4 Aralık 2023 Pazartesi

Cassirer ile Heidegger arasındaki entelektüel rekabet

Yirminci yüzyılda en önemli felsefi olayın 1929'da, dünya kapitalist sisteminin önemli bir ekonomik krize girdiği ve iki büyük dünya savaşı arasında yaşanan Büyük Buhran'ın yılında Davos'ta Martin Heidegger ile Ernst Cassirer arasında gerçekleşen tartışma olduğu öne sürülür genelde.

Davos Buluşması'nın resmi temaları Kant ve Yeni Kantçılığın Kantçı yorumudur gerçi, ama bu temaların gerisinde varoluşa karşı kültür, yetiye karşı tarih, kaygı ve ölüme hazır olma, sembolün özgürleştirici gücü, form vb. felsefi teorinin oluşumuna imkân tanıyan paradigmaların tartışıldığını görürüz. Bu noktada önemli bir çatışma söz konusudur. Davos'ta Martin Heidegger ile Ernst Cassirer arasındaki tartışmanın "İnsan nedir?" sorusunun dönemin de sıklıkla tartışılmasına da vesile olduğunu belirtmeli. Davos'taki buluşma sonrası Heidegger ile Cassirer'in bildiri ve makaleleriyle birbirleriyle tartışmayı sürdürdükleri de biliniyor ayrıca. 1945'e dek bu şekilde süren tartışmanın bitim tarihinin II. Dünya Savaşı'nın bitim tarihiyle örtüşmesi de dikkat çekici.

Peter Gordon'un Mustafa Özdemir'in çevirisiyle Türkçe'ye Avrupa Düşüncesinde Bölünme adıyla kazandırılan kitabı Heidegger ile Cassirer arasındaki tartışmayı taraf tutmadan, olabildiğine nesnel bir şekilde aktarmaya çalışıyor. Gordon kitabında tartışmanın sosyo-politik boyutuna da işaret ediyor. Gerek Heidegger'in Varlık ve Zaman'ını gerekse Cassirer'in Sembolik Formların Felsefesi'ni Davos tartışması bağlamında özetleyerek tarafların temel kitaplarındaki felsefi görüşleri dile getiren Gordon, bu tartışmayı yorumlarken "İnsan Nedir?" sorusunu merkeze alıyor. Heidegger ve Cassirer'in karşıt ve ortak yönlerini de ayrıntılı bir şekilde okuyucularına aktaran Gordon bu tartışmanın zamana yayılmış metinsel yorumlarının daha geniş yöntem, etik ve özgürlük meselelerine dönüştüğünü de belirtiyor.

Nitelikli sempati

Kitabının önsözünde Gordon Cassirer ile Heidegger arasındaki entelektüel rekabette tarafsız kalmaya çalıştığını ifade ediyor. Heidegger'in çalışmalarının belirli yönlerine yönelik nitelikli sempatisinin Cassirer'in entelektüel başarısını görmesini engellemesine izin vermediğini belirten Gordon, yine de Cassirer'in "neredeyse telafi edilemez bir şekilde geçmişte kalmış olduğu gerçeği"ni hatırlatıyor. Bunun sebebinin büyük ihtimalle Cassirer'in hayatının ve entelektüel önermelerinin yirminci yüzyılın ortalarında Avrupa'da yaşanan trajediyi hatırlatması olduğunu da söylüyor. Ona göre, Cassirer ve Heidegger arasındaki tartışma bugün yaşayanları rahatsız ediyorsa bunun sebebi de kısmen liberalizmin siyasi başarısızlığı ve Almanya'da liberal olmayan otoriterliğin zaferinin ilişkilendirilmesi.

Heidegger ile Cassirer arasındaki Davos tartışmasıyla ilgili iki farklı ve birbiriyle bağlantılı bakış açısını sunmaya çalışan Gordon, bir düşünce tarihçisi olarak düşünce tarihinde çoktan yerini almış bu tartışmanın ayrıntılı bir biçimde felsefi olarak yeniden inşa ederken, felsefi hafızada daha geniş ve karmaşık olan fenomeni de ihmal etmiyor: felsefenin kendini anlamaya başladığı daha üst süreci de inceliyor. Filozofların kendi argümanları ile içinde yaşadıkları dünya arasındaki çeşitli bağlantıları tasavvur ettiklerinde neler olduğunu inceleyen Gordon'un Cassirer ile Heidegger arasındaki temel uyuşmazlığı "insanlığın normatif imajı" kavramı ile açıklıyor: Gordon, Cassirer'e göre insan olmanın tam bir özgürlük içinde anlam (duyum) dünyaları yaratmak anlamına geldiğini ve yaratılmış bu dünyaların güzel, ahlaki ve gerçek olarak deneyimlendiği nesnel alanlara dönüştüğünü ifade ediyor. Heidegger'e göreyse özel bir tür kavrayıcılık ya da dünyaya açılık ile donatılmış olmak insan olmanın karakteristiğidir. Modernlerin bütün çabalarının temelsiz olan insan hayatının merkezi gerçeğinden kaçma stratejileriyle örülü olduğunu belirten Gordon, bu temelsiz durumu Heidegger'in sonluluk/fırlatılmışlık kavramıyla anlattığına dikkat çekiyor.

Heidegger ile Cassirer arasındaki normatif imaj farklılığını Cassirer'in argümantasyonunda tebarüz eden kendiliğindenlik ile Heidegger'in fırlatılmışlık nitelemelerinden çıkarsayan Gordon, bu uyuşmazlığın nihayetinde Kant'tan, onun "aşkın idealizmi"nden kaynaklandığını da vurguluyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder