden önce yayınlanan son kitabı olan Kalb-i Selim, "aşk, akıl ve vahiy" arasındaki ilişkileri akıcı bir dil ile anlatıyor.

Bekabillah hedefi

Yanlış anlaşılan, bu yanlış anlamalar sonrası verilen içeriklerle hayata yanlış aksettirilen birçok dinî kavramın aslında ne olduğunu, neyi içerip neleri içermediğini vurgulayan üslubuyla İnançer, Müslüman sufilerin Batı mistisizmi veya Hint mistisizminde görüldüğü üzere Nirvana'ya ulaşmak, yani 'fenafillah' değil, 'bekabillah' hedefinde olduğunu belirtir.

Kitabında kalbin maraz ve hastalıklarına karşı müminin göstermesi gerekli doğru davranışları konu edinen İnançer, kalbin aslında mahluk ile Halik'in irtibatının odaklandığı nokta olduğunu ifade ediyor. Vahyin Hz. Peygamber'in kalbine nüzulünü hatırlatarak onun ayrıca idrak ve anlama merkezi olduğunu, düşünme ve tefekkür etme melekesinin kalpte bulunduğunu vurguluyor. Merhamet, muhabbet, hidayet gibi olumlu duyguların ve onların tecellisinin ilkin kalpte görüldüğüne dikkat çeken İnançer, bununla birlikte Kur'an-ı Kerim'in münafıklardan bahsederken kullandığı söyleyişlerden yola çıkarak taş gibi olmuş, hatta taşlaşmış kimi kalplerin yakalandıkları hastalıklar sebebiyle bu duruma geldiğini belirtiyor.

Kalbi hastalığa uğratan, nurunu zulmete çeviren, inceliğini yok eden davranışları ele alan İnançer onların zaman zaman şeytanın desiseleri zaman zamansa nefsin hevesleri sebebiyle cazip göründüğünü, kalbin manevi işlevlerini körelttiğini düşünüyor. İnançer, aklı kalbin emrine vermenin gerekli olduğunu belirtirken aşkın da akla akıl ile veda etmenin bir hali olduğunun altını çiziyor: "Akıl pist gibidir, lazımdır. Ama akla bağlı kalırsan hiçbir zaman uçamazsın. Bunu anlamak aşktır."

Kalbin hastalığa kapılmasına sebep olan kibir, benlik, gurur, ucb, haset ve gıybet gibi tehlikelere karşı yapılması gereken doğru davranış biçimlerini ayetler, hadis-i şerifler, hikâye, kıssa, mesel ve menkıbelerle okurla sohbet edercesine anlatan İnançer susuzluğu gidermenin yolunun çeşme seyretmek olmayıp su içmek olduğunu da hatırlatıyor.

7 Eylül 2022 Çarşamba

Şehzadenin vehimleri ömrünü yedi

 Altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde uzmanları haricinde tarih meraklılarının yaygın olarak bildiği padişahlara nazaran saltanat ailesinden olmalarına karşın şehzadeler pek bilinmez. Bilinen şehzade sayısı da sayılabilecek kadar azdır. Sözgelimi Fetret Devri'nde saltanat mücadelesi içinde yer almış Süleyman Çelebi, İsa Çelebi ve Musa Çelebi, ağabeyi II. Bayezid'e karşı saltanat mücadelesi vermiş, hazin hikayesiyle birçok trajediye konu olmuş Cem Sultan, babası Kanuni Sultan Süleyman tarafından Ereğli'de boğdurulmuş Şehzade Mustafa çok bilinir. Buna rağmen şehzadelerin Osmanlı tarihyazımı söz konusu olunca "kardeş katli" dolayısıyla ele alınmaları haricinde kamuoyu tarafından pek üzerinde durulmaz.

Osmanlı'nın son dönemlerinde yaşamış, Birinci Meşrutiyeti ilan eden Sultan Abdülaziz'im oğlu Yusuf İzzeddin de özellikle Sultan II. Abdülhamid, İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar uzanan ilginç hayatı ve ölümüyle pek tanınmaz. Doğumu şehzadelerin çocuk sahibi olma yasağından dolayı uzunca bir süre gizlenen, ancak babası Abdülaziz'in tahta oturmasıyla kamuoyuna duyurulabilen bir şehzadedir Yusuf İzzeddin Efendi. Sultan Abdülmecid'in Tanzimat politikaları sebebiyle kardeşi Abdülaziz'in oğlu Yusuf İzzeddin'in doğmasına izin verdiği, en azından III. Mehmed döneminden beri uygulanan yasağın hilafına bu olayı görmezden geldiği söylenir. Abdülaziz tahta geçince ağabeyi Abdülmecid tarafından kendisine gösterilen bu hoşgörüyü kardeşi Şehzade Mehmed Murad'ın 1861'de doğan oğlu Selahaddin Efendi için gösterdiği ve Sultan Abdülaziz döneminden itibaren şehzadelerin çocuk sahibi olmalarına izin verilerek yüzyıllardır uygulanan yasağın fiilen ortadan kalktığını söyleyebiliriz.

Vehimlerle dolu hayat

10 yılı aşkın bir süre boyunca Yusuf İzzeddin Efendi ile ilgili çalışan Prof. Dr. Ali Akyıldız, kitabında birinci el kaynaklara dayanarak şehzadenin hayat serüvenini irdeliyor. Arşiv belgeleri ile yerli ve yabancı basını mukayeseli bir şekilde ele alarak Yusuf İzzeddin'in olağan olmayan şartlarda başlayan, ancak babası Sultan Abdülaziz'in tahta oturmasıyla birlikte handiyse bir masala dönüşen ikbal dönemini, yani doğumu, eğitimi, askeriyeye intisabı, hassa müşirliğiyle sonuçlanan yer yer muhteşem yer yer trajikomik askeri kariyeri ve babasının onu veliaht ilan etme çabalarını; bir ihtilalle devrilen babası Abdülaziz sonrasında V. Murad'ın kısa, II. Abdülhamid'in uzun iktidarındaki tedbir yıllarını, II. Abdülhamid'in tahttan indirilip İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte yıldızının yeniden parlaması, veliaht olarak taht sırasını beklerken siyasi geleceğini öğrenmek uğruna cifircilerle kurduğu irtibatlar, sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkileri, yurt içi ve yurt dışı seyahatlerini ve kansere yakalandığı ya da veliahtlıktan ıskat edildiği vehimleriyle kendisine hayatı zehir ettiği, önüne gelen devlet adamı ve doktordan hasta olmadığına ya da veliahtlıktan indirilmediğine ilişkin teminat mektubu aldığı, tedavi için Viyana'ya gittiğini anlatan Akyıldız, kitabının son bölümlerinde de onun intiharı ve terekesini kaleme alıyor.

Öldürüldüğü ya da intihar ettiği yolunda çeşitli tartışmalar bulunan Yusuf İzzeddin'in tahta çıkmasına yardım etmesi karşılığında Rus Çarı II. Aleksandır'a iş birliği önerip önermediğinden, Çanakkale savaş alanlarını teftişi sonrasında "Türklüğün yere serildiği" iddiasıyla Enver Paşa'yı yaralayıp yaralamadığı gibi ilginç sorulara da cevaplar veren Ali Akyıldız, onun İttihatçılarla ilişkilerinin boyutlarını da kapsamlı bir şekilde ele alıyor.

Kant ve akla dayalı etik öğretisi

 Immanuel Kant'ın ilkin 1781 yılında yayınlanan Salt Aklın Eleştirisi ile modern felsefede önemli bir dönüm noktasını temsil ettiği düşünülür. David Hume'a ait olayların arasında bir neden-sonuç ilişkisi olduğu önermesinin kanıtlanamaz olduğu fikrinden yola çıkarak saf aklın mümkün olamayacağına dair ürettiği şüpheci bakışa çözüm getirdiği bu eseriyle Kant, salt akıl sayesinde neleri bilip neleri bilemeyeceğimize ilişkin çeşitli ayrımlar yaparak Leibniz-Woolf'çu rasyonalist metafizik görüşleri felsefeden elemişti. Kant'a göre, aklın erişebileceği yegâne alan fenomen alanıydı ve onun zıddına numen alanı, salt aklın erişiminin dışındaydı.

Kant'ın yazdığı Pratik Aklın Eleştirisi ise Salt Aklın Eleştirisi'nin hariçte bıraktığı Tanrı, özgürlük, ölümsüzlük gibi duyulur alanın dışında kalan idelere giden yolu açar. Kant'ın ahlak alanında yazdığı iki önemli eserden biri olarak görünen Pratik Aklın Eleştirisi, esasen onun ahlak konusundaki diğer eserine, yani 1785'te yayımlanan Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi'ne dayanır. Kant'ın belirlediği şekilde salt akıl, bilmemizin nesneleriyle, yani duyusallık ve onu anlamanın kategorileriyle hemhalken pratik akıl iradenin (istemenin) sebeplerini araştırır.

Ödev ahlakı

Kantçı ahlak dendiğinde anlaşılan ödev ahlakının temelde otonomi ilkesi ve koşulsuz buyruğa dayandığını biliyoruz. Otonomi ilkesi evrensel bir ahlak yasasının varlığını kabul ederek bu yasanın içimizde bulunan iradeyle gerçekleştiğini vurgular. Elbette bu yasaya uymak bir zorunluluk içermez, ama ona uymak bir ödev olarak addedilebilir. Kant, ödevi ise yapmayı üstlendiğimiz buyruk olarak niteliyor. Bu buyruğun başkası tarafından değil, bizzat kendimiz tarafından, kendi vicdanımız tarafından verildiğini de vurguluyor Kant. O'na göre insan kendi ödevini kendisi oluşturur.

Kant'ın 1775'ten başlayarak tahmine göre 1785 yılına kadar verdiği etik derslerini içeren kitabı onun kendi etiğini ilk kez derli toplu serimleyişini de simgeliyor. Bir görüşe göre Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi bu derslerde düzeltilmesi gereken önemli noktalar olduğunu ve hatta Kant ahlakında önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilmesi gerektiğini addederken, Gerd Gerhardt, bu görüşü kuşkulu buluyor. Kant'ın başlangıçta akla dayalı bir etik anlayışından yana olduğunu söyleyen Gerhard 1760'lı yılların ilk yarısında İngilizlerin (bilhassa Hutcheson'un) etkisiyle duyguya dayalı bir etiğe yöneldiğini, ancak altmışlı yılların ortasından itibaren akla dayalı saf bir etikle ilgili kendi görüşünü sürekli geliştirdiğini vurguluyor. Hem Salt Aklın Eleştirisi'nin hem de Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi'nin Kant ahlakında bir sistemleştirmeye elverdikçe oldukça özgül aşamalar olduğundan kuşku duyulamayacağını ama buna rağmen Kant ahlakı açısından devrimci bir dönüşüm anlamına gelmediklerini de belirtiyor.

Kant'ın ahlak felsefesine giriş için oldukça uygun bir eser olan Etik Üzerine Dersler'de Kantçı ahlakın otonomi ilkesi ve koşulsuz buyruğa ilişkin açık bir anlayış bulunamayacağını söyleyen Gerhardt, buna karşın somut şekilde sergilenen hayatla ilgili gözlemleri Kant'ın açık seçik ayırt ederek kavranılabilir hale getirdiğini ve ahlak açısından derğerlendirdiğini ifade ediyor. Kant'ın akla dayalı etik öğretisini sergilediği eserde Kant kibir, kıskançlık, cinsellik, intihar, insan-hayvan ilişkisi ve benzeri birçok konuyu detaylıca ele alıyor. Birçok gözlem ve örnekle zenginleştirdiği anlatımında Kant, Pratik Aklın Eleştirisi ile nihai şeklini vereceği "ödev ahlakı"ndan farklı olarak Tanrı'ya inancı gerçek ahlaklılığın bir sonucu olarak değil, bu ahlakın saiki olarak görüyor.

26 Ağustos 2022 Cuma

Küçümsenen bir Külkedisi: Kültür tarihi

 Türkiye'de özellikle 2010'lu yıllardan itibaren yoğun olarak tartışılan bir konudur "kültürel iktidar." Onun ne olup ne olmadığından başlayarak onu kimlerin mülk edindiğine ve bu mülkiyetin el değiştirmesinin gerekip gerekmediğine kadar bir yığın konu etrafında gerçekleşen tartışmalarda belirsiz kalan ya da zaten tartışmanın sürebilmesi için bilinmesi ön şart olan bir kavram olarak davranılır kültüre. Oysa tıpkı kültürel iktidar gibi temelde bu iktidarın türediği kavram ve alan olarak kültür de son derece muğlaktır. Kelimenin Batı dillerinde yüze yakın anlamı olduğunu belirten Cemil Meriç merhum onu en dar ve maddeye yönelik anlamıyla uygun temrinlerle bazı bedensel ve zihinsel melekelerin gelişmesi olarak nitelemeyi uygun buluyor. 19. yüzyılda Britanya ve Almanya'da sıkılıkla kullanılan kültür terimini Fransızların civilisation (medeniyet) olarak karşıladıklarını biliyoruz sözgelimi. Bugün de geçerli görünen tasnife göre Türk düşüncesinin yapısal gelişimi içinde son derece önemli İkinci Meşrutiyet yıllarında ortaya atılmış medeniyet ve kültür ayrıştırmasının bir kaynağı belki de Almanca ve İngilizce ile Fransızca arasında kelimeye yönelik olarak gelişen bu kullanım farklılığıdır.

Kültürlerin bütünlüğü

"Kültür tarihi" deyişi ise 1780'li yıllarda ortaya çıkmış görünür. Almancada iki yüzyılı geçkin bir süre boyunca bu kavramın kullanıldığını bilmekteyiz. 1870'li yıllarda Almanya'da Kilise ile Devlet arasındaki sert tartışma ve çatışmaların "kültür mücadelesi", "kültür davası", "kültür savaşları" gibi karşılıklarla Türkçeye aktarabileceğimiz kulturalkampf olarak tanındığını da söyleyebiliriz.

Kültür Tarihi adıyla Türkçeye Mete Tunçay'ın kazandırdığı kitabında Peter Burke tarih disiplinleri arasında daha başarılı ablalarının küçümsediği bir Külkedisi olan kültür tarihinin 1970'lerde yeniden keşfedildiğini belirtiyor. Kültür tarihinin bu yeniden keşfini açıklayan iki temel eğilimden ilki olan içsel yaklaşımın bu keşfin geçmişi ele alan eski yaklaşımlara bir tepki olarak değerlendirdiğini vurgulayarak bu yaklaşıma göre kültür tarihçisi geçmişin öteki tarihçilerin ulaşamadıkları yanlarıyla uğraştığını ifade ediyor. Tarih disiplininin nüfus tarihi, diplomasi tarihi, kadın tarihi, düşünce tarihi, işletme tarihi, iktisat tarihi, savaş tarihi vb. uzmanlık alanlarına bölünmesine bir çare olarak "kültürlerin bütünlüğü" üstünde ısrarla duran içsel yaklaşım böylelikle kültür tarihinin yeniden keşfinin sebeplerine ilişkin bir izahı da sunuyor.

Burke'nin dışsal yaklaşım olarak adlandırdığı bakış açısıysa kültür tarihi disiplininin yükselişini siyasal bilimler, coğrafya, ekonomi, psikoloji, antropoloji ve kültürel incelemelerdeki daha geniş ve genel bir "kültürel dönüş"le ilişkilendiriyor. Bu kültürel dönüşle birlikte günümüz dünyasında kültürel ayrılıkların siyasi ve ekonomik farklardan daha önemli olduğunu iddia edenler, sözgelimi Soğuk Savaş'ın bitmesinden beri olup biteni uluslararası bit çıkar çatışmasından çok "medeniyetler çatışması" olarak niteleyen Samuel P. Huntington'lar çoğalıyor. Günümüzde pek çok kişinin yirmi ya da otuz yıl önce "toplum"dan söz ettikleri durumlarda "kültür" demeyi seçtiğini belirten Burke, kültür tarihçilerinin ortak özelliğini simgesel olanla ve onun yorumuyla ilgilenmek olarak belirliyor. Kültür tarihine has kılınmış tarihi dört ana aşamaya ayırarak ilk aşamayı "klasik aşama", 1930'larda başlayan ikinci aşamayı "güzel sanatların toplumsal tarihi" aşaması, 1960'larda halk kültürünün keşfini içeren üçüncü aşama ve son olarak da "yeni kültür tarihi" aşamasıyla kabataslak bir biçimde kültür tarihi çalışmalarının kronolojik bir öyküsünü sunan Burke kitabında kültür tarihçilerinin çeşitliliklere, çatışmalara, tartışmalara, ortak kaygı ve geleneklere bakarken neler yaptığını okura izah etmeye uğraşıyor.

Uzun süren uluslararası bir drama

 Tamamen karayla çevrili, denize ulaşım imkânı kısıtlı, buna karşın kültürel ve coğrafi bakımdan Asya kıtasındaki üç ana bölgeyi, yani güneydoğuda Hint alt-kıtası, kuzeyde Orta Asya ve batıda da İran platosunu birbirine bağlayan önemli bir havzadır Afganistan. Bu konumuyla İran'dan taşan ya da Orta Asya'dan Hindistan'a ilerleyen işgalcilerin geçmek zorunda oldukları bir bölge. Kiros, Büyük İskender, Gazneli Mahmud, Cengizhan, Timurlenk, Babür bunlar arasında en ünlüleri belki de. On dokuzuncu yüzyıla dek yabancılar tarafından yönetilen, pek çok imparatorluğun parçası ve birkaç yerli imparatorluğun merkezi konumundaki Afganistan belki de bu niteliğiyle imparatorlukların mezarlığı unvanını da kazandı.

On dokuzuncu yüzyılda Britanya'nın işgali altındaki Hindistan ile Rus çarlığı arasındaki güç mücadelesinin ortasında kalan Afganistan'ın bu dönemde İngilizlerle iki kez savaştığını da kaydedelim. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nda tarafsız kalan ülkenin 1929'da (Büyük Ekonomik Bunalım'ın başladığı yıl) kısa süren bir iç savaş yaşaması dışında son kırk yıldır da çekmediği çile kalmadığı malum: 1979'da komünistlerin tertiplediği sahte isyanı bastırma gerekçesiyle Sovyet işgali, 10 yıl süren cihad direnişiyle bölgeden geri çekilmek zorunda kalan Sovyetlerden sonra bu işgale direnen grupların iç savaşı, Taliban'ın yirminci yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkışı ve iç savaşı bitirerek diğer tüm İslamcı grupları tasfiye etmesi, 11 Eylül saldırılarını Afganistan'da planladığı iddia edilen Usame bin Ladin'i ve el-Kaide'yi ortadan kaldırmak için ABD'nin ülkeyi işgali, ABD işgaline karşı Taliban'ın güçlü direnişi ve sonunda ABD'nin Afganistan'dan geri çekilmesi bu son kırk yılın coğrafyada yaşanan olaylarının başlıcaları.

Sarıklı bir koro

Savaşa ve işgalcilere odaklanmanın, işgale karşı çetin bir şekilde direnen savaşçıları ön plana çıkardığını, ülkedeki halkı gölgede bıraktığını savlayan Thomas Barfield Türkçeye Afganistan: Politik ve Kültürel Bir Tarih başlığıyla çevrilen kitabında replikleri başkalarının söylediği ve epey uzun süren bu uluslararası dramada Afganistan'ın kendisinin anlaşılamaz bir zemin olarak kaldığını, Afganların ise bu oyunda yerlerine yenileri gelen, silahları hariç asla değişmeyen, sarıklı bir koro olarak role büründürüldüklerini kaydediyor. O yüzden kitabında Afganistan'ı ve onun dinamiklerini anlamak için Afganlara başrol oyuncusu rolü veren Barfield, ülkedeki yöneticilerin yüzyıllar boyunca nasıl siyasi meşruiyet elde ettiklerini ve nasıl bir yönetim düzeni getirdiklerini irdeliyor.

Barfield'ın yaptığı şu gözlem ise sanırım en çok Afganistan için geçerli: Dünya kamuoyu bir yer hakkında ne kadar az şey bilirse, orası hakkında genelleme yapmak o kadar kolaylaşıyor. Bu tür genellemelerin, dini ve etnik çatışmalar, Müslüman toplumlar, az gelişmiş ekonomiler, terörist hareketler, yoksul ülkeler vb. fenomenleri tekdüze bir bakışla aynılaştırma riski taşıdığına dikkat çeken Barfield Afganistan'ın elbette diğer ülke ve toplumlarla benzerliklerinin bulunabileceğini, ancak bu benzerliklerin iddia sahiplerinin varsayımları olarak kaldığını, ispat edilemediğini de belirtiyor.

