28 Aralık 2023 Perşembe

Türkiye'nin hakikat mücadelesi

 Günümüzde siyasetten sosyolojiye, reklamdan sinemaya, diplomasiden sağlık ve tıbbi konulara, turizmden kültür ve sanata, güvenlikten eğitime kadar birçok birbirinden farklı alanda önemli bir bilgi düzensizliği yaşandığını söyleyebiliriz. İletişimin dijitalleşip yaygınlaşması bir yerde bu düzensizliğin hem kendisinin hem de etkisinin artmasına sebep oluyor: Yanlış ve sahte haberlerle beslenen dezenformasyonla gündelik hayatımızın hemen her aşamasında karşılaşıyoruz handiyse; geleneksel kitle iletişim araçlarından sosyal medya platformlarına kadar birçok seviyede bize ulaştırılmaya çalışılan bilgi, haber ve içeriklerde kimi zaman yanıltılmaya çalışıldığımız açık. Dezenformasyon üreticilerinin bizim duygu ve düşüncelerimizi böylelikle etkilemeyi, değiştirmeyi, yönlendirmeyi, biçimlendirmeyi hedeflediği bilgi, haber ve içerikler sayesinde kanaatlerimizi ve kararlarımızı da belirlemeye çabaladığını iddia edebiliriz. Ulusal güvenlik meselesine dönüşen dijital dezenformasyonla mücadele etmenin gerekliliği bu açıdan gayet açık.

Kurgu içerikler

Dijital dezenformasyonun başta Batı merkezli siyaset ve medya perspektiflerinden beslendiğini, bu perspektif yoluyla doğrudan ya da subliminal yollarla zihinlerimize işlenmeye çalışılan dezenformatif içeriklerin haddi zatında sahte ve kurgu içerikler olduğunu, bunlarla mücadele etmenin de hakikat mücadelesinin bir gereği sayılması gerektiğini vurgulayabiliriz.

Özellikle Türkiye'nin dezenformasyona en fazla maruz kalan ülkelerin başında geldiğine dikkat çeken Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Altun'un editörlüğünü yaptığı "Enformasyon Savaşından Dezenformasyon Savaşına" başlıklı kitap on makaleyi bir araya getiriyor. Dezenformasyon ve manipülasyon meselesini son derece geniş bir spektrum için ele almaya imkân tanıyan makalelerde yapay zeka ve demokrasi tartışmalarından dijital diplomasiye, uluslararası medyadan dijital ebeveynliğe, televizyon dizi ve filmlerinden Türk ve İslam karşıtlığına, Türkiye'nin sınır ötesi harekatları konusunda uluslararası yapılan manipülasyonlardan doğrulama platformlarının işleyişine kadar birçok mesele ele alınıyor.

Türk algısı

Makalesinde Mesut Aytekin Netflix'te yer alan 6 Underground filmini çözümleyerek filmde Türkiye ve Türk algısı üzerine ciddi bir dezenformasyonun olduğunu tespit ediyor. Filmin kitleleri Türkiye, Türkler ve İslamiyet hususunda olumsuz şekilde manipüle ettiğini bulgulayan Aytekin, Netflix'in dünyaya yayılmış geniş hedef kitlesi ve farklı içerikleriyle Amerika'nın dünya politikasını desteklemek üzere onu kutsamak ve yüceltmek isterken bilinçaltlarında olumsuz bir Tük algısı oluşturmaya çalıştığını belirtiyor.

Amerikan ve Avrupa dizi ve sinema sektörlerindeki Türk ve Türkiye algısını analiz eden Oğuzhan Bilgin de yıllar içinde inşa edilen Türk ve Türkiye karşıtlığını inceliyor. Bilgin, özellikle 2000 sonrası Türkiye karşıtı manipülasyon yapan dizi ve filmleri, PKK propagandası yapan filmleri, Türk diasporasına dönük manipülasyona girişen filmleri, sözde Ermeni soykırımı temalı filmleri, radikal İslami terörizm temalı İslamofobik manipülasyona dayalı filmleri irdeliyor. Bilgin, "hem diasporadaki hem Türkiye'deki Türk karşıtlığını Batılı Türk karşıtlarını aratmadığı"nı belirttiği makalesinde Türkiye'yi ve Türkleri "şeytanlaştırma" faaliyetlerindeki artışın, özellikle sinema ve dizi film sektöründeki Türk karşıtı manipülasyonların Türkiye'nin dünya siyasetindeki ağırlığı artan bir güce dönüşmesini engellemek amaçlı olduğunu da vurguluyor.

Kitapta ayrıca, Türkiye Sosyal Ağ Haritası verilerine dayanarak sosyal medya kullanıcılarının sosyal medya mecralarına güvenini, sosyal medyanın denetlenmesi ve düzenlenmesine karşı yaklaşımlarını irdeleyen İsmail Çağlar'ın; büyük veri üzerinden seçim kampanyalarının manipüle edilmesini, dijital çağda kitlesel gözetim ve yapay zeka gölgesinde demokrasinin karşılacağı sorunları çözümleyen Enes Bayraklı ve Şeyma Filiz'in; Litvanya, Letonya ve Estonya gibi Baltık ülkelerine karşı Rusya tarafından yürütüldüğü iddia edilen dezenformasyon faaliyetlerini "örnek olay" olarak seçerek dezenformasyonun hibrit bir tehdit olarak basıl araçsallaştırıldığını gösteren Oğuz Kuş'un makaleleri de yer alıyor.


14 Aralık 2023 Perşembe

FETÖ meşruiyet arıyor

Yaklaşık yedi yıl önce 15 Temmuz gecesi mel'un bir darbe girişimi yaşandı Türkiye'de. FETÖ'nün askeri unsurları Türk halkının destansı karşı koyuşuyla ağır bir yenilgiye uğratıldılar. Aslında sadece Türk halkı için değil, FETÖ için de dönüm noktası idi bu gece. Eğer darbe girişimi başarılı olsaydı küresel güç odaklarının taşıdığı Türkiye emelleri ve çıkarlarına uygun bir naip olduğunu da ispatlamış olacaktı FETÖ. Bu ispatlanamadı tabii ki, ama askeri unsurlarının başarısızlığına karşın naipliği FETÖ'nün sürdürdüğünü söylemek gerekiyor.

Örgüt parçalanır mı?

Aradan geçen süreçte FETÖ iltisaklısı birçok unsur devlet tarafından ayıklandı. Yine de FETÖ ayakta kalmayı başardı, ki ülke içindeki birtakım kriptolar, yurtdışına kaçanlar vesaire ile bu konumunu korumaya çalıştı. Örgüt içinde yaşanan iç çekişmeler sık sık medyada söz konusu olsa, takip edilmeye çalışılsa da bu iç çekişmelerin nihai kertede FETÖ'nün üstlendiği küresel güç odaklarının çıkarlarına ilişkin naiplik pozisyonuna dair bir iması yok ve olmayacak da. Çünkü bu çıkarlar "örgüt içi çekişmeler"le değişecek çıkarlar değil. Örgütün elebaşının ölümüyle bu iç çekişme ve kavgaların örgütün bölünmesi ve parçalanmasıyla sonuçlanması muhtemeldir elbette, lakin ne elebaşının ölümü ne de örgütün parçalanışı bu naipliğin özünü teşkil eden çıkarları zedeleyebilir. Belki zamir değişir ama çıkarlar yerinde kalır. O yüzden FETÖ en azından şimdilik kaydıyla bu naiplik pozisyonunu sürdürmek peşinde koşan bir örgüt olmayı sürdürecektir.

Güç toplama çabası

14-28 Mayıs seçimleri öncesi hapse girmiş bağlıların serbest bırakılacağı vaadi ve bu vaade verilen destekler aynı çabanın bir izdüşümüydü esasen. Ancak muhalif siyasi ağızların verdiği bu vaatlerin ortaya çıkan seçim sonuçlarıyla çöpe gitmesi örgütün başka tedbirler almasını da getirdi. Aradan geçen sürede bu türden muhaliflerin ülke içinden verdikleri siyasi desteklerle ayakta kalmasının güç olduğuna kanaat getiren FETÖ'nün tekrar güç toplamaya, Türkiye içinde kendine bir biçimde yer edinmeye, en azından toplum katında tekrar etkili olmaya çalıştığını gözlemliyoruz. Bir yandan 15 Temmuz mel'un darbesi sonrası yaşadıkları ağır hasar ve kan kaybıyla kaybettikleri gücü yeniden kazanmak için geçmişte ucundan kıyısından da olsa kendilerine bulaşan, ancak darbe sonrası yaşanan süreçte ellerinden kaçırdıkları insanlara yeniden yaklaşıyor, onlarla aralarındaki beşerî ilişkileri kuruyor, güncel hayatta karşılaştıkları sorunların çözümü, kitap okumaları, sohbetler, onların birbiriyle evliliği gibi çeşitli yollarla örgütleniyorlar. Bu örgütlenmelerinde ilgilendikleri kişinin ya da kişilerin meselenin farkına varmasını da ellerinden geldiğince engelliyor, onlara iyi bir şey yaptıkları umudunu aşılıyorlar.

Gazze'yi fırsat olarak gördüler

Gazze'ye yönelik feci İsrail saldırılarının sunduğu fırsattan da alabildiğine yararlanıyor FETÖ. Hemen bütün FETÖ eskisi sosyal medya hesabında sadece İsrail'i kınama ve Filistin desteğinin yer almasının sebebi bu. Birçok ilde Filistin ile ilgili okuma grupları kuruluyor eski FETÖ'cüler tarafından ve insanlar davet ediliyor bu gruplara. Bir yerde Filistin ve Gazze meselesini FETÖ'cüler meşruiyeti yeniden kazanma ve ilerde mümkünse ifsat etme kaydıyla kullanıyor. Biliyoruz ki Berlin Duvarı'nın yıkılışının ardından 1990'lı yıllarda (Uşak Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan bir iddianamede Ali Ünal "FETÖ'nün 1990 yılından itibaren yurt dışına açılıp belirlenen ülkelere adamlarını gönderdiğini belirtmiş, ilk olarak ABD'ye Abdullah Aymaz'ın, daha sonra da bu kişinin yerine Necdet Başaran'ın görevlendirildiğini iddia etmişti. Bana kalırsa FETÖ'nün Birinci Körfez Savaşı esnasında Tel Aviv'e düşen Scud füzelerine İzmir'de verdiği vaazda ağlaması da yurt dışına çıkış hikayesiyle ilgiliydi. İsrail'den izin alınıyordu. Bu arada daha sonra Zaman gazetesi yazarı olacak Ali Bulaç'ın FETÖ'ye bu vaazı sebebiyle "ağlayan ve ağlatan hoca" küçümseyici sıfatını verdiğini de hatırlayalım) yurt dışına açılan FETÖ, pek çok yabancıyla (başta ABD'li ve İsrailli) oturdu kalktı ama ilk sırada HAMAS olmak üzere Filistinli hiçbir örgütten yüz bulamamışlardı. MOSSAD'ın düzenlediği birçok suikasttan kurtulan Halit Meşal'in FETÖ'ye kanması düşünülemezdi elbette. Bu açıdan FETÖ eskilerinin Gazze ve Filistin davasına verdikleri desteği başka şekilde düşünmek gerekli. Bu desteği sırf 'insanlık vicdanı' ile açıklamak da epey güç ve mahzurlu. Peki ama bu destek niye var?

