25 Aralık 2022 Pazar

İstikrarlaştırıcı bir güç olarak Türkiye

 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve akabinde 2001'de gerçekleşen İkiz Kuleler'e yönelik saldırı ile belirginleşen uluslararası düzendeki kriz, küresel ve bölgesel düzeylerdeki terörizm, çeşitli ekonomik bunalımlar, salgın hastalıklar, iç savaşlar ve normal savaşlar, başarısız devletlerle birlikte istikrarsız bir küresel ortama evrildi. Belirsizliklerin giderek arttığı, çatışmaların giderek sertleştiği bu çağda Türkiye'nin bölgesel ve küresel planda oynadığı istikrarlaştırıcı rolü ele almaya, anlatmaya çalışan bir kitap Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Altun'un eseri.

Adaletin tesisi

Küresel düzeyde adaletin tesis edilmesi, Suriye'den Libya'ya, Afrika'dan Ukrayna'ya kadar uzanan geniş coğrafyada Türkiye'nin istikrarın sağlanması adına attığı adımların ve yaptığı somut katkıların fark edilmesini hedefleyen çalışmada, Soğuk Savaş'ın sona ermesinin üzerinden 30 yılı aşkın bir süre geçmesine karşın bir konsensus sağlanamadığını vurgulayan Altun, esasen Soğuk savaş döneminde de ortaya çıkan meydan okumalara geçerli bir cevap vermekten uzak görünen uluslararası kurumların, bölgesel çatışmaların çözümlendirilip sona erdirilmesi, uluslararası krizlere çare bulunması, insani yardımların çatışma bölgelerindeki ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması gibi önemli birçok alanda hesap verebilir ve muteber birer platform olamadığının altını çiziyor.

Francis Fukuyama'nın Berlin Duvarı'nın yıkılmasının akabinde ilan ettiği "tarihin sonu" ve liberalizmin zaferi temalı liberal uluslararasıcılığın, yeni uluslararası sistemin belkemiğini oluşturacağı beklentisi ise daha 1990'larda ortaya çıkan Ruanda soykırımı ve Bosna'da Müslümanlara dönük yaşanan etnik temizlik başta gelmek üzere birçok iç savaş, etnik çatışma ve insani krizle birlikte yanlışlandı.

Kitabında Altun, uluslararası düzende son yirmi yılda yaşananları çözümleyerek özetliyor. Uluslararası kurumların zayıflatılması, uluslararası toplumun çatışma ve krizlerin üstesinden gelememe sebepleri, ortaklık hissiyatına yönelmiş popülizm, "önce biz" anlayışları gibi birtakım tehditler bu çözümlemenin ana unsurlarını oluşturuyor. Hem uluslararası kurumları hem uluslararası düzene dönük sınamaları hem çatışmaları hem çatışma çözümlerini hem de aşırı sağ popülizmi irdeleyen Altun, Türkiye'nin bu meselelere bakışını da aktarıyor.

Mevcut uluslararası sistemin barış ve istikrarı sağlamakta veya teminat altına almakta başarısız kaldığını işaret eden Altun, bölgeden bölgeye taşınan güncel ve küresel meydan okumaları tartışarak bu sistemin başarısızlıklarını ve eksikliklerini ele alıyor. Altun ayrıca Türkiye'nin uluslararası düzenin etkinliğini ve önemini artıracak somut tekliflerini de anlatıyor.

Dünyada farklı krizler devam ederken Türkiye'nin uluslararası toplumun ve kurumlarının başarısızlıklarına rağmen insani yardım alanında önemli bir aktör haline geldiğine dikkat çeken Altun, Türkiye'nin ve onun mevcut yönetiminin büyük güçlerin harekete geçmesini beklemeden proaktif bir tarzda, kimseyi şeytanlaştırmadan, dışlamadan ya da kayırmadan ortaya çıkan sorunlara müdahale ettiğini işaret ediyor. Adalet olmadan ne barışın ne istikrarın ne de refahın olacağına inanan Türkiye'nin, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğinde sorumluluk sahibi ve yapıcı bir aktör olarak ortaya çıkan birçok konu ve sorunda hem eleştiri hem de katkı sunduğunu belirten Altun'un Türkiye'nin bu bakımdan istikrarlaştırıcı önemli bir güç olarak küresel belirsizliklerle mücadelesini kitabında odak aldığını belirtelim.