12 Ağustos 2022 Cuma

Kırım'da Nazi işgali yılları

 Tarih boyunca jeostratejik önemi sebebiyle sık sık çeşitli kavimlerin istilasına maruz kalan coğrafyalardan biridir Kırım ve havalisi. Bölge üzerinde çeşitli güçler sürekli birbiriyle çatışmıştır. 1475 tarihinden itibaren Osmanlı Devleti'nin himayesine giren Kırım Hanlığı 1783'te Rus Çarlığı tarafından işgal edilir ve çarların Kırım tatarları üzerindeki baskı ve zulüm dönemi başlar. 1893 ila 1856 yılları arasında gerçekleşen ve tarih kitaplarına Kırım Savaşı olarak geçen Osmanlı-Rus savaşında İngiltere ile Fransa öncülüğünde kurulmuş Avrupa Blokunun desteğini alan Osmanlı Devleti savaşı kazanmasına karşın Kırım'ı ele geçirememiş ve savaş sonrası Kırım'da Tatarlar üzerindeki baskı Çarlık Rusyası tarafından artırılmıştır.

Kırım Tatarları üzerinde Çarlık Rusyası'nın ekonomik konulardaki baskısının yanı sıra başka türden baskılar da vardır. Baskının en önemli bileşeni demografik olandır. Kırım'ın Çarlık Rusyası tarafından işgali olarak kayda geçen 1783 tarihinden itibaren bölgeden başlayan göçler Kırım Savaşı sonrasında artar, Kırım'daki Tatarların nüfusu önemli ölçüde azalır. Hatta Tatarlar Kırım'da Çarlık Rusyası tarafından azınlık pozisyonuna düşürülmek istenir. (Kırım'dan başlayan göç dalgasının Osmanlı Devleti demografyasındaki etkisi, özellikle İç Anadolu'da, Eskişehir'den Ereğli'ye Bağdat Demiryolu boyunca şehir ve köylerdeki Tatar yerleşimlerinde görülebilir.)

Almanlar ile iş birliği

1927'deki Bolşevik İhtilali sonrası Çarlık Rusyası'nın yıkılması ve Kırım'ın 21 Nisan 1918 ila 16 Kasım 1918 tarihleri arasında Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı devletinin müttefiki Almanya'nın eline geçmesi Kırım Tatarlarını bağımsızlık konusunda ümitlendirmiştir; ama gerek Bolşeviklerin Rusya Müslümanlarına kendi geleceklerini tayin hakkı konusunda verdikleri sözlerden caymaları gerekse Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya ve Osmanlı Devleti'nin oluşturduğu ittifakın savaşı kaybetmesi Kırım'ın Bolşevik idaresi altında kalmasına yol açmıştır. Kırım için "kurtarıcı" ifadesinin ilk kez Birinci Dünya Savaşı esnasında ortaya çıktığını söylemekte fayda vardır.

Birinci Dünya Savaşı'nın ardından yaklaşık 20 yıl boyunca, Sovyetler Birliği döneminde Bolşevik baskısını yaşayan Kırım Tatarlarının İkinci Dünya Savaşı'nda Almanların Kırım'ı tekrar işgali sonrası "denize düşen yılana sarılır" düşüncesiyle hareket ederek bağımsızlıklarını elde etmek isteyen Tatarların bir kısmı Sovyetlere karşı Almanlarla iş birliği yapmıştır. Bu iş birliğinin kötü sonuçları uzun yıllar sürmüş ve etkisi günümüze kadar gelmiştir. Almanlarla yapılan iş birliğini bahane eden Sovyetler Kırım Tatarlarını soykırım anlamına gelecek ölçüde ağır şartlar altında Sibirya'ya sürmüş ve Almanların Kırım Tatarlarına verdikleri zarar, Çarlık ve Sovyet Rusyası'nın zararıyla kıyaslanmayacak kadar düşük ölçekte olsa da sonuç itibariyle mevcut olumsuzluğun en önemli sebeplerinden birini oluşturmuştur. Neticede Nazi Almanyası ve Sovyetler Rusyası gibi büyük güçlerin mücadelesinden zararlı çıkanın yine Kırım Tatarları olmuştur.

Nazi Kırımı başlığını taşıyan kitabında İkinci Dünya Savaşı'nda Alman işgalinin Kırım Tatarlarını nasıl etkilediği ve savaş esnasında Kırım Tatarlarının verdiği mücadeleyi inceleyen Aybüke Güzay, ayrıca tarihsel süreci daha iyi kavrayabilmek bakımından Kırım Tatarlarının Birinci Dünya Savaşı'ndaki durumlarını da irdeliyor. Güzay'ın incelemesindeki en önemli belgeler ise Alman arşiv belgeleri.

Ne, ne kadar, neden postmodern?

 Yirminci yüzyılın son çeyreğinde felsefeden sosyoloji, tarih, iktisat gibi beşerî bilimlere resim, müzik, mimari, roman ve şiir gibi edebi ve estetik türlerden coğrafyaya varana dek birbiriyle bir araya getirilmeleri epey güç birçok farklı alanda entelektüel bir kasırga gibi esen postmodernizmin bin yıl dönümünden, yani 2000'li yıllardan itibaren yerini dijitalleşme/sanallaşma eğilimlerine bıraktığı görülüyor. Hakikat-sonrası (post-truth) olarak da adlandırılan bu yeni dönemde en göze çarpan konulardan biri ise yoğun bir şekilde yaşanan ırkçılıklar ve ksenofobi, yani yabancı düşmanlığı.

Kökleri 2. Dünya Savaşı sonrasına dek uzatılabilecek postmodern durumun belirginleşmeye başlamasının son 50 yıla dayandığı söylenebilir. Özellikle tarih yazımında Toynbee'nin, mimaride Jenks'in, edebiyat eleştirisinde Ihab Hassan'ın bu dönemde postmodern deyişini kullandıklarını biliyoruz. Felsefe alanında postmodernizm tartışmalarının çıkış noktasını oluşturan ise Lyotard'ın ABD'deki bir enstitüye sunmak üzere yazdığı bilgi raporuydu. Postmodern durumun en özgün anlatılarından birini sunan Lyotard onun ayırt edici karakterini büyük/üst/meta önekleriyle anılan anlatıların inandırıcılıklarının azalmasıyla nitelemişti.

İkna kabiliyeti sorgusu

Modernizme has özgürlük, eşitlik vb. temelde büyük ve tümel addedebileceğimiz anlatıların inandırıcılıklarının, ikna kabiliyetlerinin azalmasıyla birlikte tekilin, adın onurunu önemsemenin, geleneklerin, hayat tecrübelerinin daha başat hale geçtiği bir kültürel iklime doğru ilerlediğimizi varsaymış, hatta çalışmalarıyla böylesi bir kültürel iklimin oluşmasına katkı sunmaya çabalamıştı Lyotard.

Her halükârda kabul edilmeliydi ki, adlandırması ne olursa olsun, bu yeni dönemde toplumu ele alıştan tarih yazımına kadar çok köklü birtakım değişimler yaşanmaktaydı. Bu köklü dönüşümler modern(ist) iddiaların bazen doğrulanmasına, ama çoğu kez yalanlanmasına imkân tanıyan bir zihniyet değişimini de gündemimize taşımıştı.

Postmodern dönemi ve postmodernizmi ele almayı hedefleyen herhangi bir yaklaşımın mutlaka bütüncül bir bakış açısına sahip olması gerekliliği düşünülerek siyasetten felsefe ve tarihe, sinemadan sosyal medya ve gündelik hayata kadar birçok konu ve farklı isim ve örneklemler üzerinden onun ele alınabileceği öngörüsüyle hazırlanmış Tezkire'nin 79. sayısındaki Postmodern Durumun Yeni Halleri başlığını taşıyan dosya konusu. Tarihe bir metin olarak yaklaşan eğilimlerden postmodern oryantalizme, Türkiye özelinde postmodern siyaset ve toplum ilişkisinin çözümlenmesinden postmodernizmin toplumsal hareketlerle ilişkisine, Bauman'ın katı ve akışkan modernitesinden Çukur dizisinin postmodern ve unisex bir mafya dizisi olarak nitelendirilebileceğine, Equilibrium ve THX 1138 gibi bize birer distopya sunan filmlerin işlediği iktidar ve mekan ilişkisinin çözümlenmesinden postmodern durumda en çok tartışılan konulardan birini oluşturan müphemliğin klasik İslam kültüründeki şekillenişini ele almanın nasıl olması gerektiğine kadar ilginç araştırma makaleleri bulunan dosyada ayrıca sol-Heideggerci olarak nitelediği Derrida'dan hareketle radikal bir hermenötik üreten John D. Caputo'dan da bir çeviri yer alıyor. 2001 Temmuz'unda yapılmış bir konferansta sunulmuş bir tebliğe dayanan metni Türkçe'ye çeviren ise Yasin Aktay.

Dergide ayrıca Gündem sayfalarında Kamil Ergenç postmodernizmin kapsamlı bir eleştirisni üretirken, Mehmet Sebih Oruç da Twitter ve instagramdan seçtiği örneklerle postmodernite ve dijital dünya arasındaki ilişkiyi sorun ediniyor.

28 Temmuz 2022 Perşembe

Sabis Paşa'nın kaleminden Milli Mücadele dönemi

 Ali İhsan Sabis, hem Harp Okulu'nu hem de Harp Akademisi'ni birincilikle bitirmiş bir askerdir. Birinci Dünya Savaşı esnasında gösterdiği liyakat neticesi genç yaşta paşalığa (generalliğe) terfi eden Sabis'in başarılarının yanı sıra nevi şahsına münhasır bir kişiliği vardır. Disiplininin sertliği ile ünlenen Sabis'in özgüveni yüksek, atılgan ve açık sözlü olduğunu söylemek gerekir. Ancak, yapılan işleri kolay kolay beğenmeyen, aksaklık addettiği şeyleri açık ve sert şekillerde eleştiren, maiyetindeki personeli gereğinden fazla zorlayan tutumları da Sabis Paşa'yı çoğu zaman "antipatik" kılar. Bu antipatikliğin olumsuzluklarını da hayatında yaşayacaktır.