Sorumuzun cevabı aslında FETÖ'ye atfettiğimiz necis niyabette var. Bu karar doğrudan FETÖ'nün kendi kararı, sebebi açık: Meşruiyet devşirmek istiyor örgüt. Kendi gücünü pekiştirmek için bu 'meşruiyet'e ihtiyacı çok örgütün. Bu meşruiyeti ona sağlayacak bütün fırsatları bu yüzden kullanıyor. Meşru Filistin'e destek toplantılarını düzenleyerek devşireceği elemanlar örgüte elbette taze güç kazandıracak. Bundan dolayı örgütün sırf Türkiye'de değil, dünyada yükselen İsrail karşıtı tepkilerden kendi payına düşenleri toplamak, olgunlaştırmak istediğini düşünebiliriz. FETÖ'nün sadece Türkiye'de değil, bulunduğu farklı ülkelerdeki Filistin yanlısı grupların yanında yer almak, hatta içlerine 'sızmak' isteyeceklerini söyleyebiliriz pekâlâ.

Tek bir konu kalıyor burada elbette: FETÖ'nün bu tavrı İsrail'le örgütün iyi ilişkilerine nasıl yansıyacak? Filistin tepkileri üzerinden kendilerine alan açmaya çalışan FETÖ unsurlarına İsrail'in nasıl karşılık vereceği sorusunun cevabı aslında açık: FETÖ'nün söz edilen destek gruplarına sızması şimdiye kadar benimsediği siyasetten çok uzak değil. İfsat gayesi güden bir sızma girişimi de en nihayetinde İsrail'in işine yarayacaktır.

10 Aralık 2023 Pazar

Yaşamı istikrarlı kılan imgeler

 Hemen her topluluğun kurucu ve koruyucu unsurları arasında addedebiliriz ritüelleri. O topluluğun temsil ettiği, taşıyıcılığını üstlendiği değerleri ve düzenleri sonraki kuşaklara aktarmada son derece işlevsel ve hayati bir öneme sahiptir ritüeller. Ritüelleri oluşturanın ise sembolik algı olduğu söylenebilir öte yandan. Sembolik algıların süreğen olanı, devamlılık hissini kuvvetlendirdiklerini de vurgulayalım.

Slavoj Zizek'le birlikte günümüz pop felsefesinin gözde ismi olan Kore asıllı Byung-Chul Han, Türkçe'ye Ritüellerin Yok Oluşuna Dair adıyla çevrilen eserinde günümüz dünyasının sembolik olandan yana epey yoksul olduğunu iddia ediyor. Bu toplumlarda sürekli karşılaştığımız veri ve enformasyonun bir sembol gücüne sahip olmadığını söyleyen Han'a göre "Anlam ve topluluk tesis eden, yaşamı istikrarlı kılan imgeler ve metaforlar yitip gidiyor. Süreğenlik deneyimi azalıyor. Dahası, olumsallık radikal bir şekilde artıyor."

HUZUR LİMANLARI

Muhafazanın sembolik teknikleri olarak ritüellerin zamanı ikamet edilebilir hale dönüştürdüklerini ileri süren Han, ritüeller çerçevesinde hayatın istikrarını sağlayan huzur limanları olarak nitelenebilecek şeylerin tüketilmediğini ya da harcanmadığını vurgulayarak onların sadece kullanıldığını belirtiyor. Günümüzdeki üretim zorlamasının şeyleri dayanıklılıkların yoksun bıraktığını kaydeden Han, böylelikle daha fazla üretme baskısının daha fazla tüketime zorlamak uğruna süreğenliği tahrip ettiğini, geçmişe nazaran günümüz toplularında hayat sürelerinin artmasına karşın hayatın dayanıklılığının bozulduğunu, değerlerin bile bireysel tüketim nesnesine indirgendiğini; adalet, insanlık ve kalıcılık gibi değerlerin körü körüne istismar edildiğini belirten Han neoliberalizmin ahlakı katmerli bir şekilde sömürdüğüne işaret ediyor. Ekonomik olanın estetik olanı sömürgeleştirmesi sadece şeyleri değil, şeylere yüklenmiş heyecanları da tükettiriyor bize.

Üretim zorlaması ve reklamlarla birlikte kendini diğerlerinden farklı şekilde sunmanın bir göstergesine dönüştürülen ahlaki değerlerin egonun hesabına yazılarak narsistik özsaygıyı artırdığını ifade eden Han, böylece insanların değerleri topluluğa değil, kendi egolarına atfettiklerini vurguluyor. Ritüellerin "iletişimden yoksun bir topluluk" meydana getirdiklerini, fakat günümüzde bunun tam aksine "topluluktan yoksun bir iletişim"in hüküm sürdüğüne dikkat etmemizi salık veren Han, günümüz toplumlarında sembollerin yok oluşuna dair sosyal antropolog Mary Douglas'ın tespitine yer veriyor: "Çağımızın en ciddi problemlerinden biri, ortak semboller sayesinde oluşan bağlı-olma halinin yok olma sürecine girmiş olmasıdır... 'Ritüel' yakışıksız bir sözcük haline geldi, boş konformizm için kullanılan bir ifade; her türlü biçimciliğe, hatta bizzat 'biçim'e karşı genel bir başkaldırıya tanık olmaktayız." Sembollerin yok oluşunun toplumun giderek daha fazla atomize olduğu, buna karşın narsistleştiği bir sürece işaret ettiğini ifade eden Han, nesnel biçimlerin öznel haller lehine reddedildiği, narsistik içselleştirme sürecinin biçim düşmanlığı geliştirdiği bu sürecin günümüzde yoğunlaşmanın her yerde dağılmaya işaret ettiği dijital iletişimin kötülüklerini de sıralıyor. Ona göre yoğunlaşmaya dönük sembolik algıya karşı neoliberalizmin dayattığı yayılımcı-dağılımcı dizisel algı sebebiyle herhangi bir sonuca varmaksızın bir enformasyondan diğerine, bir sansasyondan diğerine, bir yaşantıdan başka birine sekip duruyor. Aslında dur durak bilmiyor. Üetim zorlaması ile otantiklik zorlaması altında sembollerin kaybının ve ritüellerin yok olup gidişinin düellodan dron savaşlarına, mitostan dataizme, baştan çıkarmadan pornoya birçok alanda takip edilebileceğini vurgulayan Han'ın Baudrillard'ın bakış açısını yineleyip yenilediğini söylemeli.


4 Aralık 2023 Pazartesi

Cassirer ile Heidegger arasındaki entelektüel rekabet

Yirminci yüzyılda en önemli felsefi olayın 1929'da, dünya kapitalist sisteminin önemli bir ekonomik krize girdiği ve iki büyük dünya savaşı arasında yaşanan Büyük Buhran'ın yılında Davos'ta Martin Heidegger ile Ernst Cassirer arasında gerçekleşen tartışma olduğu öne sürülür genelde.

Davos Buluşması'nın resmi temaları Kant ve Yeni Kantçılığın Kantçı yorumudur gerçi, ama bu temaların gerisinde varoluşa karşı kültür, yetiye karşı tarih, kaygı ve ölüme hazır olma, sembolün özgürleştirici gücü, form vb. felsefi teorinin oluşumuna imkân tanıyan paradigmaların tartışıldığını görürüz. Bu noktada önemli bir çatışma söz konusudur. Davos'ta Martin Heidegger ile Ernst Cassirer arasındaki tartışmanın "İnsan nedir?" sorusunun dönemin de sıklıkla tartışılmasına da vesile olduğunu belirtmeli. Davos'taki buluşma sonrası Heidegger ile Cassirer'in bildiri ve makaleleriyle birbirleriyle tartışmayı sürdürdükleri de biliniyor ayrıca. 1945'e dek bu şekilde süren tartışmanın bitim tarihinin II. Dünya Savaşı'nın bitim tarihiyle örtüşmesi de dikkat çekici.

Peter Gordon'un Mustafa Özdemir'in çevirisiyle Türkçe'ye Avrupa Düşüncesinde Bölünme adıyla kazandırılan kitabı Heidegger ile Cassirer arasındaki tartışmayı taraf tutmadan, olabildiğine nesnel bir şekilde aktarmaya çalışıyor. Gordon kitabında tartışmanın sosyo-politik boyutuna da işaret ediyor. Gerek Heidegger'in Varlık ve Zaman'ını gerekse Cassirer'in Sembolik Formların Felsefesi'ni Davos tartışması bağlamında özetleyerek tarafların temel kitaplarındaki felsefi görüşleri dile getiren Gordon, bu tartışmayı yorumlarken "İnsan Nedir?" sorusunu merkeze alıyor. Heidegger ve Cassirer'in karşıt ve ortak yönlerini de ayrıntılı bir şekilde okuyucularına aktaran Gordon bu tartışmanın zamana yayılmış metinsel yorumlarının daha geniş yöntem, etik ve özgürlük meselelerine dönüştüğünü de belirtiyor.

Nitelikli sempati

Kitabının önsözünde Gordon Cassirer ile Heidegger arasındaki entelektüel rekabette tarafsız kalmaya çalıştığını ifade ediyor. Heidegger'in çalışmalarının belirli yönlerine yönelik nitelikli sempatisinin Cassirer'in entelektüel başarısını görmesini engellemesine izin vermediğini belirten Gordon, yine de Cassirer'in "neredeyse telafi edilemez bir şekilde geçmişte kalmış olduğu gerçeği"ni hatırlatıyor. Bunun sebebinin büyük ihtimalle Cassirer'in hayatının ve entelektüel önermelerinin yirminci yüzyılın ortalarında Avrupa'da yaşanan trajediyi hatırlatması olduğunu da söylüyor. Ona göre, Cassirer ve Heidegger arasındaki tartışma bugün yaşayanları rahatsız ediyorsa bunun sebebi de kısmen liberalizmin siyasi başarısızlığı ve Almanya'da liberal olmayan otoriterliğin zaferinin ilişkilendirilmesi.

Heidegger ile Cassirer arasındaki Davos tartışmasıyla ilgili iki farklı ve birbiriyle bağlantılı bakış açısını sunmaya çalışan Gordon, bir düşünce tarihçisi olarak düşünce tarihinde çoktan yerini almış bu tartışmanın ayrıntılı bir biçimde felsefi olarak yeniden inşa ederken, felsefi hafızada daha geniş ve karmaşık olan fenomeni de ihmal etmiyor: felsefenin kendini anlamaya başladığı daha üst süreci de inceliyor. Filozofların kendi argümanları ile içinde yaşadıkları dünya arasındaki çeşitli bağlantıları tasavvur ettiklerinde neler olduğunu inceleyen Gordon'un Cassirer ile Heidegger arasındaki temel uyuşmazlığı "insanlığın normatif imajı" kavramı ile açıklıyor: Gordon, Cassirer'e göre insan olmanın tam bir özgürlük içinde anlam (duyum) dünyaları yaratmak anlamına geldiğini ve yaratılmış bu dünyaların güzel, ahlaki ve gerçek olarak deneyimlendiği nesnel alanlara dönüştüğünü ifade ediyor. Heidegger'e göreyse özel bir tür kavrayıcılık ya da dünyaya açılık ile donatılmış olmak insan olmanın karakteristiğidir. Modernlerin bütün çabalarının temelsiz olan insan hayatının merkezi gerçeğinden kaçma stratejileriyle örülü olduğunu belirten Gordon, bu temelsiz durumu Heidegger'in sonluluk/fırlatılmışlık kavramıyla anlattığına dikkat çekiyor.

Heidegger ile Cassirer arasındaki normatif imaj farklılığını Cassirer'in argümantasyonunda tebarüz eden kendiliğindenlik ile Heidegger'in fırlatılmışlık nitelemelerinden çıkarsayan Gordon, bu uyuşmazlığın nihayetinde Kant'tan, onun "aşkın idealizmi"nden kaynaklandığını da vurguluyor.