Evren, hayat ve barış yurdu

 Sarah Jane Booth Eski İngiltere başbakanı Tony Blair'in eşinin küçük kız kardeşi olarak 1967'de Kuzey Londra'da doğdu. Annesi Yahudi babası Katolik'ti. Londra Sahne Sanatları Akademisi'nde tamamladığı aktrislik eğitimi sebebiyle bir süre çeşitli tiyatro topluluklarıyla Avrupa'yı turladı. 1997'de ise gazeteciliğe başladı. Dört yıl boyunca New Statesman'da yazarlık yaptı. ABD ve İngiltere öncülüğünde Irak'a açılan savaşa karşı Irak Savaşı Karşıtı Koalisyon sözcülüğünün ardından 2008'de 46 aktivistle birlikte Gazze ablukasını kırmak ve Gazze'deki güç durum altındaki çocuklara yardım amacıyla gemiyle yola çıktı. Hem Mısır hem İsrail, Booth'un girişine izin vermedi. Gazze ablukasını eleştirmek için "bugün dünyadaki en büyük toplama kampı" nitelemesini yapan Booth için HAMAS lideri İsmail Haniye VIP pasaport verdi. Defalarca Filistin'e gitti. Filistin'e ilk gidişinden birkaç yıl sonra kamuoyuna İslam'a girdiğini ve isminin "Lauren" olduğunu açıkladı.

Müslümanlığı anlattı

Müslüman olduktan sonra İngiltere'de hazırladığı tek kişilik gösteri ile Müslümanlığı anlatan Booth, Türkiye'de çalışan bir Müslümanla evlendi. İslam'ı seçmesinin sebebini ""Önceden, İslam benim yaşam planlarım arasında değildi ve asla düşünmemiştim. Ancak şimdi baktığımda 10 sene olmuş Müslüman olalı. Müslümanlarla çalışmaya başladığımda, ne kadar nezaket sahibi ve sabırlı olduklarını gördüm. Bende bir şeylerin eksik olduğunu hissettim. Bir ramazan ayında bir geceyi camide geçirdim, ertesi sabah olduğunda Allah'a iman ettim ve Hazreti Muhammed'in son peygamber olduğuna inandım. İşte benim hayatım o gün başladı" diye açıklayan Lauren Booth'un 2012'de Amerika Müslüman Hukuk Fonu için ABD'de yaptığı bir konuşma dizisi sırasında oluşan bir anı kitabı yazma fikrinin somutlaşmış hali Barış Yurduna Doğru.

Kitabında anlattığı hayatın Batılı anlamda bir pembe dizi olarak başladığını, bir süreliğine parlak bir romantik komedi olarak ilerlediğini belirten Booth ana rahminde mezara her kısa yolculuğun aynı, yani bir anlam arayışı olduğunun ortaya çıkmasıyla sonuçlandığını belirtiyor.

38 yaşına kadar pratik bir hayat şekli olan İslam'ın kendisi için tamamen bilinemez bir şey olduğunu belirten Booth, Batı Şeria'yı dolaşıp İngiliz gazeteleri için haberler yaparken, İşgal Altındaki Topraklardan bir hikâye çıkarma uğraşı esnasındaki gazetecilik görgü kuralları hakkındaki bilgisizliğinin kendisi için hem bir risk hem de nimet olduğunu ifade ederek "Tanıştığım Müslümanlar, bu kadar baskıcı koşullar altında yaşarken beni öfkeden sakin düşünceye ve umuda yönlendirmeye çalıştılar. Kaçınılmaz olarak, Müslümanların yol gösterici kitabı olan Kur'an-ı Kerim'i aldım. İşte o zaman hayat, evren ve her şey hakkında bildiğimi sandığım her şey alt üst oldu" satırlarını yazıyor.

Lauren Booth, doğumundan Filistin'deki aktivist çalışmalarına ve Müslüman oluşuna, dahası hac yolculuğuna kadar hatıralarını aktarıyor.

12 Aralık 2022 Pazartesi

Bütüncül bir bakışla İslam düşünce geleneği

 Hiçbir düşünme çabasının kendi başına var olmadığı gerçeğinden yola çıkarak düşünmenin zaman ve zeminle ilgisini kurmanın önemi büyüktür. Düşünme eyleminin kendiliğinden olduğunu, yani dışsal bir saik ya da etki ile düşünmenin gerçekleşmediğini varsaysak bile bu eylemin ortaya çıkışının zaman ve zeminle mukayyet olduğunu, hiçbir eylemin dışsal herhangi bir etkiden masun kalamayacağını da unutmamamız gerekir. Düşünmeyi herhangi bir parçayla sınırlamamanın, herhangi bir düşünme eyleminin içinde bulunduğu dünyadan ayrı gelişmediğini görmenin en iyi yollarından biridir belki de o düşünme eyleminin vücut bulduğu bütünü ıskalamamak.