Sürgün yılları

1919'un Mart ayında komutanı olduğu altıncı ordunun lağvedilmesinin akabinde İstanbul'a geldiğinde İngilizler tarafından tutuklanarak Malta'ya sürgüne gönderilen Sabis Paşa bu sürgünden kurtularak 1921'in Eylül'ünde Anadolu'ya döner. Birinci Ordu Komutanı olarak Büyük Taarruz öncesi Garp Cephesi'ne vasıl olur. Ancak Garp Cephesi Komutanı İsmet (Paşa) ile anlaşmazlıklar yaşar. Birinci Ordu Komutanlığı'ndan azledilir ve kendisinden vazgeçilir. Cumhuriyet yıllarında da kendisinden yararlanmak düşünülmez pek. 1923'te askerlikten emekli olup uzunca bir süre münzevi bir hayat süren Ali İhsan Sabis'in İkinci Dünya Savaşı esnasında savaşı yorumlayan yazılar (bu yazılar büyük ölçüde Alman yanlısıdır) yazar. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı ile İstiklal Savaşı yıllarına ait anılarını da 1940'ın mayıs ayından itibaren Tasvir-i Efkâr gazetesinde tefrika eder. Büyük ilgi gören anılar ilk kez 1943 yılında kitaplaşır. Anıların kitap halinde yayınlanması sonrası metinde adları geçen birçok şahıs rahatsız olur ve tepkilerini çeşitli şekillerde dile getirirler. Tepki gösterenler arasında Halil Kut, Kazım Özalp, Hüseyin Cahit Yalçın, Fethi Okyar'ın oğlu Osman Okyar, Cemal Paşa'nın oğlu Behçet Cemal gibi isimler vardır.

Anılarında başta Garp Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa olmak üzere kendisine eleştiriler yönelten zevata karşı sert bir üslupla iddia ve ithamlarını yöneltir. Nutuk'ta kendisine yöneltilen eleştirilere de anılarında cevap verir. Onun bu pervasızlığının cezaevine girmesine yol açtığını, cezaevinden o dönem TBMM Başkanlığı'nı yürüten Kazım Karabekir'in girişimleri sayesinde 1947'de çıktığını söylemek gerekir. 14 Mayıs 1950'de Demokrat Parti'den milletvekili seçilen Ali İhsan Sabis 1957'de vefat eder.

Ali İhsan Sabis'in Milli Mücade Hatıraları adıyla basılan hatıratı Mondros Mütarekesi sonrası Sabis Paşa'nın İngiliz kumandanları ile mücadelelerinden başlayarak Malta sürgünü ve sürgünden kaçma çabalarına, sürgünden kaçmaya muvaffak olduktan sonra geldiği Ankara'dan Birinci Ordu Komutanlığına geçişine, İsmet Paşa ile yaşadıkları fikir ayrılıklarına kadar birçok ilginç bilgiyi ve belgeyi içeriyor. Metin bir ordu komutanı tarafından muhalif bir üslupla Milli Mücadele yıllarında yaşananları değerlendirmesi bakımından son derece önemli ve Milli Mücadele'ye ilişkin farklı bir pencereden bakmamızı kolaylaştırıyor. Ayrıca Sabis'in, sürgünden kaçarak Ankara'ya gelirken Koçarlı'da karşılaştığı Adnan Menderes'i genç ve ateşli bir yedek teğmen ve müfreze komutanı olarak tanıması, Büyük Taarruz öncesi harekât planları ile ilgili detaylı bilgileri içeren anıları kitabın okunurluluğunu artırıyor.

22 Temmuz 2022 Cuma

Aydınlanmacılığın liberalizmin şekillenmesine etkileri

 Modern çağdaki toplumsal ve siyasal düşüncelerin tamamının Avrupa'da onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda farklı ülkelerde farklı şekillerde yaşanmış Aydınlanma döneminde dile getirilen düşüncelerin, oluşturulan pratiklerin devamında yer aldığını söylemek abartı olmayacaktır. Gerçi tutarlı bir Aydınlanma düşüncesi yoktur, Akıl Çağı olarak adlandırılan bu dönemde rasyonalistler kadar anti-rasyonalistler de vardır. Yine de aydınlanma dönemi düşüncelerini ve tartışmalarını irdelemek günümüzdeki beşerî ve siyasal düşünme ve davranma şekillerini kavramaya yardımcı olabilir.

Aydınlanma içinde birey-cemaat-toplum-devlet matrisindeki ilişkiler ve kamu politikaları etrafındaki tartışmaların dayandığı felsefi savları, modern dönemdeki felsefi çıkarsamaların ilk örnekleri addederek aydınlanmanın sadece teorik değil, pratik bakımlardan da modern olanı belirlemede önemli bir yer tuttuğunu ileri sürebiliriz. Akıl Çağı olduğu kadar aklın sınırlarının gösterildiği ve akılcılık eleştirilerinin yapıldığı bir çağ olan Aydınlanma düşüncesi içinde akıl, bilim, doğa, ilerleme ve eleştiri kavramlarıyla özetleyebileceğimiz bir üst çerçeve belirlenebilir. Bu çerçeve içinde Aydınlanma içerisinde yer aldığı belirtilen birçok düşünürün düşüncelerinin kurucu unsurları akıl ve akılcılık etrafında iken diğer birçoğunun da akılcılığı eleştirerek düşünmeyi seçtiği görülebilir. İlk grup genellikle rasyonalistler olarak adlandırılırken ikinci grubun empirisistler olarak düşünüldüğünü biliyoruz.

Aydınlanma içinde rasyonalizm hakkındaki tartışmaların basit bir epistemolojik farklılaşma olarak düşünülmesi de hatalı olacaktır, çünkü akılcılık ile empirisizm arasındaki ayrım modern ahlak, siyaset ve toplum analizlerine de sirayet eden kurucu bir hüviyet arzeder.

Hume ve Kant

Günümüzdeki bütün siyasal ideolojilerin bir biçimde Aydınlanma düşüncesi ile etkileşim içinde geliştiğini söylemek gerekir. Kimileyin pozitif kimileyin negatif düzeylerde takip edilebilecek bu etkileşim özellikle liberalizm söz konusu olunca derinleşir. Salt Akılcı Olmayan Liberalizm kitabında Mehmet Kanatlı Aydınlanma rasyonalizmi ile liberalizm ilişkisine odaklanarak birbirinden farklı Aydınlanmacı perspektiflerin liberalizmin şekillenmesindeki etkilerini tartışıyor. İlkin rasyonalist liberalizmi sözleşmeci düşünürler olarak bilinen Thomas Hobbes, John Locke ve Jean Jacques Rousseau üzerinden ele alarak bu düşünürlerin kendi aralarındaki farklılıkları da ihmal etmeden kurgusal doğal hukukçu yaklaşımın liberalizmle ilişkisini irdeliyor.

Kanatlı kitabında daha sonra rasyonalist sayamayacağımız liberalizmin şekillenmesinde önemli katkıları olan iki filozofu ele alıyor; David Hume'u ve Immanuel Kant'ı. İskoç aydınlanmasının en önemli ismi olan David Hume, özellikle Aydınlanma rasyonalizmine epistemoloji, ahlak ve siyaset bağlamlarında yaptığı köklü eleştirilerle de bilinir. Sistematik ve tutarlı bir empirisist düşünür sayılabilecek Hume'un rasyonalizmden kaynaklanan birçok sosyal ve siyasal tezinde çürüklüğünü gösterdiğini savlayabiliriz. Alman aydınlanmasının önemli ismi addedilen Immanuel Kant da kurucu rasyonalist tezlere getirdiği köklü eleştirilerle aklın ve akılcılığın sınırlarını belirlemeye çalışır. Yeri gelmişken Kant'ın dogmatik uykusundan David Hume sayesinde uyandığını da eklemeli. Aydınlanmacı rasyonalizme mesafeli duran ve bu sebeple sözgelimi Rousseau'nun akla dayalı bir sözleşme temelinde toplumun yeniden/baştan kurulmasını hedefleyen liberalizmi yerine aklın sınırlarına, tarihsel ve olgusal bağlamına vurgu yapan, soyut aklın handiyse 'toplum mühendisliği' kokan kurgusallığından uzak bir teorik mirasın Hume ve Kant'ın katkılarıyla birlikte liberalizmin akılcı olmayan türünü ortaya çıkardığını belirtebiliriz.

Modern felsefe ve yükselişi

 Modern uluslararası sistem ve uluslararası ilişkilerin temel esaslarını belirleyen ve 1648'de imzalanan Westfalia anlaşmasının sona erdirdiği 30 yıl savaşlarının ardından 1789'daki Fransa Devrimi'ne kadar geçen yaklaşık 150 yıllık dönemde Avrupa'daki fikri hareketlenmenin Aydınlanma ve söz konusu dönemin Avdınlanma Çağı olarak adlandırılması mutaddır. Protestanlar ve Katolikler arasındaki son büyük din savaşı anlamına gelen 30 yıl savaşlarının ve Galileocu yeni bilimsel anlayışın ardından bu 150 yılda Descartes, Hobbes, Spinoza, Locke, Leibniz, Hume, Voltaire, Rousseau gibi düşünürlerin tartışmaları ve felsefi sorgulamalarıyla modern dünyanın temellerinin atıldığı önemli bir zihinsel devrim yaşandığı kuşkusuzdur.

Saydığımız bu isimlerin hepsinin alaylı olduğu vurgulanmalı; pek çoğunun üniversiteyle herhangi bir işinin olmadığını belirtmeliyiz. Bu isimlerin yeni bilim ve Hıristiyanlıktan kaynaklı çalkantı ve karmaşaların sonuçlarını incelemelerinin geleneksel öğreti ve tutumların pek çoğunu reddetmeleriyle bittiği de iyi bilinen bir husustur. Zihinlerindeki sorular açıktır: Bilimin ilerlemesi; kendimize dair anlayışımız ve Tanrı'ya dair fikirlerimiz açısından nelere sebep oluyor? Bir hükümetin dini çeşitliliğe nasıl yaklaşması gerekiyor? Hükümet aslında ne için gereklidir? Modern zamanlar boyunca sürekli sorulan bu soruların şekillenmesinde söz konusu düşünürlerin etkili olduğu kuşkusuzdur. Günümüzde de sık sık sorulan bu soruları cevaplarken genelde onlara atıf yapılması bu durumu yeterince gösteriyor.Uzun yıllar boyunca ünlü Economist dergisinin de yazı işleri müdürlüğünü yapan İngiliz düşünce tarihçisi Anthony Gottlieb'in kaleme aldığı ve Türkçede Aydınlanma Rüyası: Modern Felsefenin Yükselişi başlığını taşıyan eser 17. ve 18. yüzyıllar boyunca süren Aydınlanma felsefesini isimler düzeyinde ele alıyor. 17. yüzyılın kimi insanların tarihin tersten işlediğini düşünmeye başladığı bir yüzyıl olduğunu belirten Gotlieb, bu insanlar için hürmet edilmesi gereken düşünürlerin Aristo, Platon gibi antik düşünürler olmaktan çıktığını ifade eder; artık hayran olunması gerekenler bizlerdik. Bu fikri berraklaştıranın Francis Bacon olduğu besbellidir. Bu fikri onyedinci yüzyılda en iyi ifade eden ise hiç kuşkusuz Blaise Pascal'dır. Pascal'a göre "Eğer antik Yunanlar, onlara gösterdiğimiz hürmeti kendilerinden önce gelenlere gösterseydi hayranlık uyandırıcı başarılara asla imza atamazlardı."