29 Kasım 2023 Çarşamba

Siyasal zamirler ve onların gölgeleri

Konya’nın siyasal zamirleri

 

İnsanı “zoon politikon” (siyasal canlı) olarak niteleyen Aristoteles’e göre haklı ve haksızı buluşturan, onların aralarındaki sorunu müzakere etmelerini sağlayan “söz”e sadece insan sahip olduğu için durum böyledir. Hayvanlar ise sadece acıyı ve hazzı dile getiren sese sahiptirler.

 

Bu anlamda söz sahibi olmanın ya da bir söze ortak olabilmenin siyasete katılım konusunda ilk şart olduğu ileri sürülebilir.

 

Siyasete katılımın ikinci şartını ise yine yüzyıllar önce Aristoteles’in hocası Platon belirlemişti: “zaman”a sahip olmak ve siyasalın üretildiği “mekan”da bulunabilmek. Dönemin Atina’sındaki senato toplantılarına uzakta olmaları ve yeterli zamanları olmaması sebebiyle katılamayan işçileri örnek veriyordu Platon.

 

Siyasal alandaki namevcudiyetlerine karşın yine de siyaset içinde yer aldıklarını söyleyebileceğimiz öznelere “siyasal zamir” diyoruz.

 

Meri siyasal süreçlere aktif olarak katılmamalarına karşın, bu süreçlere katılanlar üzerindeki söz hakları ve bu haklarını kullanmaya yeterli zaman ve mekanları olması hasebiyle siyasal zamirlerin de siyasal süreçlerin görünmez kahramanları olarak görülmeleri gerekir.

 

Peki, Konya’da tanımladığımız biçimde siyasal zamirler var mıdır? Bu figürlerin –eğer varlarsa- Konya yerel siyasetinin gelişimi bakımından önemi nedir?

 

Açıktır ki siyasal sürece katılımları teoride öngörülmüş bürokrasi, STK vb. kurum ve kuruluşların siyasal alandaki varlıklarını bizim adlandırmayı tercih ettiğimiz şekilde bir sıfatla anmak mümkün değildir. Bürokrasinin de STK’ların da en azından ilgilendikleri alanda “ortak söz”e katkıda bulunmaları, söz söyleme hakkına sahip olmaları yeterince “açık” bir husustur. Böyle bir katkı üretmeyen, haklı ve haksız arasındaki müzakerelerin üretildiği dilde varlık sürmeyen bürokrasinin de STK’ların da varlık sebebi sorgulanır diğer halde.

 

Bizim siyasal zamir olarak nitelediklerimizin ise bu tür bir teoride öngörülmüş siyasal açıklık konumunda olmamaları gerekir. Siyasete girebilmeleri mümkünken, bu imkândan feragat etmiş, ama yine de siyasal süreçler ve siyasi özneler üzerinde bir söz hakkına sahip olmuş kimselerdir siyasal zamirler.

 

Belki aktif olarak siyasal süreçlerde yer almalarını mümkün kılacak zaman ve mekânı bulamadıkları için böyledir durum. Niçin aktif siyasete katılmadıkları konusu tartışmamızın dışındadır anlayacağınız.

 

Buraya kadar epey ağdalı, kimine göre de “laf salatası” olarak nitelendirilebilecek teorik mülahazaları son dönemlerde Konya’da yaygınlaşan bazı figürlerin faaliyetlerini daha iyi kavrayabilmek, bu etkinliğin siyasal süreçlere olumlu/olumsuz etkilerini görebilmek için yazdık.

 

Elbette Konya’da da siyasal zamirler var. İsim isim bunları belirleyebilirsiniz. Biz bu isim belirleme işine, söz konusu figürlerin tercihlerine duyduğumuz saygıdan dolayı girişmeyeceğiz.

 

Sözgelimi hem siyasal hem ekonomik hem de dini açıdan Konya’da son derece etkin bazı isimler vardır, ama onları asla aktif siyaset içinde göremezsiniz. Her üç alanda da söz sahibidirler, sözlerini dinletirler; konuştukları zaman, ilgiyle söylediklerine kulak verilir. Konya yerel siyasetinin şekillenmesindeki rolleri de sanıldığından daha fazladır bu zamirlerin.

 

İleride de simalarını siyasal süreçlerde göremeyeceğiz bu zamirlerin ama sözleri hep etkin olmayı sürdürecek.

 

Siyasal zamirler ve onların gölgeleri

 

Siyasal alandaki namevcudiyetlerine karşın yine de siyaset içinde yer aldıklarını söyleyebileceğimiz öznelere “siyasal zamir” demiştik.

 

Bu “özne”leri illa tüzel ya da gerçek kişi olarak düşünmek zorunda değiliz.

 

Sözgelimi İslamcılık Türk siyasi sistemi içinde yasal siyaset imkânından mahrum bir siyasi akımdır. Hatta bir ara İslamcılığın Türk siyasi sistemi içinde “namevcudiyetiyle mevcut” olmasından kaynaklanan “kuşdili” sorunlarını dile getirmiştim.

 

“Kuşdili” merhum Erbakan hocamızın en gözde metaforlarından biriydi. O “Millî Görüş” dediğinde anlaşılması gerekeni anlaması gerekenler anlıyorlardı.

 

Sermaye, siyaset, din, aşiret ve akrabalık bağları da benzer siyasal zamirlerin üretildiği maden ocakları gibidir.

 

Siyasal alandan siyasal zamirlerin çıkması istisnai bir durum değildir. Genelde eski siyasetçi olarak adlandırdığımız zevat, aktif siyaset içinde olmamalarına karşın siyaseti yönlendirmek için gölgelerini kullanabilirler. Bunun için illa siyaseten yasaklı olmaları da gerekmez. Yasaklı durumda olmaları ise onların bu tür bir “söz hakkı”nı kendilerinde bulmalarını kolaylaştırır. Sözgelimi 1983-88 arasının meşhur “bir bilen”i olarak Süleyman Demirel’in böyle bir siyasal zamir sıfatı o dönem için vardı.

 

Ancak biz bütün bu ihtiraz kayıtlarına karşın, “siyasal zamir” dediğimizde fikir, akım, zümre vb. oluşumları değil, gerçek kişileri kastediyoruz.

 

Sözgelimi İstanbul’un siyasal zamirlerinin menbaı genelde sermaye ve iş çevreleri iken Ankara’nın bürokrasi olduğunu söylüyoruz.

 

Doğu ve Güneydoğu illerinde bu siyasal zamirler “feodal” ilişkilerle ortaya çıkar. Aşiret ağaları, şıhlar bu tür siyasal zamirlerin geleneksel boyutunu oluştururken, eli kanlı PKK terörünün de bu siyasal zamir konumuna sahip birçok kişiyi ortaya çıkardığına şahit oluyoruz.

 

Buraya kadar siyasal zamirler üstünde mekânsal değişimin etkilerini saydık.

 

Bir de zamansal değişimin etkileriyle değişir siyasal zamirler.

 

Dünün siyasal zamirleri ile bugünün siyasal zamirleri arasında bir fark olması gayet beklenebilecek bir durumdur yani.

 

Diğer bölgelerdeki siyasal zamirleri bir yana bırakarak Konya içindeki siyasal zamirlere bakalım.

 

Konya’daki siyasal zamirlerin iki ana kanaldan türediğini görmekteyiz: din ve siyasi ilişkiler. Dini cemaatler, topluluklar içinde o cemaatin ya da topluluğun lideri pozisyonundaki zamirin bağlılarından bir kısmını aktif siyasete yönelttiğini ya da kendiliğinden aktif siyasete yönelmiş bir kısım ihvanını desteklediğini görürüz.

 

Bundan başka bir dönem etkin siyasi roller üstlenmiş isimlerin, tıpkı Demirel’in “bir bilen” pozisyonu gibi uzlet köşelerinde kendilerinden tavsiye isteyen bağlılarına yardımcı olduklarına şahit oluruz.

 

Bu tür siyasal zamir ilişkilerinde Konya için AK Parti’nin sıkça zikredilmesi normal, ama diğer partileri de ıskalamamak gerekir.

 

Sözgelimi CHP’nin de kuvvetli siyasal zamirler yetiştirmiş köklü bir geleneği vardır. Bakkalbaşı’lar, Ulusan ailesi bu tür siyasal zamirlerin başında gelir.

 

Saadet Partisi cenahında “siyasal zamir”lik artık olağandışı değil, olağan bir durumdur. Millî Görüş geleneğinin bizatihi varlık sebebinin bu tür bir ilişki olduğunu yukarıda vurgulamıştık.

 

AK Parti’de durum nedir peki?

 

Bu soruya cevabı ileriki yazılarda vermeyi arzuluyoruz…

 

Konya’nın bir ricali: Mustafa Koruyucu

 

Siyaset “ortak söz”le ilgilidir. Siyaset, “ortak söz”ün ne olması gerektiğine ilişkin tartışmaların, o sözü kimin nasıl temellük edeceğine dair yürütülen mücadelelerin cümlesidir. Ortak sözü belirleme hakkına kimin sahip çıkacağı, bu hakka kimin ehliyetinin olduğu konusunda yürütülen mücadelelerin, verilen kavgaların bir neticesidir siyaset.

 

“Siyasal zamirler” deyişimizi anlamlı kılan da haddi zatında budur. Kendileri doğrudan ortak sözün ne olacağına dair verilen kavgada bir taraf olmasa da kavgayı kendi dilleriyle vermese de, kavgayı sürdürenler üstündeki etkileriyle, kavgada aktif rol alan öznelerin anlayışlarının oluşumuna yaptıkları katkılarla belirleyici bir güce kavuşmuş öznelere “zamir” diyoruz biz.

 

“Ortak söz”ün hakikat kavramına değgin bir yanı da var hiç kuşkusuz. “Hakikat”in metafizik çağanozu dahilinde şekillenen bir yan bu. “Ortak söz”, hakikatin toplumsal ve tarihsel cisimlenme şekillerinden biridir bize kalırsa. Bu açıdan “zamir”lerin toplumsal ve tarihsel hakikatlerin taşıyıcısı, onların “kurucu” ve “koruyucu” niteliklerine sahip çıkan kişiler olması kaçınılmaz bir yerde. Eğer öyle değilse ne zamir deyişimizin ne de hakikat ve siyasetin bir önemi ve işlevi kalır.

 

Konya’nın, bir şehir olarak Konya’nın beşerî ve tarihsel hafızasının capcanlı kalışında Kurucu ailesinin emekleri inkâr edilemez. Şu Konya’da yirminci yüzyılın büyük bir kısmında en etkin sivil inisiyatiflerden birini oluşturan bir ailedir Kurucu ailesi ve tabii bu ailenin efsanevi büyüğü Hacıveyiszade.

 

Yürüttükleri faaliyet doğrudan real-politik bir dile denk gelmese de Konya’nın “ortak sözü”nün oluşumuna katkıları büyüktür bu ailenin ve onun fertlerinin. Konya’da bugün söz söyleme ehliyetine sahip hemen herkesin üzerindeki terbiyevi talimleri hayırla yad edilen Hacıveyiszade Mustafa Kurucu’nun torunu, Kapu Camii’nde zaman zaman gönüllü imamlık yapan Mustafa Koruyucu’yu Konya siyaseti açısından etkin bir role taşıyan elbette ailevi kökleri değil sadece. Bununla birlikte kendine has yetişme tarzı, aldığı eğitim, benimsediği mütevazı hayat da buna bir etken.

 

İsmail Kaya hocanın en gözde talebelerinden biri aynı zamanda çünkü Mustafa Koruyucu. Aktif politik hayattan uzak duruşunda merhum İsmail Kaya hocanın etkisi ne kadardır, bunu bilemiyoruz, ancak AK Parti’deki son gelişmelerde Mustafa beyin önemli bir rolü olduğu da aşikâr.