İslam düşünce geleneğini başlangıcından günümüze kadar zaman-mekân, öğreti-ekol değişkenleri etrafında ele alarak kendi sürekliliği ve değişimi çerçevesinde ele alan bir çalışma İslam Düşünce Atlası. Bu atlasın içinde Eş'ari'yi, Maturidi'yi, Farabi'yi, İbni Sina'yı, İmam Gazzali'yi, İbn Rüşd'ü, İbn Arabi'yi, Sadrettin Konevi'yi, Molla Fenari'yi, Fahrettin Razi'yi, bulduğumuz gibi Ali Şeriati'yi, Hasan El-Benna'yı, Necip Fazıl Kısakürek'i, Necmeddin Erbakan'ı, Seyyid Kutup'u, Sezai Karakoç'u ve İsmet Özel'i de bulabiliyoruz. Bu niteliğiyle atlasın İslam düşünce geleneğini sürekli ve bütüncül bir okuma sunma yönündeki vaadine sadık kaldığını ileri sürebiliriz.

Yeni bir dönemlendirme

Gazzali öncesi ve sonrası şeklindeki yaygın sınıflandırmayı reddeden bir bakış açısıyla İslam düşünce geleneğine ilişkin yeni bir dönemlendirme öneren atlasın editörü İbrahim Halil Üçer. Önerilen dönemlendirme ise açık: Klasik dönem, yenilenme dönemi, muhasebe dönemi ve en son olarak arayışlar dönemi, yani modern çağlar.

Üç ciltlik ilk edisyonu 2017'de yayınlanan atlasın yeni edisyonunda ilk edisyondaki maddelerle makalelerin kayda değer bir kısmının güncellendiğini vurgulamalı. Bu güncellemenin yanında atlasa ilk edisyonda olmayan birçok ekleme de yapılmış. Bu eklemeler ve güncellemelerle yeni edisyonun altı cilde ulaşması ise atlasın kapsamındaki genişlemeyi gösteriyor.

İlk edisyonda olmayıp yeni edisyonda bulunan en önemli konu ise fıkıh. Atlasta İslam düşünce geleneğinin dört dönemi boyunca fıkhın gelişimini tartışan alan yazıları kadar üç yüze yakın fakih ve usul bilginini ele alan maddeler, fıkıh geleneği etrafında şekillenen kurum maddeleri ve fıkhın tarihi tarihî gelişimini takip edebileceğimiz haritalar bulunuyor. Fıkıh geleneğinin eklenmesiyle birlikte İslam düşünce geleneğinin daha kuşatıcı bir resmi sunuluyor. Doğrusu atlasın fıkhı İslam düşünce tarihi yazımının ayrılmaz bir parçası addetmesi onu ihmal ettiğimiz ölçüde sadece İslam düşünce geleneğine değil, aynı zamanda Müslüman yaşamı ve düşüncesine ilişkin de tutarlı ve bütüncül bir bakıştan yoksun kalacağımız öngörüsüne dayanıyor.

İlk edisyona nazaran yeni edisyondaki ikinci önemli ekleme ise Arayışlar dönemine, yani modern zamanlara tekabül eden döneme ilişkin. Sosyo-politik bir ajanda içine sıkışmışlığı kabullenmeyerek Müslümanların içinde gerçekliği kavradıkları temel disiplinler ve onlar üzerinden inşa edilen fikirlerin bu dönemde nasıl bir dönüşüme uğradığı sorusunu sorup Arayışlar Dönemi'nde matematik ve doğa bilimleri, felsefe, mantık ve usul, kelam, tasavvuf, tefsir, fıkıh ve sanat geleneklerindeki süreklilik ve dönüşümleri irdeleyen yazılarla genişleyen atlasta bu süreklilik ve dönüşüm evrenine eşlik eden sosyo-politik tasavvurlar da analiz edilmeye çalışılıyor.

İki yüzü aşkın akademisyenin katkı verdiği İslam Düşünce Atlası'nın yeni edisyonundaki eklemelerin sadece bunlarla sınırlı olmadığı, kitap ve sanat yapılarının tanıtımının da atlasa eklendiği söylenmeli. Ayrıca atlastaki güncelleştirmelere paralel olarak ilgili web sitesi de güncellenmiş.