Düşünen insanların hedefi

Bacon'un düşünen insanların önüne koyduğu hedefin "tüm akılları bir araya toplamak için zili çalmak" olduğunu belirten Gottlieb'a göre Bacon bunda başarılı oldu, onun önceki yüzyılların "yozlaşmış öğrenimi"ne yönelttiği sert eleştiri yeni çağın en keskin zekalarından bazılarına cazip ve mantıklı geldi. Bu eleştirisinde Bacon bolca boş vakte ve sınırlı okuma listesine sahip okul hocalarının zekasının manastırların ve üniversitelerin hücresine kapatılmış bedenler gibi bir avuç yazarın hücresine kapanmış olduğunu ileri sürüyordu. Kitabında Aydınlanma döneminde öne çıkan isimleri ayrı ayrı ele alan Gottlieb onlar sayesinde entelektüel açıdan daha maceralı ve daha az cahil bir dünyada yaşadığımızı iddia ediyor.

11 Temmuz 2022 Pazartesi

FELSEFENİN SEFALETİ: SAVAŞIN GÖLGESİNDE SİYASET VE HAKİKAT ÜSTÜNE


 

 

"Felsefe her şeyi olduğu gibi bırakır- kavramlar dışında. Ve bir kavrama sahip olmak belli koşullarda belli biçimlerde davranmayı veya davranabilmeyi gerektirdiği için, ister mevcut kavramları tadil etrnek, ister yeni kavramlar elde etmek, isterse eski kavramları yok etmek suretiyle olsun, kavramları değiştirmek davranışları değiştirmektir."

Alasdair MacIntyre

 

 

I.             Felsefenin Zamanı, Minoritas ve Hakikat İstemi

 

Goethe, "her kim felsefe yapıyorsa", der bir eserinde, "yaşadığı zamana karşı çıkmalıdır." Goethe'nin, hem Faust'un hem de Doğu-Batı Divanı'nın yazarının filozoflara, yani "felsefe yapanlara" verdiği bu maksim; felsefece düşünmenin olumsuzlayıcı, en azından içinde vücut bulduğu zamanı ve tinsel iklimi olumsuzlayıcı ethosu her zaman koruyamadığına dair bir kanıt sayılabilir mi? Eğer bir pratik, "yapılan" bir şey olarak felsefe aynı zamanda yaşanan zamana ve içine doğdugu tinsel iklime kendiliğinden ters düşebilen ya da ters düşmesi gereken/beklenen bir şey ise, bu maksime ne gerek var? Üstelik niçin felsefenin yaşanan zamana ve tinsel iklime daima ters düşmesi gerekli olsun ki?

Aynı soruyu farklı bir vurgulamayla yeniden sormaya çalışalım: Felsefe nin olumsuzlayıcı ethosu varolanın, yaşananın, mevcudun, presence'in çatlaklarında beliren kötülüğe karşı her zaman, etkin bir direnişi örgütleyebi lir mi? Felsefenin bir ethosu var mıdır? Varsa bu ethosun özü ve temeli ne dir; bu ethos nerede, nasıl ve kimlerle eğleşir? Ethosun "heterodoksilerde, üretici ve yaratıcı faaliyetlerde, 'sessiz denetim aygıtları' karşısındaki 'sessiz direnç atomlarında' yaşanmakta" olduğunu savlayan Elif Şafak ve Ulus Baker'e bakılırsa onun temeli güç istemidir (Baker, 2000: 239-240). Peki, 'okumuş bir azınlığın’ faaliyeti olarak felsefe bugün ne tür bir güç istemine talip olabilir? Filozoflara, felsefe yapanlara içkin ethosun özü ve temeli, öteden beri -Platon'dan bugüne dek felsefe tarihi boyunca- iddia edildiği gibi belli bir tür hakikat istemi midir yoksa tam tersine sadece bu hakikat isteminde gizlenen bir güç istemi mi? Felsefeyi azınlıklara has bir uğraş olarak görmeyi sürdüreceksek (ki, bundan bile rahatça kuşku duyulabilir: kalabalıklara has, kendiliğinden bir yaşama üslubunun ürettiği belli bir "felsefe"ye, kendiliğindenliğin "boğucu" felsefesine atıfta bulunulabilir burada) ona ait sayabileceğimiz ethosun temelini de "güç istemi" olarak belirlemenin yanlış bir tarafı yoktur herhalde. Felsefe varsa, onun güç istemi de olacaktır ("varlığın özü güçtür" belirlemesi de bir filozofa, Spinoza'ya ait). Felsefe yapmaya içkin bir ethos var mıdır herşeyden önce? Felsefe pratiği ya da bir pratik olarak felsefe, "yapılan bir şey", bir "üretim" olarak felsefe; yaşanan zamana, yapılışına ve üretilişine katkıda bulunan zamana (duree'ye, süreye, pratik-atıla) nasıl karşı koyabilir, ona nasıl direnebilir; bu zorunlu katkıyı hangi yol ve yordamlar, hangi retorik stratejiler aracılığıyla izale edebilir, silebilir ya da gizleyebilir? Sadece filozofların, toplumsal hayatın marjinlerinde dolanan, bu dolanma yüzünden azınlık olarak adlandırılan bir "az(ın)lığın" (minoritas) yaptığı bir şey midir felsefe? Felsefe, kendisi sayesinde "az(ın)lık olunan" bir etkinlik midir yani? Öte yandan minoritas ile hakikat arasında ne tür bir ilişki varsaymalı, bu iki kavramı hangi düzlemde birlikte ve üstelik birbirlerine bağlı olarak ele alabilmeliyiz? Buna zıt olarak, minoritas ile siyaset arasında ne tür bağlar vardır? Minoritas ve majoritası birbirinden ayırt eden şey tam olarak nedir? Siyaset mi, ahlak mı, hakikat mi? Hangi siyaset, hangi ahlak, hangi hakikat? Yoksa, sadece bizim böyle bir ikiliği zaten-her-zaman karşımızda buluyor, herhangi-bir-bu siyasete, herhangi-bir-bu-ahlaka ya da herhangi-bir-bu hakikate ilişkin birtakım tercihlerimiz neticesinde yine bu grupların herhangi birine bir biçimde dahil oluyor/ediliyor oluşumuz mudur? Sözgelimi, minoritas'ın deneyimlediği zaman ile majoritas'ın deneyimlediği zaman arasında bir fark var mıdır? (İşte Marxçı bir soru: Saat, kulübede de sarayda da aynı zamanı mı ölçer?) Minoritas, majoritas'ınkinden farklı ne tür bir zaman ya da zaman tartımı üretir? Nasıl majoritas ya da minoritas olunur? Bu oluş, bir tercih midir; yoksa bir yazgı ya da bir zorunluluk mu? Şayet felsefe, hâlâ, minoritas'a ait, onda köklenmiş yahut ondan sudur eden bir üretici ve yaratıcı faaliyet olarak tanımlanacaksa, bu zamanı nasıl işleyebilir, onu nasıl yorumlayabilir, örgütleyebilir ve yeniden düzenleyebilir; onu majoritas'ın deneyimlediği zamandan ayırt eden şey tam ve asli olarak nedir? Yoksa, majoritas ile minoritasın zamanı arasında bir eş-ölçülemezlik durumu mu vardır?

Diğer yandan, felsefenin olumsuzlayıcı ethosu olarak kavramaya çalıştığımız şey, nihayetinde basitçe olumlama/olumsuzlama, ait olma/olmama, majoritas/minoritas -diyalektiğine olmasa bile- parantezine mahkum edilebilir mi? Ya baştan beri, yapılan bir şey olarak felsefeye atfetmeye çalıştığımız ethos, muhayyel bir şey, klasik nedenselliğin düzenini altüst eden bir şeyse; ya felsefenin bir ethosu yoksa? Bizatihi felsefe erişmeye çalıştığımız "heterolojiyi", başkalık bilgisini dışlayan bir şeyse (tek bildiği şey olarak hiçbir şeyi bilmediğini ileri süren, böylelikle bütün diğer bilme tarzlarını dışlayan bir bilme tarzını, bilmediğini-bilme-tarzını benimseyen Sokrates muarızlarına nazaran bazılarımıza daha cazip gelmiyor mudur; hemen her şeyi bildiğini iddia eden gürültücü majoritas'a karşı en cazip "cehalet" türünü seçerek egomuzu tatmin eden minoritas pek aklı başında görünmez mi bize)? Sadece olmak, şu-ya-da-bu-olmak; olmaya, şu-ya-da-bu-olmaya ait bir ethosun var olmasını da gerekli kılar mı? Daha kısa bir biçimde tekrar soralım: Bizatihi "olmak" bir ethos üretir mi? Eğer öyleyse, minoritas ya da majoritas olmazdan önce olmanın ethosu nedir? Ethos, basitçe, olmak mıdır?

Geldiğimiz bu noktada ilk sorumuzu bu kez odağını değiştirerek bir daha sormayı deneyelim: Felsefe olumsuzlar mı sürekli, ya felsefede olumsuzlanan bazen bizatihi felsefenin kendisi ise ne olacak? Ya azınlıklar, bizatihi azınlık-oluşu ya da oluşun ethosunu dışlıyorlarsa; azınlık-oluşun kendisinde saklı kalan güç ethosu, azınlık-oluşa ait olması gereken varlık durumuyla çelişiyorsa? Ya tam da bu yüzden, iddia edildiğinin tersine, tam da, azınlık olarak doğuluyorsa? Azınlık-oluşa dolaysızca iliştirilen o etan vital mümkün bir varlık politikasına bizi taşımaya, varlığın özünü niteleyen güce ilişkin bir düşünüm geliştirmeye yeterli mi bakalım? Öte yandan, bizatihi felsefe yapmaya içkin ve düşünmeyi (kavramsallığı) olumlayıcı maksim, felsefenin sürekli yaşananı/olanı (kavramlardan taşanı, yani gerçek ile gerçeği hesaba katan tavır ve davranışları) olumsuzlayıcılığa ya da daha hafif ifadelerle yargılamaya ve eleştirmeye mi götürmelidir bizi? Felsefeyi artık realitenin, kavramlardan taşan gerçekligin kurduğu ya da temsil ettiği ortodoksiye karşı bir heterodoksi biçimi olarak, bu "kurulu/tesis edilmiş gerçeklikten" bir kaçış çizgisi olarak mı düşünmelidir, yani felsefenin zaten olageldiğini varsaydığımız bir biçim olarak mı? Ya bugün, felsefe de yaşananın/realitenin bir parçasına dönüşmüşse, ya yargıladığı, eleştirdiği ve nihayetinde olumsuzladığı pratik-atılın, ortodoksinin en önemli bileşeni olmuşsa? Ya felsefe, basitçe, oluyorsa? Nihayetinde felsefeye bir ethos atfetme girişimimiz bu ihtimalle birlikte baştan güdük bir girişim olarak kalmayacak mıdır? Nedir bu felsefe ve onun, sadece ve sadece onun felsefeliyor oluşu?