 

Ihlamuraltı Sohbetleri’ne katılan isimlerin her biri bugün Konya’nın ve Türkiye’nin yönetiminde önemli roller üstlenmişse bunun irdelenmesinin gerekli olduğu ortada. Mustafa Koruyucu beyin akil pozisyonunu sürdüreceği ve etkilerinin önümüzdeki dönemlerde daha derinden hissedileceği de hiç kuşkusuz.

 

Konya, bir şehir olarak Konya, siyasetteki etkinliğini bir bakıma bu akil insanlarına borçlu. Demem o ki bu insanlar, yani Konya’nın ricalleri, kendileri görülmese de, bir nevi “gayb” olsalar da, sözleri ve tavırlarıyla şu şehrin, Sultan Alaeddin Keykubat’ın, Kılıçarslan’ın, Mevlana’nın, Konevi’nin, Nasreddin Hoca’nın, Mahmud Hayrani’nin, Urmevi’nin, Zeyneddin Sadaka’nın şehrinin hem siyasal, hem manevi hem de maddi sözüdür, ortak sözümüzdür onlar…

 

“Allah, bu tür insanların varlığını daim kılsın” demek bize ar gelmemelidir.


21 Kasım 2023 Salı

Libya düğümü neden çözülemiyor?

Tunus'ta 17 Aralık'ta kendini yakan Muhammed Buazizi'nin bu eylemiyle başlayan Arap Baharı sürecinde 2011'de Kaddafi rejimi aleyhine birçok ayaklanma yaşandı Libya'da. Mısır'da ilkin Hüsnü Mübarek'in devrilmesi, seçimle iktidara gelen Muhammet Mursi'nin 2013'te Sisi darbesiyle devrilmesi ve sonrasında hapishanede şehit olması, Suriye'de yaşanan iç savaş gibi bahardan çok kışı andıran olaylarla hatırladığımız Arap Baharı'nda Kaddafi karşıtı ayaklanmaların vuku bulduğu Libya'da bu ayaklanmalara başta verdiği sert tepki ve katliamlarına rağmen geri adım atmak isteyen Kaddafi rejimini Fransa ve ABD öncülüğündeki ülkelerin, bir anlamda NATO ve BM'nin verdiği destekle sona erdirdiğini görüyoruz. Kaddafi'nin öldürülmesini içeren NATO müdahalesi sonrasında dönemin Almanya dışişleri bakanı dahil birçok Batılı siyasetçi Libya'nın önünde yeni bir yol açıldığını ve bu yola dair umutlarını dile getirdi. Lakin NATO müdahalesi sonrası ülkenin içine sürüklendiği bir türlü sonlandırılamayan sivil savaş ve dünya gündemine yerleşen mülteci krizi NATO müdahalesiyle amaçlananın başarılamadığını, ülkenin kronikleşen sorunlarına yenilerini eklediğini açığa kavuşturdu. İşin aslı o ki, 42 yıllık Kaddafi rejiminin sonu Libya'da sorunların halledilmesi anlamına gelmiyordu, birtakım siyasi ve askeri gerilimler, çatışmalar Kaddafi sonrasında da sürdü.

Libya'daki bu çatışmaların doğurduğu vekalet savaşlarının bir yerde Hafter'le birlikte niyabet savaşlarına dönüşmesini işaret eden önemli bir tutamak sunuyor Ufuk Necat Taşçı 'Libya Kördüğümü' başlığıyla yayınlanan kitabında. Devletlerin askeri anlamda alan kazanmaya matuf yürüttüğü savaşların küreselleşmeyle birlikte değiştiği, siyasi ve ideolojik hareketleri merkezine alan bir savaş kavramının doğduğuna işaret eden Taşçı, savaşın siyasi, iktisadi ve sosyolojik etkilerini gözeterek sıcak savaştan kaçınan devletlerin çıkarları olan bölgelerde rekabetlerini sürdürebilmek adına farklı yöntemler kullandığına dikkat çekiyor. Devletlerin artık kendi düzenli askeri unsurlarını kullanmadıkları, ama bunun yerine bölgesel silahlı gruplarla ve aktörlerle iş birliği yaptıkları, bir yerde "dördüncü nesil savaş" olarak nitelenen yöntemi "vekalet savaşı" olarak niteleyebiliriz.

Muammer Kaddafi'nin 1969'da Libya Kralı İdris Senusi'ye yaptığı darbede yanında yer alan subayı Halife Hafter 2011 ayaklanmaları sonrasında başta ABD olmak üzere pek çok Batılı ülke tarafından sözümona DAEŞ'e karşı verdiği mücadeleden dolayı desteklendi. Yeri gelmişken ABD'nin Libya Büyükelçisi'nin de Hafter'e destek sunulmadan önce bir şekilde öldürüldüğünü kaydetmeli.

Uluslararası toplum ve BM tarafından Libya'daki tek meşru hükümet ilan edilen Ulusal Mutabakat Hükümeti'ni tanımayan Hafter'in müteakip süreçte savaşın başka bir aktörüne dönüşmeye başladığını kaydeden Taşçı, uluslararası çatışmaların daha ölümcül, vekalet savaşlarına nazaran daha uzun süren ve savaşın pek çok formunu (vekalet savaşları, hibrit savaşlar) içeren niyabet savaşına kaydığını, naipliğin birçok karakteristik özelliğini sergilediğini ifade ediyor.

Postmodern çatışma

2011 sonrasında Libya'da gözlemlenen postmodern çatışmalar ve aktörleri, vekalet (proxy) savaşları ve niyabet (surrogate) savaşları kavramlarını kullanarak, savaşı ve Halife Hafter'in bir savaş aktörü olarak dönüşümünü irdeleyen Taşçı, ABD'nin vekili olarak Hafter üzerindeki kontrolünü onun naipliğe dönüşmesiyle kaybettiğini de vurguluyor. Niyabet savaşlarının karakteristik özelliğinin uzun süreli ve sınırsız çatışma, sivil-asker arasındaki ayrımın kalkması ve savaş etiğinden bağımsız çatışmalar olduğuna işaret eden Taşçı, siyasi çözümsüzlüklerin ana sebebi olduğunu da belirtiyor.

11 Kasım 2023 Cumartesi

Cumhuriyetin felsefesi

 Latince res publica ya da cumhuriyet en genel anlamıyla "kamusal işler" anlamı taşır. Bir kamu yönetim biçimi olan Cumhuriyetin monarşik ya da oligarşik olmayan devlet biçimlerini, o devlet içindeki vatandaş topluluğunun en üst güç ve en üst yasallık/meşruiyet kaynağı olarak görmemizi getirdiğini söylemeli. Halkın/milletin hakimiyeti, bu hakimiyetin tezahür ettirdiği irade Cumhuriyetin özsel niteliğini teşkil eder. Kökleri Hobbes, Rousseau, Montesquieu gibi modern filozoflara dayalı gelişen Cumhuriyet tasavvurlarında, yani modern zamanlarda yasanın toplumsal hayatın temel şartı olarak ortaya çıktığını belirleyebiliriz. Yasa ile toplumsal yaşam arasındaki karmaşık ilişkinin bir determinizme indirgenmesi tehlikesine karşın sözgelimi Rousseau "Her ne kadar yasa görenekleri düzenlemese de göreneklerin oluşmasını sağlayan yasa düzenidir. Yasama gücünü yitirirse görenekler soysuzlaşır" demektedir. Adını andığımız filozoflar yasa ile toplumsal düzen-yönetim tarzı arasındaki ilişkileri söz konusu ederek modern Cumhuriyet tasavvurlarının oluşumuna büyük katkı verdiler.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 100. yılını idrak ediyoruz. Yılda iki kez yayınlanan felsefe bilim ve sanat yazıları dergisi Özne'nin 38. kitabı 'Cumhuriyetin Felsefesi'ni konu ediniyor. Bahar 2023 tarihini taşıyan bu özel sayıda Özne'de konu çeşitli yönleriyle ele alınmaya çalışılıyor. Cumhuriyetin fikri temellerini, Cumhuriyet fikrinin kökenlerini tartışan yazılar kadar Cumhuriyetimizin 100 yıllık serencamı içinde felsefi düşüncenin gelişim sürecini serüvenini de ihmal etmeyen dergide bu yöndeki yazılar da yer alıyor. Bu minvalde Cumhuriyet döneminde eserleriyle öne çıkmış Cumhuriyetin ilk dönem felsefecileri, Baha Tevfik, Macit Gökberk, Takiyettin Mengüşoğlu, Hilmi Ziya Ülken, Uluğ Nutku gibi isimlerin irdelendiğini kaydetmek gerekiyor.

Türkiye Cumhuriyeti'nin 100 yıllık tarihinde felsefenin evrensel çapta haiz olması gereken yere ulaşamamasına karşın ulusal boyutta gelişme kaydettiğini belirten Sinem Özdemir İranlı düşünür Daryush Shayegan ile Nermi Uygur'u fikri bakımdan birlikte ele aldığı makalesinde geri kalmışlığı geride bırakarak ilerlemeyi sağlayacak ana çözümün felsefi ve fikri yeniliklerin dil ve kültür bağlamında herhangi bir yozlaşma oluşturmadan geliştirici bir şekilde birleştirilebilmesinin bireysel ve toplumsal bir görev olarak kabul edilmesinden geçtiğini vurguluyor. Bunun için gerekli olansa, Özdemir'e göre, eleştirel ve aydınlık düşünme ile hoşgörülü yaklaşımdır.

Sosyal gerçeklik

Cumhuriyet döneminde hermenötik geleneğin durumunu inceleyen yazısında Sait Vesek, Kamuran Birand, Sabri F. Ülgener ile Doğan Özlem'in bu konuda sarf ettiği görüşlere eğiliyor. Cumhuriyet döneminde etkili olduğunu bildiğimiz pozitivist eğilime zıt bir akım ve bu bakımdan tin bilimlerinin yöntemi sayılan hermenötik geleneğin gelişimine katkıları olan bu isimlerin değerlendirmelerini ele alan Vesek, özellikle son dönemlerde sosyal gerçekliğin araştırılması noktasında pozitivist geleneğin popülaritesini yitirdiği tespitini yaparak anlamayı ön plana geçiren metodolojik eğilimlerin giderek revaç kazandığını belirtiyor.

Dergide ayrıca Cumhuriyet döneminde felsefenin durumu ve geleceği konusunun yanısıra Mayıs ayında gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili de bir soruşturma yer alıyor. Oğuz Adanır, Betül Çotuksöken, Hasan Aydın, İsmail Demirdöven, Doğan Göçmen, Afşar Timuçin, Yavuz Kılıç gibi isimlerin yer aldığı bu soruşturmada Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bugüne felsefenin geldiği nokta kadar seçim süreci ve sonucu da felsefi bakımdan ele alınıyor.

Demokrasi, cumhuriyet, özgürlük, insan hakları, cinsiyet, eşitlik, aydınlanma, din, toplum, ahlak vb. kavramlarının yeniden ele alınması gerektiğini düşünen bir talebin ya da ihtiyacın olduğunu düşünen dergide bu talep ve ihtiyaç Cumhuriyet bağlamında analiz ediliyor. Böylelikle yeni bir düşünce ufku hedefleniyor.

Hatice Nur Beyaz Erkızan ile Mustafa Günay'ın ortaklaşa edite ettiği dergide Afşar Timuçin, Onur Bile Kula, Yakup Kepenek, Ali Timuçin, Murat Bayram, Fatih Yıldız, Ayşe Çiğdem Kocaman, Betül Çotuksöken, Cemzade Kader Düşgün, Haluk Erdem, Mustafa Günay, Sevgican Akça Fişenk, Sinem Özdemir, Adnan Gümüş, Sait Vesek, Çiğdem Özbay, Volkan Koyutürk, Pelin Özdemir Taşdelen, Doğan Göçmen, Demet Altun ve Hasan Gençcan'ın makaleleri yer alıyor. 