2 Aralık 2022 Cuma

Osmanlı hukukunun temelleri

 Osmanlı'dan günümüze yaşanan zihniyet değişikliğinin bazı kavramsal temeller üzerinde gerçekleştiği hiç kuşkusuzdur. Sözgelimi bazen Osmanlı devletinin şeriatla yönetilirken günümüzde bu yönetimin buna mugayir olduğu söylenir. Yine Osmanlı tarihçiliğinde bazı amatör kalemlerden sık sık Osmanlı'daki şerî hukuk-örfî hukuk ayrımıyla ilgili analizler okuruz.

Osmanlı hukuk düşüncesinin tarih idrakinden nasıl beslendiğini, kanun dili ve tasnifini nasıl yaptığını inceleyen Osman Cengiz, Hukuk Düşüncesi adıyla yayınlanan kitabında temelde birbiriyle bağlı iki meseleyi ele alıyor. Bu meselelerden ilki on dokuzuncu yüzyıldan günümüze kadar gelen bazı Osmanlı hukuk terimlerinin önceki yüzyıllarda aynı anlamda kullanılıp kullanılmadığı iken ikinci mesele de bununla bağlantılı olarak "hukuk-ı şer'iyye" ya da hukuk-ı örfiyye dendiğinde kastedilenin ne olduğu, Osmanlı'nın hukuk tasnifi ve uygulamasında "özel hukuk-kamu hukuku" ayrımını hatırlatacak uygulamaların olup olmadığı.

Mistik padişah kimliği

Kitapta Osmanlı kanun ve hukuk geleneğinin daha iyi anlaşılması amacıyla Cengiz, Osmanlıların hukuk tasnif mantığı ve bu mantığın temelleri üzerinde yükselen bazı kavramları ele alıyor. Yazar Osmanlı devletinin şeriata göre mi yoksa örfe göre mi yönetildiği sorusuna cevap aramıyor.

Kavram dünyasını hayata yansıdığı şekliyle aktarmaya çalışan Osman Cengiz çeşitli kanunname, fetva ve sicillerde geçen şer', şer'iat, bid'at, cürm, günah gibi kavramları örnek veriyor. Kanunnamelerde geçen "günah" kavramını örnek veren Cengiz bu kavramın kanunnamelerde 'kusur' anlamında kullanıldığını belirterek "dinen Tanrı'ya karşı işlenen hata" anlamında olmadığının altını çiziyor. Bu kullanımın "galiz günah"ı da "ağır kusur" olarak karşılamaya imkân verdiğini ifade eden Osman Cengiz, reâyânın önceden askerî olmayan bütün kesimler için kullanılırken 19. yüzyıldan itibaren sadece gayrimüslimleri ifade eden bir anlama gelmeye başladığını belirtiyor. Benzeri şekilde cürüm günah, suç; örf de adet, kanun anlamına gelirken kanunnamelerde yerine göre ilki "para cezası" ikincisi ise "işkence" anlamına gelebiliyordu. Bugün şer'î hukuk dendiğinde örfî hukuk olarak nitelendirilen bir alanın karşısında konumlanan topyekûn bir hukuk sisteminin ifade edildiğini belirten Osman Cengiz, Osmanlılarda kanunname ve fetvalarda geçtiği şekliyle çoğu kez söz konusu terkiple halkın yerine getirmekle yükümlü olduğu ve sipahiler için vergi hukukuyla ilgili bir kavram olarak hak ettikleri "yasal maaş"ın ya da "yasal pay"ın kastedildiğine işaret ediyor.

Şer' ve şeri'at kavramının Osmanlılarda üç anlama geldiğine dikkat çeken Osman Cengiz bu anlamları şöyle ifade ediyor: din, yasa ve mahkeme. Şer'î hukuk-örfî hukuk ayrımına ilişkin dinî hukuk ve yasa geleneği tarafından aktarılan hukuk şeklinde yapılan ayrımın hukukun kaynağını gözetmesi bakımından doğru bir ayrım olduğunu belirten Cengiz, yine de bu ayrımın kapsam bakımından yapılmış bir tasnif olabileceği sorusunu soruyor. Ebussuud Efendi ve Pîr Mehmed Üskübî'nin bazı fetvalarında Osmanlı dünyasındaki fıkıh müdevvenatında yer almayan vergilerin dine uygun görüldüğüne değinen Cengiz, şerî hukuk ve örfî hukuk tasnifinin Roma Hukuku'ndaki özel hukuk (ius privatum) ve kamu hukuku (ius publicum) ayrımına dair tatbikin ayrı bir türü sayılabileceğini belirtiyor.