Bu soruların açtığı sorgulayıcı zihne şimdilik fazla bel bağlamadan sorgulamaya devam etmeye çalışalım. Felsefenin ve belli bir tür "hakikat anlatıcılığı"nın sonuna geldiğimizin öne sürüldüğü bir çağda, hatta "felsefeden sonra"sının, "aynasız bir dünya"nın düşünülmeye çalışıldığı bir çağda Goethe'nin sözünü alıntılayarak lafa başlamanın, yanlış olmasa bile ironik ve kötümser bir yanı yok mudur? Felsefe sona ermişse yargılama, eleştirme ve yadsıma da -en azından bir "hak" olarak- sona mı ermistir? Denecek ki felsefe ile birlikte sona eren "belli bir tür" yargılama, eleştirme ve yadsıma tarzıdır, felsefi bir tarz. Mümkün heterodoksilerin mümkün bir tarzı. Hatta, felsefenin sona erişi, Heidegger'in savunmaya çalıştığı üzere, felsefe tarafından temsil edilen belli bir "varlık" ile "hakikat" anlayışına ve bu anlayış zemininde hüküm süren belli bir "metafiziğe" ve düşünsel "ortodoksi"ye ilişkin daha radikal bir sorgulama ve düsünme imkanının ortaya çıkışına da delalet edebilir. Ama bırakın yaşadığı zamana karşı çıkacak, düsünceleriyle ona katılacak ortodoks düşünür ve filozofların bile nadir bulunduğu bir çağda; felsefenin, philo-sophia'nın, "bilgelik-sevgisinin", hakikati ve hakikat-olmayanı düşünmenin sonuna gelinen bir çağda; düşünür ve filozof tiplemelerinin yerini gazeteci-yazarlara ya da hermeneuinlere, yorumlayıcılara, "görüş sahipleri"ne, "ikna odalarına" ve "ikna edicilere", yani siyasetçilere bıraktığı bir çağda; öte yandan, her yerde savaş reklamcılarının/pazarlayıcılarının sesinin ayyuka çıktığı bir çağda felsefi olandan daha farklı ve radikal, belki belli ölçülerde bu farklılığa ve radikalliğe "hazırlayıcı", heterodoks, alışageldiğimiz biçimiyle herhangi bir "yolda-olmayan" bir düşünme biçimi bulunabilir mi? Felsefeden başka bir felsefe? Felsefe olmayan bir felsefe? Dahası bu ihtimalle birlikte hakikate ve şimdilik bütünüyle "yalan" olarak adlandıramayacağımız bir hakikat-olmayana ilişkin ne tür bir radikal yargılama, eleştirme ve yadsıma tarzını aramamız şart koşuluyor ki? Yaşanandaki hangi farklılık, fazlalık veya eksiklik ya da halen sahip olduğumuz düşünme tarzındaki hangi uygunsuzluk ve yetmezlik bizi buna sevk ediyor? Nedir felsefenin ve felsefe-olmayanın, felsefe-olmayarak-varolanın sürekli birbirleriyle çatışan ethoslarının, güç iradelerinin özü?

Gene felsefeye dönelim. Düşünme, saf düşünme olarak felsefe ve felsefi hayat (vita contemplativa) hangi yüce amaca ne tür bir bağlılıkla kendini yaşanan kötülükten uzak kılabilir? Ya da, diğer yandan, felsefi düşünmenin kendi amaç ve nesnesine olan hangi aşkın (müteal, transandant) ve/veya içkin (mekni, immanent) bağlılığı ve akdi, salt kötülükle dolu bir dünyayla mücadele etmekten onu azat eder? Sadece hakikate ilişkin bu aşkın ve/veya içkin bağlılık ve adanmışlık, daha doğrudan bir ifadeyle hakikate-dair-sorumluluk, kötülükten kurtulmaya ya da en azından ona bulaşmamaya yeter mi, yeterli midir? Felsefenin kötülükten kurtuluşu, aslında bizim felsefe yapmaktan kurtuluşumuz değil midir? Bu kurtuluş, bu düşünsel ve ahlaki bağlardan kurtulma hali, bu herhangi bir ethosa bağlanmama ethosu neyi ifade ediyor bugün? "Her kim felsefe yapıyorsa yaşadığı zamana karşı çıkmalıdır" sözünde içerilen ön-şarttan ve bu ön-şartın gerektirdiği mükellefiyetten kurtulma çabası olmasın sakın bu? 'Azınlık bilinci'nin kendini korumaya ve güçlendirmeye dönük ve şimdilerde iyiden iyiye sosyolojikleşmiş bir tezahürü? Felsefeye karşı felsefe-olmayanı aramaya iten şey bu saikten çok mu farklıdır? Bir de şu: Yaşanan zamana, yaşanan zamanda içerilen kötülüklere karşı çıkma çabasından kurtulmak için bu zaman ve kötülüklerin külli bir feshi gerekli değil midir? "Majoritas" ile "minoritas", "ortodoksi" ile "heterodoksi" arasında kurgulanan bütün o farklar, zıtlıklar kendi meşrulaştırımlarını ne ölçüde talep edebilir, onu ne kadarıyla gerçekleştirme iradesine sahip çıkabilirler ve hangi "hak"la? Majoritasminoritastan sorumludur yoksa minoritasmajoritastan? Ya da içeriği asla doldurulamayacak bir hoş söz müdür "sorumluluk" denen şey?

Ama, öte yandan, Goethe'nin "söz"ünde içerilen alçakgönüllülük ve ön-şart ("her kim felsefe yapıyorsa") zaten yeterince ironik ve kötümser; tutup bir de bizim ona, her yanda savaş çığlıklarının atıldığı bir dönemde, yeniden bir "işlev" ve "bağlam" kazandırmaya, bu kez kendisine karşı bir işlev ve bağlam kazandırmaya uğraşmamız yeni bir haksızlık sayılabilir- hem bu söze hem de bu sözü sarf edene bir haksızlık... Eğer kötülük, sürekli kötülük düşünenlerin ve tabii ki kötü düşünenlerin bir ürünüyse, bugün bir "kötü düşünme tarzı" olarak düşünülen felsefe zaten yeterince suçlu sayılacak ve kendiliğinden yaşanan pratiğin kör bıçağının altına yatmaya zorlanacaktır. Felsefeyi kötü düşünmek, felsefe üzerine kötü düşünmeyi getiriyor her bakımdan...

Heterodoksilerin üretken bir faaliyeti olarak felsefe ile ortodoksilerin hizalayıcı, merkeze çağıran bir faaliyeti olarak felsefe arasında "faal-olma-durumu" bakımından ne tür bir tercihte bulunabiliriz? İlk grupta üretken olarak sunulan ile ikinci grupta ketleyici olarak algılanan faaliyetler arasında sadece bu bakış açısına bağlı kalarak tözsel bir ayırım yapabilir miyiz?

Üretkenlik ve ketleyicilik vasıflarına dayalı bir ayırım beraberinde ortodoksinin soğuran, içselleştiren işlevleri ile tam da derinleştiren, detaylandıran işlevlerini birbirinden ayırt etmeme gibi bir aksiliğe, ortodoksilere dolaysızca atfedilen ölçüde bir ketleyiciliğe yol açmaz mı? Belki de, bizatihi minoritas'ın kendisi üretken olmaktan uzak düşen bu aksilik, bu ketleyici direngenliktir; belki de minoritas sadece budur, salt bu direnme yetisi, bu pratik-atıldır. Öyle ya, majoritas ile minoritas, ortodoksi ile heterodoksi arasmda estetize edilen bu ayırım, bir ayırım, bir aralama olarak (spacing) ne kadar "üretken", ne kadar "özgürleştirici" bir edimdir? Yine - evet, yine, belki de, "baskılayıcı" ya da "özgürleştirici", sanırım baskılarken özgürleştiren ya da özgür kılarken bastıran bazı ayırımlar yapmak ya da zaten yapılmış bu tür ayırımları derinliğine işleyip dönüştürerek yeniden istihdam edilebilir kılmak kavram ortodoksilerinin şanındandır.

Bütün bunlara rağmen Goethe'nin sözünü bugün tekrarlamaya bizi zorlayan bir şeyler var; yaşanan ana karşı çıkma zorunluluğumuzu bize hatırlatan bir şeyler... Salt düşünmeye, "felsefe yapmaya" çalışmanın açıklayamayacağı bir şeyler... Safça "nedir bunlar?" diye sormaya kalkışmayacağız. Bütün mahiyet ve nitelikleriyle bilinen şeyler zaten bunlar; bildiğimiz şeyler, bize bildirilmiş şeyler, bilmeye mecbur kaldığımız şeyler; "bilmeme imkanı" elimizde olsa asla bilmek istemeyeceğimiz, bilmeye katlanamayacağımız şeyler: Haksızlıklar, cinayetler, hırsızlıklar, yalan dolanlar; "zulüm" ve "karanlık" kısaca... Fakat, bütün bunların sebebini araştırmaya ve onlara karşı çıkmaya bizi icbar eden şey, sadece taşıdığımız etik ve vicdani sorumluluk duygusu değil; "söyleyip kurtulmuş olma"nın rahatlatıcı reçeteleri hiç değil; Yunus Emre'nin "ya ben söylemesem öleyim mi" dizesinde dile gelen hayati zorunluluk, yaşama ethosu dahi değil; belki de, düşünmenin, ister felsefe yaparak, ister siyaset yaparak, ister ahlakçılık yaparak, isterse de sadece yaşayarak ve ölerek bir şeyleri duşünmenin, bir şeyler için düşünmenin iç zorunluluğu bu...