31 Ekim 2023 Salı

Katolik-Katar çatışması

Dini gelenekler içinde zaman zaman yaşanan görüş farklılıkları ve ayrışmaların heretik grupların ortaya çıkışına zemin hazırladığı, bu grupların heretik olarak adlandırılmasında dini kriterlerin belirleyiciliğinin yanısıra farklı dinamiklerin de rol aldığını söyleyebiliriz. Çoğu kez ortodoks ve heretik ayrımının yapılmasında sırf dini kriterler uygulanmaz, başka bazı veriler de bu ayrımın yapılışında etkindir.

Onikinci yüzyılın sadece İslam dünyasında değil, Avrupa'da da önemli dönüşümlere işaret eden bir zaman dilimini gösterdiğini vurgulamak gerekir. İslam dünyasındaki dönüşümlerin mi yoksa Hıristiyan dünyasındaki dönüşümlerin mi birbirine yol açtığı sorusundan bağımsız olarak kilise tarihinde Martin Luther'e ve onun reformist görüşlerine dek görülmeyen ölçüde Katolik Kilisesi'nin dini otoritesini tehdit altında hissettiği ve muhalif addettiği bir gruba dönük Haçlı seferleri düzenlediği, onlar için Engizisyon mahkemeleri kurduğu bir zaman dilimidir bahsettiğimiz dönem. Onikinci yüzyılda güney Fransa'da ortaya çıkan Katarlar, Katolik Kilisesi'nin kendini tehdit altında hissetmesine yol açan farklı seslerdendir. Katolik Kilisesi dini ve siyasi otoritesini muhafaza edebilmek adına bu gruba herhangi bir hoşgörü göstermemiş ve onları, temsil ettikleri farklılığı ortadan kaldırabilmek için tüm imkanlarını seferber etmiştir. Katarlar üzerine Albililer Haçlı Seferi olarak bilinen seferi düzenlediği gibi onlar için Engizisyon mahkemesi de kurmuştur.

Jeneoloji teorisi

Katolik-Katar çatışmasını ele alan kitabında Dinler Tarihi uzmanı Feyza Uzunoğlu, Ortaçağ Avrupası'nın siyasi yapısının ve Kilise tarihinin anlaşılması bakımından son derece kritik olan bu çatışmanın temel saiklerine ve görünür halde olmayan motivasyonlarına ışık tutmaya çalışıyor. 1950'li yıllara kadar Katarların maniheist kökenli olduğu ve bu geleneğin zaman zaman yer altına saklanarak 9. yüzyılda Anadolu'da Pavlikenler, 10. yüzyılda Balkanlar'da Bogomiller aracılığıyla Batı Avrupa'ya intikal eden bir geleneği temsil ettiklerinin kabul edildiğini belirten Uzunoğlu, 1950'li yıllarda yaşanan paradigma dönüşümünün yansımaları neticesinde "jeneoloji teorisi" olarak bilinen bu yaklaşımın terk edildiğini vurguluyor. Dönemin şartları itibariyle birbirinden epey uzak coğrafyalarda farklı yüzyıllarda ortaya çıkan dini grupları ortak bir köken altında birleştirme fikrinin makul olmadığını ifade eden Uzunoğlu, Pierre Bourdieu'nun oyun teorisini teorik çerçeve olarak kullanarak Katarlara dair köken tartışmaları ekseninde güncel tartışma ve görüşleri inceliyor.

Katarların tarihyazımındaki çalışmaların jeneolojik teori etrafında benimsenen geleneksel görüşler ile şüpheci görüşler çerçevesinde ele alınabileceğini vurgulayan Uzunoğlu, şüpheci görüşün Katarları Katoliklerin ürettiği hayali bir düşman olduğunu ve hatta Katarların tarihte hiç yaşamadıklarını iddia ederken geleneksel görüşün ise şüpheci görüşe katılmayan bütün tarihçileri aynı kategoride değerlendirdiğine dikkat çekiyor. Güncel tartışmalarda bu iki kategorinin yeterliliğini sorgulayan Feyza Uzunoğlu'nun farklı bir kategorinin daha eklenmesi gerektiğini düşünüyor. Jeneolojik görüşü savunup maniheist kökeni savunmayan, Katarlar ile Bogomiller arasında bir irtibat kurulabileceğini düşünen tarihçilerin de olduğunu söylüyor Uzunoğlu.

Güney Fransa (Languedoc)'taki sosyo-kültürel ve ekonomik şartları göz önünde bulundurarak onikizinci yüzyılda bu bölgenin toplumsal havasını kavrama ve böylelikle olup bitenleri değerlendirmeyi hedefleyen Uzunoğlu, Kilise ile Katarlar arasındaki retorik çatışmanın sebepleri ve dini söylem ile pratiklerdeki farklılıklar üzerinde duruyor. Katarların halkın teveccühünü kazanmalarını engellemek için Kilises'nin Dominiken tarikatını kurduğunu belirten Uzunoğlu böylelikle Bourdieucu "failin yapıyı değiştirmesi" kavramını örnekliyor: Katarlar, Katolik Kilisesi'ni Dominiken tarikatını kurdurarak önemli yapılsa değişikliklere itmiştir.


24 Ekim 2023 Salı

“Dostlarım, dost yoktur!”

 Yaşadığımız günlerde sık sık kalabalıklar içinde yalnızlık, güvensizlik ve insanların birbirine giderek artan nefreti ile karşılaşıyoruz. Son derece misantrop (insan sevmez) bir ortam olduğu açık tarihsel-toplumsal şartlar altında yaşadığımız söylenebilir. Siyasi ve sosyolojik analizleri de etkileyecek bu durumun hakkıyla ele alındığı ise aynı şekilde söylenemez.

Soğuk Savaş sonrasında siyasi felsefesi yeniden gündemleşen Nazi Almanya'sının anayasa hukukçusu ve siyaset felsefecisi Carl Schmitt'in siyasalı tanımlayan kriteri dost-düşman ayrımı olarak belirlemesine dayanan yaklaşımların her ne kadar kurumsal düzeylerde (devletler vb. kurumlar) kendilerini geçerli ilan etmelerine karşın bireysel, tekil düzeyde de düşmanlıkları, nefreti, iktidar ve kıyım arzusunu köpürttüğü söylenebilir.

Nadir bir tecrübe

Aristoteles'in "Dostlarım, dost yoktur!" ifadesiyle ilginç bir edebiyatın, dostluğun yokluğu ve dostun azlığı edebiyatının geliştiğini kaydediyor Dostluğa Dair adlı kitabında Prof. Dr. Yasin Aktay. Aristoteles'in sözünün günümüze kadar gelebilmiş bütün dostluk felsefelerini etkilediğini, böylece paradigmatik nitelik kazandığını vurgulayan Aktay, bu söze mukabil Hz. Peygamber'in Kur'an-ı Kerim rehberliğinde "düşmanlarını aralarında ülfet kılıp dosta (kardeşe, ashaba) çevirme" olarak niteleyebileceğimiz uygulamalarının sözünü ettiğimiz paradigmayı tersine çevirdiğini belirtiyor. Platon, Aristoteles, Cicero gibi İbn Mukaffa, İbn Hazm, Maverdi, İbn Miskeveyh, Nasiruddin et-Tusi, Ebu Hayyan et-Tevhidi vb. klasik İslam düşüncesi içinde yer alan düşünürlerde bile dostluğun nadir bir tecrübe olarak resmedildiğine dikkat çeken Aktay "Dostluğu bugün, hemen şimdi gerçekleşebilecek bir yol olarak inşa eden Hz. Peygamber'in "ashab" pratiği genellikle ihmal edilmiştir. Birbirinden nefret eden düşmanlardan birbirini seven kardeşler kılmanın devrimci yanı, üstelik imkânsız olmayan devrimci yanı nedense görülmez" diyor.

Hayatın hemen her aşamasında, siyasette, günlük hayatta, ticarette, akademik ve entelektüel hayatta, kültürel ve sanatsal ortamlarda dostluk siyasetinin yokluğunun yol açtığı erdem kaybının bir yitiklik duygusu oluşturduğunu, ancak çoğu kişinin de bu yitikliğin mahiyetine ilişkin bir farkındalığının olmadığını belirten Aktay Gazzali'nin İhya-i Ulumiddin adlı eserinde işaret ettiği yola değinerek "Dostluk politikası, her şeyden önce hakikat sevgisi, bizi seven bir Allah'ı sevmekle, ona hamd ve şükretmekle temel motivasyonunu alan bir politikadır. Nitekim Gazzali'nin ifadesiyle 'Allah için birbirini sevmek ve O'nun yolunda kardeş olmak yakınlıkların en erdemlilerinden ve örf ve adetler arasında kendisinden en güzel şekilde yararlanılan itaatlerdendir" sözlerine kitabında yer veriyor.

Asıl dostluğun insanların belli erdemler etrafında bir araya gelebilmeleri olduğunu savunan Aktay, ancak böyle bir dostluğun bütün insanlığı kuşatabileceğini, ırk, renk, dil vb. ayırım yapılmaksızın bütün dünyaya Allah'ın rahmet, merhamet ve sevgisinin bir tecellisi olabileceğini ileri sürüyor.

"İnsan insanın kurdurur" diyen Hobbes ve benzeri düşünürlerin işlediği felsefelerin aksine İslam'ın bütün insanlar arasında her düzeye sirayet eden bir dostluk etiğini öne çıkardığını belirten Aktay, kitabının bölümleri boyunca veli, dost, kardeş, refik, halil, ashab, sadık, zemil, karin, enis, habib, müellef gibi Müslümanca bir dostluk etiğinin temel kavramlarını, dostluğun siyasetini ve siyasette dostluğu, akademik-entelektüel hayatın şimdiki durumunu resmederek olması gereken hali anlatıyor.

Dostluk etrafında çağdaş düşüncede gelişen sosyolojik-felsefi çalışmalar ve tartışmalar etrafında da duran Aktay, Derrida'nın özgün bir yorumcusu olarak bilinen John D. Caputo'nun bir makalesine de yer veriyor. Ayrıca kitapta İbn Mukaffa'nın, Ebu Hayyan et-Tevhidi'nin ve Gazali'nin ilgili metinlerine de yer verilmiş.


17 Ekim 2023 Salı

Heidegger'in physis şerhi

 

Heidegger'in physis şerhi

Yirminci yüzyılda edebiyat, sanat, felsefe gibi birçok alanda etkili olmuş düşünce akımlarından biri olan varoluşçuluğun en etkili fikir babalarından biri kabul edilir Martin Heidegger. Her ne kadar kendisi düşünce yaklaşımının varoluşçuluğun belki en etkili sözcüsü Sartre tarafından yanlış anlaşıldığını öne sürse de Varlık ve Zaman ve onun devamında ileri sürdüğü görüşlerle varoluşçu düşüncenin birçok tema'sına yön veren bir isim sayabiliriz Heidegger'i. Varlık ve Zaman'da Heidegger Batı felsefe tarihinde unutulduğunu iddia ettiği

"varlık soru"sunu tekrar kazanmaya uğraşır. Heidegger'in ele aldığı birçok tema bu eserde dile gelse de hiçbir zaman onun vaat edilmiş ikinci cildinin yazılmamış olması hep bir eksik olarak görülür. Bu eksik görme sebebiyle yorumcu ve şarihlerin onun Varlık ve Zaman'dan sonra yayınladığı eserleri, özellikle Varlık ve Zaman'a nispetle değerlendirdikleri, kimileyin o eksiğin sonraki düşüncelerle yamandığını, kimileyinse Heidegger düşüncesinde önemli bir Kehre (Dönüş) yaşandığını düşündüklerini fark ederiz. Elbette felsefi düşüncesinde Heidegger böylesi bir dönüş yaşamıştır ama düşüncesinde de Varlık ve Zaman'da dile getirdiği tezlerin merkezi önemini koruduğunu belirtmek gerekir.

Genel olarak varolanın üstündeki hakikat yapısına "metafizik" dendiğini belirten Heidegger, onun cümlelerle ifade edilmesi ya da edilmemesinin dile getirilenin bir sistemde toplanıp toplanmamasınında durumu değiştirmediğini ifade ederek "Batılı tarihsel insanlığın, varolanla kurduğu bağıntıların hakikatini, genel olarak varolan üstündeki hakikati muhafaza ettiği bilgi"nin metafizik olduğunu kaydediyor. Metafiziğin son derece özel bir anlamda "fizik" olduğunu, yani physis'in bilgisi olduğunu vurgulayan Heidegger, Aristoteles'in Fizik kitabının Batı felsefesinin gizli kalmış, üzerinde yeterince düşünülmemiş bir kitabı olduğu iddiasıyla physis kavramı ve özünü Aristoteles'in Fizik kitabının ikincisinin birinci bölümünde dile getirdiği savları kendi düşüncesi doğrultusunda şerh ederek belirlemeye çabalıyor Türkçeye Zeynep Sayın'ın çevirdiği Physis: Özü ve Kavramı Üstüne'sinde. Bu çabasındaki hedefi de belirgindir aslında: Batı metafiziğinin varlık sorusunu nasıl unutturduğunu ortaya çıkararak o soruyu yeniden sorabilmek, bu metafizik içindeki doğa ve tarih, doğa ve tin gibi birtakım karşıtlıklardan uzak kalabilmek, onu kendi çöküşüne terk etmek.

İlksel physis'in varisi

Aristoteles'in "Fizik"te physis'in varolanın kendine özgü, kendi içinde sınırlı bir alanının varolanlığı (oussia) olarak kavradığını belirten Heidegger, bu alanın yapılmışlıklardan farklı olarak bitmişlikler alanı olduğunu söyler. Bir anlamda Aristoteles varlığın köklerinden birini physis olarak belirler. Ancak Heidegger'in yorumuna göre Aristoteles tarafından öze ilişkin bir kavrama dönüştürülen physis, ilksel physis'in bir varisi sayılmalıdır. Modern insanlarda bile, varolanın varlığı olarak tasarlanmış physis'in soluk ve tanınmaz yankısı korunmaktadır, şeylerin "doğa"sından, "devlet"in "doğa"sından, insanın "doğa"sından bahsederken bile bu asıl physis'i yankılarız.

Heidegger'in eski Yunan'dan modern zamanlara Batı felsefesi içinde unutulduğunu iddia ettiği "varlık sorusu"nu yeniden kazanmaya, Batı metafiziğinin üstesinden gelmeyi amaçlayan geniş kapsamlı, ihtiraslı projesinin önemli duraklarından biri Aristoteles'in Fizik kitabının ikincisinin birinci bölümündeki paragrafa getirdiği kendine özgü şerh. Heidegger, şerhini Heraklitus'un 123. fragmanını alıntılayarak tamamlıyor: "Varlık, kendini gizlemeyi sever."

Yalnızca özü gereği gizini açan ve gizini açmak zorunda olanın gizlenmeyi sevebileceğini belirten Heidegger varlığın özünün gizini açmak, açılışa gelmek, kabuğunu yarmak, yani physis olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor.

7 Ekim 2023 Cumartesi

Modern kültüre kalan romantik miras

 Avrupa'da on yedinci ve on sekizinci yüzyılları hareketlendiren Aydınlanmacılığın rakibi olarak görülür romantizm. Aynı zamanda Aydınlanmacılığın karşıtı olarak da kodlanır. Birbirini izlemekten başka aralarında herhangi bir simetri olduğu kuşkuludur elbette. Hatta tek bir aydınlanma(cılık) olmadığı gibi tek bir romantizm olduğu da kuşkuludur. Bu yargıya elbette romantiklerin en romantiği kadar tutkuya tutkuyla bağlı, onlar kadar hayal gücünü yücelten aydınlanma filozoflarının var olduğu gösterilerek rahatça ulaşılabilir. Romantizm denince kimilerinin onun babası addettiği Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökenleri gibi eserleri ve Fransız Devrimi üstündeki etkileri akla gelir. Onu hem sıkı bir aydınlanmacı hem de aydınlanma ilkelerini yerle yeksan biri olarak görmek mümkündür.

Bir fikir kümesinin birleştirilerek topluca romantizm olarak adlandırılmasını aşırı buluyor Peter Gay. 'Romantikler Neden Önemlidir?' başlığıyla Türkçe'ye çevrilen eserinde Amerikalı (Almanya doğumlu) Tarih Profesörü Gay, Schiller gibi erken dönem romantikler hakkında yazdığı makalelerle itibar kazanmış ünlü filozof ve fikir tarihçisi Arthur O. Lovejoy'un 1923'teki bir konuşmasında yaptığı iki öneriden ikincisini takip etmeye çalışıyor. Lovejoy'un romantizmin fazlasıyla tıkış tıkış bir kolektif ifade olduğu, bu ifadeyi çoğullaştırmanın, yani romantizmler demenin çok incelikli olmasa da pratik yararı olduğu uyarı ve önerisini dikkate alan Peter Gay, romantizmler ifadesini romantizm olarak adlandırılan hareketin anlamlarının tartışılmasını da çok yararlı buluyor.

Romantiklerin Aydınlanma'nın dine duyduğu katıksız nefreti dayanılmaz addettiğini yazan Peter Gay, Novalis'in on sekizinci yüzyıl filozoflarını eleştirirken "Evrenin ebedi yaratıcı müziğini devasa bir değirmenin tekdüze takırtısına dönüştürdüler" cümlesini kurduğunu belirtiyor. Friderich Schlegel'in 1803'teki Fransa ziyareti esnasında her yerde gördüğü dinsizlikten tiksindiğini ve Paris'i "modern Sodom" olarak adlandırdığını kaydeden Gay, Alman romantiklerinin desteklediği bu görüşün sadece onlara özgü olmadığını da ifade ediyor.

Barışın kaynağı

Friedrich Schelegel, Friedrich Hölderlin, Novalis gibi Alman romantiklerinden oluşan küçük bir grubun modern sekülerizmi küçümseyici bir tutumla reddettiklerini belirten Gay, onların nasıl tanımlanırsa tanımlansın Tanrı'ya imanın komşular arasındaki iyi niyetin ve milletler arasındaki barışın kaynağı olduğunu savunduklarını vurguluyor. Alman romantikler için hangi biçim altında görülürse görülsün dinin tek bir niteliğe dayandığını, bunu da Hölderlin'in "Özünde bütün dinler şiirseldir" sözleriyle ifade ettiğini aktarıyor. Peter Gay, romantizmin dine bakışının kısa ve etkileyici bir özetini görüyor Hölderlin'in sözünde.

Kitabında farklı alanların bireyselliğini es geçmeden, onları küçümsemeden bir genelleme yapmaya çalışan Peter Gay, romantizmlerin şaşırtıcı ölçüde uzun ömür sürdüklerini söyleyerek Kandinsky'nin 1925'te "Bugün yeni bir nesnellik olacaksa, bırakınız yeni bir romantizm de olsun; sanatın anlamı ve içeriği romantizmdir" şeklinde yazdığını aktarıyor.

Resimden edebiyata, müzikten mimariye, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla Schlegel, Hölderlin, Novalis, Beethoven, Wilde, Balzac, Stendhal, Stravinsky, Maleviç gibi birçok ismin yer aldığı eserinde Peter Gay, modern kültürdeki romantik mirası keskin bir değerlendirmeye tabi tutarak asırlık gelenekleri sorgulatanın bu mirasın ta kendisi olduğunun altını çiziyor.


29 Eylül 2023 Cuma

Moğol Anadolu'sunun sosyolojisi

 Türkiye Selçukluları ordusunun 1243'te Baycu Noyan yönetimindeki Moğol birliğine Sivas'ın doğusundaki Kösedağ'da savaşı kaybetmesiyle Moğol vassallığına düşmesi sonucu Anadolu'da Moğol iktidarının başladığı söylenebilir. Yaklaşık 140 yıl süren Anadolu'daki Moğol hakimiyetinin Osmanlı devletinin kuruluş dönemine denk geldiği de vurgulanmalı.

Akademik dünyada genellikle bu dönemde "kapsamlı bir ortodoksi tanımı yapıp kendi tanımını kati bir surette dayatmaya çalışan bir devletten azade olma hali" yaşandığının söylendiğini veya bu dönemin Anadolu'sundaki İslam'ın senkretik veya heteredoks olarak tasvir edildiğini görürüz. Hatta bu görüş sahiplerine göre bu dönemin Sünni dindarlığı bile kastedilen anlamdaki "heterodoksi"yi hatırlatacak ölçüde birçok unsur içerir. Elbette ortodoksi ve heterodoksi gibi kategorilerin sorgusuz sualsiz bu döneme atfı epey tartışmalıdır.

Kritik bir dönem

Moğol Anadolu'sunda İslam, Edebiyat ve Toplum adıyla Türkçeleştirilen kitabında A. C. S. Peacock, Anadolu'da giderek artan sayıda Hıristiyan'ın İslam'ı benimsediği, burada yaşayan Müslümanların derin değişimler geçirdiği kritik bir dönem olan 1243 Kösedağ Savaşı'ndan Moğolların Anadolu'daki son temsilci beyliği Eretna Beyliğinin yıkılış tarihi olan 1381'e kadar süren zaman diliminde Anadolu'daki İslamiyet'in özellikleri bakımından daha incelikli bir bakış açısı geliştirmeye uğraşıyor.

Peacock'un temel tezi açık: Moğolların Anadolu'nun İslamlaşmasında çok önemli bir rol oynadığını ileri sürüyor. Kitabında Orta Anadolu şehirlerine, yani Konya, Kayseri ve Sivas gibi şehirlere özel bir ilgiyle yaklaşan Peacock bu ilginin sebebini ise bu şehirlerin Müslüman Anadolu'nun kültürel merkezleri, Selçuklu sultanlarının, Moğol-İlhanlı valilerinin ve Eretnalıların yaşadığı şehirler oluşundan kaynaklandığını belirtiyor. Bir yerde buna mecbur da kalıyor, çünkü Peacock'un belirttiği üzere bu bölge, yani Orta Anadolu tarihi kaynaklarda büyük bir farkla en çok tanıklık edilen bölgeydi. Dönemi anlatan birçok vakayiname genellikle bu bölgede üretildi.

Selçukluların fiilen yetki kullanamadıkları, ama sultan unvanını kullanmaya devam ettikleri, Selçuklu toprakları üzerinde Moğol hegemonyasının sürdüğü, ancak 1330'larda İlhanlıların gerilemesiyle birlikte güçlenen birçok Türkmen beyinin Moğol iddialarına karşı koyduklarını belirten Peacock bu beyliklerden en başarılısının da daha sonra imparatorluğa dönüşecek Osmanlı beyliği olduğunu vurguluyor.

Moğol hegemonyasının oluşturduğu siyasi değişime elbette kültürel değişimler de eşlik ediyordu. Türkçe'nin bir edebiyat mecrası olarak 13. yüzyılın sonlarında Farsça'ya eklenerek (daha sonra onu ekarte ederek) Anadolu Müslümanlarının başlıca edebiyat ve metin dili olduğunu vurgulayan Peacock, Mevlâna Celaleddin Rumi ve oğlu Sultan Veled'in, İbn Arabi'nin üvey oğlu Sadreddin Konevi'nin, Gülşehri ve Aşık Paşa'nın Moğol hegemonyası sırasında faal olduklarını belirtiyor.