 

II.                Felsefe, Hakikat Anlatıcılığı, Savaş ve Siyaset

 

Alasdair MacIntyre, felsefenin her şeyi olduğu gibi bıraktığını, ama kavramların asla ve asla bu bırakılışta yer almadığını savlar. O'na göre, bir kavramı değiştirmek, onu tadil etmek ya da ortadan kaldırmak, bir davranışı değiştirmek anlamına gelir. Felsefe her şeyi olduğu gibi bırakır- ama, kavramlar olduğu gibi bırakılmaz, bırakılamaz da zaten. Peki ya, felsefe de bir "kavram"a dönüşmüşse artık? Ya bugün artık felsefe, -ister heterodoksilere isterse de ortodoksilere hizmet eden- bir etkinlik olmaktan uzaklaşmışsa? Felsefe, bir etkinlik olarak kendini idame ettirecekse, öncelikle kendi sonunu getiren ya da böyle bir "son ihtimalini", bu "son" ihtimali bize düşündürten açmazla yüzleşmek zorunda değil midir? (Üstelik felsefenin hiçbir zaman süreğen bir etkinlik olarak yaşamadığının iddia edildiği bir dilde, yani Türkçe'de soruyoruz bütün bu soruları. Basitçe, felsefenin mümtaz konumunu şiire, siyasete ve hukuka devretmiş bir kültürde yaşadığımız iddiasını mı kabul edeceğiz yani?) Kendini olanaklı kılan kavramı olduğu gibi bırakan bir felsefe bu açmazla yüzleşebilir mi? Şiddeti, yalanı (yani belli bir anlamda hakikat-olmayanı) ve "ikna"yı içeren siyaset karşısında felsefe salt bir "hakikat anlatıcılığı" konumunda, "ikna"nın başka bir formunda kalarak savaşın "devamı", onun başka araçlarla sürdürülmesi olarak siyasete direnebilir mi? Sadece felsefe yaparak, sadece hakikati anlatarak, hakikatin zorlayıcılığına başvurarak savaşın ve siyasetin tiranlığına ayak diremek mümkün müdür? Hem, üstelik, nedir "hakikatin zorlayıcılığı" dediğimiz şey? Hakikat kimin için ve niçin zorlayıcıdır?

"Her kim felsefe yapıyorsa...": Goethe'nin bize verdiği maksimin ön-şartını "felsefe yapma" ediminin Türkçe argodaki pejoratif anlamıyla birlikte düşünmek de gerekiyor bir bakıma, yani en kötü anlamlandırılma şekliyle, "üretken ve faydalı" bir şeylerden çok "boş" işlerle uğraşma anlamında... Birileri felsefe yapıyorsa ya da birileri "felsefe yapmak" zorunda bırakılıyorsa bugün, bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Oysa felsefe yapmayı hâlâ ciddiye alacaksak şu ihtimalleri de gözetmemiz gerekir: Ya felsefe yapanlar bir takım suçları gizlemeye çabalıyorlardır ya da gizlenmeye çalışılan bir takım suçlara karşı mücadele ediyorlardır. Bu iki seçenekten başka bir seçenek var mı elimizde? Felsefe yapıyorsanız ya karşı çıkacaksınız yaşadığınız zamana, zamanınızdaki kötülüklere ya da bu kötülüklere karşı çıkmadan yapmış olduğunuz bu felsefe yüzünden suçlanacaksınız. Çünkü, kötülüklere karşı çıkmayan bir "felsefe yapma" edimi, bu kötülükleri kabullenmenin, dahası onları meşrulaştırmanın, aklileştirmenin, gerekçelendirmenin faili ve müsebbibi olarak görülecektir; bu kötülüklere "yardım ve yataklık etmenin" diğer adı olacaktır felsefe/edebiyat/caz yapmak. Felsefe yapmak, çünkü, bir yanıyla olumlu bir yanıyla da olumsuz bir edimdir; bu edimle, herhangi bir edimle ya bir şeyler kabul edilir ya da reddedilir (bir şeyleri kabul etmek, elbette başka bir şeyleri reddetmek anlamına gelir her zaman; bir şeyleri reddetmek, yine başka bir şeyleri, en azından reddedişi, başkalığı kabul etmek anlamındadır burada; kabul ve red aynı edimin, aşikar veya zımni olarak ayrışan iki farklı yüzüdür; nasıl ki her şeye aynı anda sahip olamazsanız, her şeyi aynı anda kabul ve/veya red de edemezsiniz; bir şeyi kabul etmişseniz, o şeyin almaşığı olarak düşünülebilecek diğer her şeyi de reddetmiş sayılırsınız; yine bir şeyi reddetmek, en azından o şeyi reddetmeyi kabul etmek anlamına gelir; hiç değilse, sorumluluk almayı reddeden çekinserliğin aksine "kabul" ve "red" tutumları birbirine karşı yükümlü ve bu sebeple Kantçı anlamda hem in meritum hem de in demeritum birbirinden sorumlu tutumlardır). Felsefe, olumlu ile olumsuzu kaynaştıran kavramsal ekonominin içkin düzlemi, bu etkinliğin, bu pratiğin hem adı hem de zeminidir; bu "alacakaranlık"tır neredeyse.

Felsefenin yaşadığımız kötülüklerle iş birligi meselesini de, ona ileride, başka bir yazıda tekrar dönmek üzere şimdilik bir yana bırakabiliriz. Hatta felsefeyi bile bir yana bırakabiliriz bu durumda. Ancak bu "bırakış"taki amacımız, kavramlar haricinde "her şeyi olduğu gibi bırakan bir felsefeyi" olduğu gibi bırakmak olmamalıdır. En azından, Goethe'nin verdiği maksim aracılığıyla, yaşadığı zamana ve kötülüklere karşı çıkan bir felsefe kavramına, minoritasın üretici faaliyetinin özü olan bir felsefe kavramına sahip olabilmişsek, bu, her şeyden önce bu felsefe kavramının kendisinde içsel bir değişikligi yapabilmemizi şart koşan bir politikliği içermelidir. Elif Şafak ve Ulus Baker'in önerdiği biçimiyle minoritas olmanın erdemi ve geriliminde zaten mündemiç bu politikliğe erişebilmenin yolu ise kötülük sorunsalına yeniden dönmek üzere bu sorunsalın da önünde yer alan felsefe, hakikat ve politika ilişkilerini gözden geçirmeyi gerektirir. Bu konu da şimdilik bu yazıda takip edeceğimiz tartışma bağlamının dışındadır.

Tartışmamızı felsefe, savaş ve zaman üzerinden sürdürmek bir ölçüde de olsa faydalı olabilir. Bu durumda bir başka Alman, Alman olacak kadar başka bir Alman, Alman-oluş'unu başkalığına borçlu bir Alman, bütün Almanlar gibi felsefenin meş'um kayıtsızlığıyla konuşan bir Alman, G. W. F. Hegel, "Minerva'nın baykuşunun alacakaranlıkta uçtuğunu" hatırlatır bize. Minerva'nın baykuşu, Akıl, yaşananı yorumlayarak yadsır. Belki de bu yüzden, yaşananı yorumlamak onu reddetmenin, onu reddederek değiştirmenin[1] ilk adımıdır. Felsefe, yaşanan anın dışına çıkarak ya da bu anı dışlayarak onun üzerinde hüküm vermenin "kayıtsız" pratiği olarak yaşanan ana kayıtlıdır. Yaşanan anı dışlamak/inkar etmek, ancak bu anı bütün boyutlarıyla ihata etmekle mümkün olabilir diğer yandan. Demek ki, aslında; Minerva'nın baykuşunun uçmaya başladığı an "yaşanan an" değildir, yaşananın bütün veçheleriyle sindirildiği "ertesi" bir an, hayatın doluluğundan boşaltıldığı, hayatın emperyalizminden kurtarılmış bir andır[2]. Descartes'tan beri, düşünen zihnin zamanı ile düşünülen şeyin zamanı asla birbiriyle çakışmaz. Hegelci diyalektiğe has hareketi temin eden zaten bu değil midir [3]? Demek ki felsefe zaten bırakmış olduğunu, zaten geride kalmış olanı yorumlar; o, geride bıraktığını yorumlayarak içerir ve yadsır, geride kalmış olmasıyla zaten Gerçeklikte, mevcudiyette, hali hazırda, düşünülen anın dışında kalması sayesinde düşünme anında içerilerek yadsınmış olan (aufgehoben) yadsınır böylelikle. Öyle mi acaba?

Şu yargı da aynı zaman anlayışı doğrultusunda bize yapılan başka bir hatırlatma olarak Hegel'e ait: "Sonuç oluşun dışında hiç bir şey değildir". Sonuç, son-uç, sürecin sınırında, onun sonu ve sırrı olarak oluş ve süreçtir. Burada aslında Hegelci diyalektik mantık açısından oluşu silip yerine ethosu yazmak mümkündür: Sonuç; ethosun dışında hiç bir şey değildir. Dünya tarihi dünya mahkemesidir. Felsefe ve felsefi fikirler ancak yaşanan anı olumlayarak, olumladıkları kadarıyla haklılaştırılabilirler. Öyleyse, "yapılan bir şey olarak felsefe"yi yaşadığı zamana karşı çıkma imkanından mahrum eden tam da bu değil midir? Bir "üretim", bir "pratik" olarak onu yaşadığı ana katılmaktan ya da onu reddetmekten alıkoyan sadece olumlama/olumsuzlama diyalektiği olmasa gerek; her şeyiyle "alacakaranlık"tadır felsefe, "alacakaranlık"tır, "yaşanan an"ın sırrı ve sınırıdır, onun "ruh"udur. Felsefe alacadır, aradadır, aradır; hakikatin ışığı ile zamanın karanlığı bu alacalıkta, bu aralıkta, bu arada kapışır. "Hakikatin ışığı'' ile "zamanın karanlığı" arasındaki bu aralanma (spacing) bir yandan asla indirgenemez, bir yandan da "üretken", "türetici" ve "pratik" bir işlemi belirtir bundan dolayı[4]. Felsefe, neredeyse, bu işlemin kendisidir. Felsefe, ancak, yaşananla arasına koyduğu bu aralıkta, bu aralık sayesinde oluşur, vuku bulur, etkinleşir. Felsefe, yani vita contemplativa, aktif yaşamın, yani vita activa'nın dışında, hatta neredeyse onun karşısında, kısmen ona ait, kısmen de zıt, ondan bağımsız bir aralıkta, bir "eşik"te, hayatın çalkantılı "deniz"inin yanıbaşındaki bu sağlam "kıyı"da mümkündür (burada "ben kıyı değil dalgayım" diyen merhum Ali Şeriati'yi hatırlamamak mümkün mü?); belki de bu yönüyle, Oscar Wilde'nin "eleştirmen"ine benzer felsefe, neyin nasıl yapılacağını çok iyi bilen, ama 'o iş’i temelde sahip olduğu eksiklik sebebiyle yapamayan ve bu yapamayışıyla ünlü haremağasına... Kapı (satır/reklam) aralığından, gerçeklik olarak tezahür eden bir metni gözetleyip (bir nevi "röntgencilik") ona ilişkin yorumlarda bulunmak haricinde ne tür bir etkinliği kalmıştır bugün felsefenin ve felsefi nazariyelerin? Machpolitikle eşitlenmiş bir realpolitiğin güdümünde Türkiye'nin varlık şartını onun ABD ile olan stratejik ortaklığının bekasına dayandıran bir düşünüm (sözgelimi Cengiz Çandar vb. güç demagoglarınınki) nasıl bir değere sahip olabilir? Diğer yandan savaşa karşı çıkmayı gerektiren ahlaki püritenlik ve barış yanlılığı baştan sahip olduğunu varsaydığı Politik Doğruculuğun kurbanı olmamış mıdır? Birbirine zıt bu iki güncel ve pratik tavır arasmda felsefe bize ne soyleyebilir?