Anadolu'daki 140 yıllık Moğol hegemonyası esnasında oluşmuş dini, toplumsal ve edebi manzarayı, Mevlâna Celaleddin Rumi ve Baba İlyas'ın soyundan gelen sufilerin yönetenlerle ilişkilerini inceleyerek tasavvuf ile siyasi gücün yakın ilişkileri, fütüvvet denen sufi teşkilatlanmaları, 13.-14. yüzyıllarda Türkçe'nin bir edebiyat dili olarak yükselişini siyasi ve toplumsal bağlamında irdeleyen Peacock, Moğol Anadolu'sundaki kıyametçiliği ve mehdi beklentisini de ele alıyor. Kitabında Moğol hakimiyetinin toplumsal hayatın din, dil ve edebiyat gibi çeşitli alanlarında Selçuklular döneminden daha derin bir Müslümanlaşma sürecini hızlandıran bir tepkimeyi başlattığını ileri sürüyor.

Moğol Anadolu'sunda İslam, Edebiyat ve Toplum

A. C. S. Peacock

24 Eylül 2023 Pazar

KENDİ GÖLGESİNDE KEŞİŞ

 

Sesi hep siyah!

 

Mantık okuyor nicedir

Nicedir Borges ve bocurgat

Ve yalnızca yalnızlığına güveniyor

Aşka ve ölüme güvenilmez çünkü

Ve aslında hayata da

Benzemiyor yalnızlığı ama asla

Kızgın güneşle kavrulmuş asma yapraklarından

Kayarak düşen

Dolgun tenli bir yağmur damlasına

 

Ya ya! Benzemiyor kimsenin yalnızlığı kimseninkine

Abanoz bir kapım var benim mesela

Kimsenin çalmadığı bir kapı, saba rüzgârı bile

Arada bir şöyle dokunup geçiyor sadece

Çok acayip bir kış belki kapıldığım gamze

Çok mu acayip kış?

Kış mı dedim?

Kuş diyecektim oysa, rengarenk bir kuş

Kartal değil kaknüs değil sülün değil

Bütün bilinen kuşlardan başka

Papağan değil tavus değil albatros değil

Renkli ama

Rengi bilinen kuşlarınki gibi değil

 

Sesi hep siyah!

Siyah mı dedim beyaz diyecektim oysa

Çünkü en çok beyaz yakışır yalnızlığa

Halbuki yalnızlığım bile benim değil

 

Hatırla ki sesi hep siyah

Belagat biliyor nicedir

Nicedir el-milel ve’n-nihal

Ve yalnızca yalnızlığına güveniyor

Siyah kan bulaşmış yalnızlığına

Gece kanı, kuş kanı!

O kanı silmeye uğraşıyor durmaksızın

Durmaksızın kendi gölgesinde keşiş

Aşkı ve ölümü düşünüyor

Ve akşamı,

Güneşin tunç kalbinden yontulmuş

Bir sunak taşı mı ki akşam

Sadece bir gölge seçilir

Sıyrılıp geçen abanoz kapıdan

Ve ah rüzgâr!

Evet rüzgâr!


Çöl yılanlarının kutsal ıslığı

Kumların kutlu velvelesi

Kudümler

Neyler

Güneş neşideleri yani tereddüt

Her şeyi

Ve hatta bütün şüpheleri kaplayan

B          i           r              a           n              

 

***

Girip deyre biraz incil

Havarilere dair bir kıssa okusam

II

Durmaksızın kendi gölgesinde keşiş

Aşkı ve ölümü düşünüyor

Ve akşamı

Öyle ki siliniyor

Entarisine bulaşan seslerin siyah lekesi

Tohum olarak saçılıyor arzu toprağına

Güvenilmez bulduğu bikr-i mana

Yani yelve kuşları

Ten oyunları

Tarih

Ve bütün bakireleri Babil’in

Kemerlerinde bozulmamış büyüler taşıyan

Yalnızlık mabedleri

Ki Hadrianus’un Anıları’nı okuduğu kahverengi günler

Geliyor aklına gele gele hafıza denen boşluktan

Kırlangıç fırtınaları

Boğa güreşleri

Av partileri

A  n  i  m  u  l  a    V  a  g  u  l  a    B  l  a  n  d  u  l  a

Anlamsız olan anlamsızdır oysa

İçindeki göğün serçeleri

Sireng bir yalnızlığa uçmuşken çoktan

Aşkı ölümü ve akşamı kavradığı gibi

Kavrıyor kendi gölgesinde keşiş

İnsanları telaşlandıran bu meş’um bilgeliği:

Her kalbin bir yalnızlığı var

Ve her kalb kendi yalnızlığını arar


İnsanları telaşlandıran halbuki

Mevsimsiz artan tütün fiyatları

Ya da yaşlı bir göçebenin kırçıl sakalları

Bozkır sabahlarının yağlı postundan

Koparılmış bir tutam tüy gibi duran

Yayvan çenenin anlamlı çukurunda

Dünyanın en anlamlı çukurunda öğrendim bunu

Ve boynumu uzattım kitaplığın örümcek ağları

Ve tozlu sayfalarla kaplanmış raflarına

Ama anlamı yok!

Ölmüş dediler inanmadım ama anlamı yok

Üstelik içimde aradım ama yok dışımda yok

Korktum dediler

Korkulası bir şey yok:

Her kalbin bir yalnızlığı var

Ve her kalb kendi yalnızlığını arar


Sanki bir üfleyişte sönen lambalar

Talan edilmiş pamuk tarlaları

Arzular

Ağıtçı kadınlar

Dağların dalgın mihveri

Dönüp duran dönüp duran dönüp duran

A  n  i  m  u  l  a    V  a  g  u  l  a    B  l  a  n  d  u  l  a

 

***

 

Her kalbin bir yalnızlığı var

Ve her kalb kendi yalnızlığını arar

III

 

O ki yalnız kendi gölgesinde keşiş

Siyah kan bulaşmış bilgeliğin vaizi


Bu kenti düşlediğim ne zaman anlaşılacak

Fısıh yemeğine gecikmiş bir havari

Ya da birazdan saati soracak biri

Kürdanıyla karıştırırken diş kovuklarını

Zaman yorgunu bir kumarbaz belki

Avcuna sakladığı kemik zarların şıkırtısı

Lades kemiğinin

Kafataslarının şıkırtısı

Gölgemin bulanık yankısına karışacak sürekli

Sesi dediydim halbuki

Sesi hep siyah

Asfaltta çiğnenmiş ışık kırıntıları

Düşler

Oval bir haklılık lastik izleri

Öpüp başına koyan yok

Öpüp başına kuru ekmeği yağmuru kaderi

Hayır saati soramam ona

Yalnızlığıma ki saati yok kaderi yok ekmeği

Vakti yok bekleyecek

Beklemekten başka herhangi bir şeyi


Bu gölgekent ki kentlerin en düşseli

Şiraz İsfahan Delhi Viyana Paris Napoli

İlkin bu irkiltici bulutlara yakışan ilahi

Çok yakınında kin ovalarının

Karanlık dehlizlerin

Yoksul tepelerin nefrete dönük yüzünde

Yalnızlığın öğle vakti ikindi demi

Sadece Kahire Şam Semerkant

Yahut hırs damarlı

Bir kayanın kemirgen dili

Turuncuya çalan çatlaklarında

Gezinen bir küçük yılan ayağı eli

Sadece Ombuktu Beyrut Floransa değil ki


“Hayya alel aşk!

Hayya alel aşk!”

Değil Wagner değil Verdi

Kalbimin aşk boşluğunda çınlayan

Abdülkadir-i Meragi

Ne zor ölmeden söyleyebilmek bunu

Güneşin

Ve günlerin sağırlaştığı bu yaşlılık ikliminde

Ayın yıldızların bile sağırlaştığı

Çok yakınında kin ovalarının

Karanlık dehlizlerin

Bile bile dönmez olduğu dünyanın

Tüm seslerin siyaha eriştiği

Bu ekinoks bu epilepsi

 

Ne zor düşlemek bu gölge kenti

Ki kentlerin en rüzgarsızı en düşseli

Yalnızlığın öğle vakti ikindi demi

***

Böyle yazdım ben ki

Yalnız kendi gölgesinde keşiş

Siyah kan bulaşmış bilgeliğin vaizi


1996-1999-Konya


21 Eylül 2023 Perşembe

Bilginin başlangıcı üzerine düşünmek

Bugün Sokrates öncesi felsefe dediğimizde akla gelen ilk isimlerden ikisi elbette Parmenides ve Herakleatos'tur. Bu iki isim anılmaksızın Sokrates öncesi felsefesinden konuşulmadığını iddia edebiliriz. Anaksimenes, Anaksimandros, Empedokles, Demokritos ve diğerlerini gölgeleyen bu iki isim belki de Sokrates'le birlikte felsefenin seyrine etkileri en fazla sayılması gereken figürlerdir.

Schleiermacher ve Hegel sayesinde, Alman Romantik dönemden itibaren presokratik adıyla anılan bu dönem aynı zamanda "felsefe" etkinliğinin de başı addedilir. Birçok yorumcu bu dönemi Batı kültürünün de başlangıcına yerleştirir. Ancak bu dönemden günümüze sadece çeşitli alıntılar ve fragmanların kaldığı da vurgulanmalıdır. Yirminci yüzyılda hocası Heidegger'in felsefi yaklaşımından istifade ederek Dilthey ve Schleiermacher okumalarının etrafında geliştirdiği "felsefi hermenötik"le dikkat çeken ve bir anlamda yirminci yüzyılın en önemli filozoflarından biri sayılan Hans-Georg Gadamer, Napoli Dersleri'nde fragmanter presokratik gelenekten ancak bize tam olarak kalan ilk felsefi metinler temelinde konuşulabileceğini vurgular. Gadamer'in kastettiği tam metinler ise Platon'un diyalogları ve Aristoteles'in yazılarının toplamıdır. Ancak yine Gadamer'in vurgusuyla presokratik gelenekten kalan fragmanların arasında önemli bir istisna bulunur: Parmenides'in didaktik şiirinin başlangıcındaki büyük ölçüde tutarlı metin. Buna karşın Herakleatos'tan kalan böyle tutarlı ve tam bir metin maalesef yoktur. Yine de Heraklitaos'ten helenistik çağlardan beri sürekli geniş ölçüde alıntılar yapıldığını, onunla ilgili büyük bir alıntı zenginliğine sahip olduğumuzu vurgular Gadamer.

Birbirlerinden haberdar mıydılar?

Parmenides ve Herakleatos'un birbirlerine çağdaş olmalarına rağmen (Gadamer, Herakleatos'un daha genç olduğunu düşünür) birbirlerinden haberli olup olamadıkları, eğer haberlilerse birbirlerine nasıl davrandıkları sorusu yaygındır. 19. yüzyılın filologlarının bu soruya şu cevabı verdiğini aktarıyor bize Gadamer: Parmenides'in didaktik şiiri, onun eleştirel olarak reddettiği Heraklitçi akış öğretisine karşı bir cevap sunar.

Akademisyenlerin bu iki düşünür arasında varsaydığı karşıtlığı tuhaf bulan Gadamer, bir yanda Parmenides'in didaktik şiirini diğer yanda Herakleatos'un aforizmalarının oluşturduğu tezata dikkat çeker. Her ikisinin de farklı bir nesir sunduğunu belirten Gadamer, Herakleatos'unkilerin tam olarak fragman olmadığını, ünlü ve yaygın olarak bilinen nükteli sözlerin alıntıları olduğunu da tespit eder. Bu tür sözlerin tutarlı bir düzyazı metni oluşturmadığına kanidir Gadamer; ona kalırsa Homeros ve Hesiodos'un epik sanat biçiminden tamamen farklı bir kökene sahip olduğundan bile kuşkulanılabilir bu üslubun. Bu üslubun yeni bir edebiyat biçimine işaret ettiğinin düşünülmesi de doğru yol olabilir. Teknik-hermenötik açıdan Heraklieatos fragmanlarının bu tür metinlerin anlaşılması için minimum açık erişim noktası sunması ve bağlamından koparılmış alıntılarının güvenilmezliğiyle tam bir ders kitabı örneği olduğuna işaret eden Gadamer, onun her tür düşünce için sürekli bir meydan okuma olmaya devam ettiğini de vurguluyor.

Presokratik felsefenin doğuşunu ele alan Felsefenin Başlangıcı kitabını Parmenides'e atıfla sona erdiren Gadamer Türkçeye Bilginin Başlangıcı adıyla çevrilen kitabında ise Heraklieatos'u ve Heraklieatos geleneğini konu ediniyor. "Değişendeki birliği tanımak ve onun sıkıca ttma"nın yeni bir buyruk gibi olduğunu söyleyen Gadamer tüm Heraklieatos önermelerini tek bir hakikate dönüştürdüğünü iddia eder. Demokritos'un atom teorisinden başlayıp Galileo'nun üzerinden geçerek insan bilgisine ve becerisine konan sınırları hatırlatan Gadamer, bilimsel kültürün yeterliliğinin aydınlanmanın eşlik etmesine borçlu olduğun vurgular. Heraklieatos'un özünde bir aydınlanma figürü olduğunu, sofistik teatralliği olmayan bir düşünür olduğunu ifade eden Gadamer'in bu sınırları düşünmeye Heraklieatos üzerine yorumlarla başlamasının da şaşırtıcı olmadığını söylemek gerekir.


17 Eylül 2023 Pazar

Milliyetçilik gerçekten yükseliyor mu?

Westfalya anlaşması sonrası dünya düzeninde modern ulus-devletlerin kuruluş ideolojisi sayılagelir milliyetçilik. Günümüze değin gelebilmiş ideolojilerin üzerinde asıl belirleyici faktör Fransız devrimidir. Fransız devriminin fitilini yaktığı ideolojilerin en önemlisi ve belirgini ise kesinlikle milliyetçiliktir. Mayıs ayında yapılan seçimler sonrasında milliyetçiliğin çok konuşulmasının sebebi elbette seçimlerde yükseliş trendi gösterdiği varsayılan tercihler kadar içinde bulunduğumuz siyasi, sosyal, iktisadi ve küresel şartlardır da. Buna rağmen siyasal bir yaklaşım olarak milliyetçilik sözkonusu olduğunda 1990'larda Soğuk Savaş'ın bitimiyle peydahlanan etnik milliyetçilikler ile 9-11 Eylül 2001'deki İkiz Kule saldırıları ve akabinde 2008 mort-gage krizi ve Arap Baharı ile birlikte ortaya çıkan uluslararası kargaşa, zorunlu göç, Proxy savaşları ortamının beslediği güvenlik arayışları sonrası oluşan milliyetçi dalgalanmaların ayırt edilmesinin gerekli olduğu da açıktır.

Biz ve onlar ya da dost ve düşman ayrımlarına dayalı bir duygu ve inanç birikiminin tezahürü addedilebilecek milliyetçiliğin teorik zeminde tanımlanmasına da elvermeyen şartlara yol açar biz ve onların belirsizliği. Bu açıdan milliyetçiliğin teorik temellerinin kısmen eksik ya da yeterli olmaması farklı sosyo-ekonomik ya da siyasi konjonktürlerde farklı anlamlara çekilmesini kolaylaştırır; onun anlamlandırılmasını zorlaştırır. Buna rağmen, yine de, hemen herkesin üzerinde uzlaşabileceği bir tanımı yapılabilir milliyetçiliğin: Aynı etnik kökenden gelen, aynı dili konuşan belirli sınırlar dahilindeki insanların birlikteliğinin "egemen devlet" ve "ulusal sadakat" ilkeleri uyarınca ideolojileştirilmesi. Bir anlamda millete kendi kaderini tayin yetkisini sunan ya da vaat eden bu ideoloji toplumsal birlikteliğe kaynaklık ederek bağlılarına mücadele ve dayanışma ruhu da aşılayabilir. Toplumsal dayanışmayı artıran niteliği onun olumlu sayabileceğimiz yanıdır elbette; ancak içerdiği bazı hususlar bakımından milliyetçiliğin toplumları olumsuz da etkileyebileceğini öngörebiliriz. Milliyetçiğin ırkçılık, şovenizm gibi olumsuz olduğu açık anlayışlardan etkilenerek ya da onların oluşmasına elverişli bir yatak vazifesi edinerek toplumların felaketine yol açacağını da öngörebiliriz.

Kızılderili temsilleri

Üç aylık "düşünce, siyaset ve sosyal bilim" dergisi Tezkire'nin "Milliyetçilik Nereye, Kimden Kime Yükseliyor?" sorusunu ve bu soruya verilebilecek muhtemel cevapları dosya haline getiren 83. sayısında Prof. Dr. Yasin Aktay, "Milliyetçilik Nereye Yükseliyor?" başlığı altında milliyetçiliğin günümüzde aldığı hali ve nereye yükseldiğini anlatıyor. Abdülkadir Diktaş ise "Değer Kaynaklarımız Perspektifinden Milliyetçilik Anlayışı" başlıklı yazısında Anadolu insanının manevi ve kültürel değerlerini baz alarak milliyetçilik kavramına nasıl bakıldığını değerlendiriyor. Sinema ve milliyetçilik arasındaki ilişkiler özelinde Holywood filmlerindeki Kızılderili temsillerinin Amerikan milliyetçiliğine etkilerini konu edinen Yekta Şirin böylelikle siyasi iktidarların sinema ve diğer sanatları araç edinerek milliyetçilik duygularını inşa etme/geliştirme yordamlarını gösteriyor.

Dokuz araştırma makalesine yer verilen sayıda Fahri Yetim, Ömer Obuz, M. Veysel Karataş, İlhami Aydın, Yegane Yiğit, Uğur Kılınç, Merve Sultan Akçakaya, Fredinant Hasmuça, Fatma Kılınç Hatipoğlu Kürt milliyetçiliğinden Arnavut milliyetçiliğine, milliyetçiliğin farklı fraksiyonlarından onun kültürel dokunun inşasında ya da dönüştürülmesinde kullanılan bir söylem sermayesi oluşuna, Ermeni diasporasının tarihsel serüveninden Çarlık Rusya'sında Müslümanlara dönük Hıristiyanlaştırma ve Ruslaştırma yoluyla asimilasyonu ve kimlik tasfiyesine kadar birçok ilginç konu ele alınıyor.


1 Eylül 2023 Cuma

Modern çağın en çok tartışılan sosyolojik kurumu: Aile

Aile, sadece en eski birliklerden biri olmayıp aynı zamanda her türlü topluluk ve toplumun yapı taşıdır da. Hemen her zaman huzur, güven, sevgi ve mutlulukla anılagelen aile her birimizin varoluşunu ve kaderini de önemli ölçüde belirler. Modern çağın en çok tartışılan sosyolojik kurumları arasında yer alan ailenin özellikle son yıllarda etkileri epey artan birtakım dönüşümler sebebiyle mercek altına daha fazla alındığını vurgulamalıyız. Bu tartışmalar esnasında gerek ailenin kökeni, gerek gerekliliği gerekse de varlığı sürekli sorgulanmaya uğraşılmış, ailenin geleceği, işlevi ve önemi de sorgulamalara dahil edilmiştir. Bu konuda ileri sürülen tezlerin yapılan etkinliklerin çoğaldığı bir tespit olarak söylenebilir. Özellikle evlenme oranlarının düşmesi, boşanmaların artması, toplam doğurganlık hızının 1.6'ya kadar gerilemesi gibi sosyolojik parametrelere yansıyan göstergelerin olumsuzlaştığı, LGBTİ vb. sapkınlıklara dair tartışmalarının çoğaldığı bir dönem yaşadığımız söylenmeli.

Yılda iki kez yayınlanan ve baş editörlüğünü Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Koyuncu'nun yaptığı Sosyoloji Divanı'nın 21. sayısının Aile dosyasıyla yayınlanmasının bu dönemdeki tartışmalarla ilgili olduğunu bu yüzden vurgulamak gerekir.

Dosyada yer alan "Değişen Aile Değişmeyen Aile Değerleri" başlıklı makalesinde Ertan Özensel ailenin dünden bugüne teşekkülünü ve devamını sağlayan temel değerlerini irdeliyor. Ailenin kurum değeri, nikah, sevgi, sadakat, saygı, hoşgörü, sorumluluk, geçim, paylaşım, sabır gibi değerlerin yanı sıra geçmişte çeşitli toplumlarda yaşanan ve ailenin yok edilmesini hedefleyen politikaları ve küreselleşen dünyada farklı birlikteliklerin aile kavramı altında tanımlanma girişimlerine meşruiyet kazandırma çabalarını ele alan Özensel, sosyolojik olarak ailenin kadın ile erkeğin nikah akdiyle evlenmesi esasına dayalı olduğunu belirtiyor.

Evlilik istikrarı

Dosyadaki yazısında genetik mühendisliği ve biyoteknoloji alanındaki gelişmelerle birlikte gündeme gelen alternatif aile modellerinin gerçeklik kazanma ihtimalini sorgulayan Mücahit Gültekin ise "anne", "baba", "doğum", "çocuk" gibi aile kurumunu oluşturan en temel kavramların anlamlarının yeniden tartışmaya açıldığı biyoteknolojik gelişmelerin aile kurumunda nasıl bir dönüşüme yol açabileceğini analiz ediyor.

Bir başka sosyolojik temel kurum olan dinin aile hayatına etkisini makalesinde tartışan Meryem Şahin de sadece Müslümanları değil, farklı inançlara sahip bireyleri de ele alan araştırmalarının bulgularından hareket ederek dindarlık ile aile arasındaki ilişkiyi evlilik kriterlerini belirleme, evlilik istikrarı, evlilik bağlılığı, aile içi problemlerin önlenmesi ve çözümü, evlilik doyumu gibi değişkenler üzerinden değerlendiriyor.

Dosyada yer alan yazılarında babalık etiğinden yaşlılık ve aile arasındaki ilişkilere, evlenme ve boşanma dinamiklerinden Türkiye'de aile politikalarının güncel durumunun değerlendirilmesine, ailenin hukuki, mesleki, mimari boyutlarına değinen Mehmet Fatih Güloğlu, Ayşe Canatan, Olgun Gündüz, Döne Ayhan, Hasan Hüseyin Taylan, İbrahim Nacak gibi birçok yazar-akademisyen bulunuyor.

Dergide söyleşi bölümünün konuğu ise Mustafa Ruhi Şirin. Çocuk edebiyatı, çocuk hakları, çocuk kültür ve sanatıyla ilgili çalışmalarından tanınan Şirin'le gerçekleştirilen söyleşide ailenin dönüşümü, çocuğun değeri, modern çocuk paradigmasının kurguları, sanal pedagoji, çocuk ve çocukluk felsefesi, zaman, mekan ve çocuk ilişkisi, yeni çocuk algısı, çocuğun dünya tasarımı, ideal çocuk anlayışı gibi birbiriyle ilişkili birçok konuda nitelikli ve keyifli bir sohbet okuyucuyu bekliyor.