Diğer yandan, rahatlıkla öne sürülebilir ki "felsefenin sonu", savaşın başlangıcıdır; her şeyiyle savaşın, gücün, zorbalığın, karanlığın, şiddetin, iknanın, hatta vita activa'nın başlangıcı... Kanıt olmaya tenezzül etmeyen kanıtlar; hakikat olmaktan, aydınlık olmaktan pek uzak ve bu sebeple en azından artık hakikati düşünmemize yol açması, bizi aydınlatması umut edilemeyecek kanaatlerle üretilmiş sözde kanıtlar çağı, çağın karanlığı gelmiştir artık.

 

III. Nietzsche'nin Hakikat Avı Ya da Hegel'in Savaş Estetiğine Dair

 

Yine bir Alman'a, bu kez Alman-oluş'u şiddetle eleştirmiş bir Alman'a, Nietzsche'ye dönelim. O, hakikati, sürekli bir.kadın olarak düşünür: "Kadın olarak gerçeklik ya da kadınsı utangaçlığın hareketi olarak gerçeklik". Sözgelimi, Şen Bilim'inde şunları yazar filozofumuz: "Aşk ile utangaçlık arasında yakınlaşma, Tanrı ile Kötülük yakınlaşması, çözümün sırrı ile sırrın çözümü arasında bir yakınlaşma söz konusu olduğunda kadınla ilgili olarak aşırı   kuşkuculuk ve felsefe devreye girer." Yine aynı eserden başka bir alıntı daha: "... kutsal olmayan gerçeklik Güzelliği mutlak olarak bize vermez veya bir sefere mahsus olarak verir. Dünyanın güzelliklerle, ancak anlık olan bu tür güzelliklerle dolu olduğunu söylemek istiyorum. Yaşamı çekici, güzel kılan belki de işte budur: Yaşam, altın işlemeli örtüyle kaplıdır; kendisine umutlu, çekingen, utangaç, alaylı, acımasız ve çekici bir görünüm veren sonsuz güzellikler gizlidir orada. Evet, yaşam kadındır!" Ya da şu: "Kadının bir an gerçeklik olduğunu kabul edelim, o zaman, bütün dogmatik filozofların kadınları iyi anlamadığından şüphelenmez miyiz? Bir kadını kollarımız arasına almak için şimdiye kadar onların gerçekliği aradıkları ürkütücü ciddiyet ile ölçüsüz ve yersiz davranışlar, beceriksiz ve yakışıksız araçlar değil midir?"[5]

Hakikati "dişil" kabul eden Nietzsche'yi takip ederek iknanın yüce biçimi siyaseti de hakikat karşısında pekala aşırı "eril" bulabiliriz. Siyasetin erilliği onun hakikate tecavüzünden, onu himayesine, haremine ve hakimiyeti altına almak isteyişinden uzak düşmez bu durumda. Savaşı siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi olarak algılayan Clausewitz ve hakikati filozofları peşinde koşturan bir kadın olarak düşünen Nietzsche, bu durumda, hâlâ Hannah Arendt'e nazaran, Arendt'in metinlerinin bir "ön-okuması" olarak bir adım ilerde kalırlar. Arendt, şiddetin siyaseti sona erdirdiğini savlarken hâlâ "gerçek politika" ve "hakikat anlatıcılığı" olarak içeriklendirilebilecek bir felsefe tasavvuruna bağlıdır. Onun kamusal alan kavramı "hukuksal ilişkilerden çok hayalgücüne, katılıma ve karşılıklı güçlenmeye önem verir."[6] Rahatça fark edebilecegimiz gibi, gerçek politikanın bu "göstergeleri", bütün olumlulukları ve desteklenebilirliliklerine rağmen hâlâ dişildirler, hâlâ yüzleştikleri kötülüklerin banalliğine nüfuz edemezler, bu sebeple kendilerine de nüfuz edilemez banallik olarak bakılabilir (zaten banallik, tam da bizim nüfuz edemediğimiz, dışında kaldığımızı varsaydığımız, karşısında "azınlık" kesildiğimiz "sıradanlıklar" değil midir?) Bu durumda, Clausewitz'in önermesini tersine döndürerek söyleyecek olursak, savaş ve savaşın bir devamı kılınmış siyasetin çağı; yalnızca, bu "gerçek", "güzel", "iyi", "uyumlu", "hayalgücüne, katılıma ve karşılıklı güçlenmeye" önem veren politikanın yüzgörüm çağı mıdır acaba[7]? Hangi politikadır bu? Yüzünü çıldırtıcı bir utangaçlıkla açan, gerçekliğin ta kendisi olarak görülen hangi vahşettir bu? Bağdat'ın her bombalanışında zihinlerimize çakılan bu soru yeniden Hegel'e dönmeyi zorunlu kılıyor.

Hegel için savaş hayat denizinin kokuşmuşluğunu gideren bir ilahi rüzgardır neredeyse. Bu açıdan savaşı "hayatın gerçekliği" saymak yerine tam zıddını düşünmek gerekir: Savaş hayatın gerçekliğinin alt üst edilişi, onun anafora tutuluşudur. Savaş yaşadığımız hayatların gerçeksizliğini yüzümüze vurur. Savaş rüzgarının kabarttığı dalgalar sağlam sandığımız nice gerçeklik kayasını parçalar, un ufak eder. Neticede ölümün ve "tarihin ciddiyeti karşısında bütün gevezeliklerin sustuğu" bir zamanı ister istemez tecrübe etmek zorunda bırakılırız. Öyle ki artık savaşa karşı çıkmak ile savaşı desteklemek arasında yapacağımız ahlaki veya siyasal tercihi gerekçelendirme çabaları, lafazan öznel öznelliğimizin gayretli bir dışavurumu olmaktan öteye geçemeyecektir.

       

 



[1] Böylelikle yazımızın başlığında içerilen göndermeye gelmiş bulunuyoruz. Marx, Feurbach üzerine onbirinci tezinde "filozofların dünyayı yorumlamakla yetindiklerini, ama aslolanın dünyanın değiştirilmesi olduğunu" savlamıştı. Felsefi pratiğe karşı asıl ağırlığı politik pratiğe veren bu sava duyduğumuz bütün empati ve yakınlığa karşı bugün modern beşeri pratiğin felsefe ile politika arasındaki taksiminde bir arıza yaşandığını da görmek zorundayız: Siyaset karşısında büsbütün "hadımlaştırılmış" bir felsefe. Sözün kısası yorumlanarak değiştirilmiş bir dünyada bu taksim yeniden gözden geçirilmeli ve yorumlanmalıdır.

[2] 'Ertesilik' gene de bir önceki anla birlikte bir ertesiliktir; Bergsoncu süre ne kadar geleceğe dönük olarak anların birbirine eklenişine ve çoğaltılışına dayalıysa Hegelci zaman da bir o kadar geçmişe ve geçmişin düşünümsel yorumuna dayalı bir süreçselliğe ve şimdiki zamanda nihai anlamına kavuşan bir telosa tabidir. "Şimdi"yi bir son, bir sınır sayan bu teleolojide logos ve zaman (insan) kendi bütünselliğinin idrakine sahiptir. Bir sonraki dipnota bkn.

 

[3] Sözgelimi, Hegel Jena Mantık'ında şu satırlara yer verir: "Bu yalınlığı içinde sonsuz, kendi kendine eşit olmaya karşıt öge olarak olumsuz-olandır ve kendisine kendisini ve kendisinde bütünselliği sunduğu ölçüde, ögelerinde, genel olarak dışarda-bırakıcıdır, noktadır ya da sınırdır, ancak bu kendi (eylemi) içinde başkasıyla doğrudan ilişkiye geçer ve kendi kendisini hayırlar. Sınır ya da şimdiki an, zamanın  mutlak 'bu'su, ya da şimdi, kendisinden  mutlak biçimde bütün çokluğu dışarda bırakıp tam da bu  nedenle mutlak olarak belirlenen, olumsuz mutlak bir yalınlığa sahiptir; o, kendisinde yayılacak (ve) kendi kendisinde belirlenmemiş bir öge de tas1yacak bir bütün ya da bir quantum değildir, kendisine kayıtsız ya da kendi dışında kalarak bir başkasıyla ilişki kuracak  bir ayırım da  değildir,  fakat yalınlıktan  mutlak  olarak ayrı  olan bir ilişkidir" (akt. Derrida, 1999: 54-55).

 

[4] Bkn. Jacques Derrida, Positions, trans. Alan Bass, Chicago: Chicago University Press, 1982, s. 94.

[5] Şen Bilim'den yapılan bütün bu alıntılar Derrida aracılığıyladır. Bkn. Jacques Derrida, Mahmuzlar, çev. Mehmet Baştürk, Erzurum: Babil, 2002.

[6] FatmagüI Berktay, "Heidegger ve Arendt'te Özgürlük: Bir Kesişme Noktası", Defter, No:

42, 2001, s. 26.

[7] Arendt'in “şiddet eleştirisi"nin daha ayrıntılı bir okuması ve eleştirisi için bkn. Nuh Yılmaz, "Biyoiktidar ve Liberalizm: Şiddetin Eleştirisi ve Siyasetin İmkanı", tezkire, No: 24, 2002, s. 110-123.