21 Nisan 2023 Cuma

Bir model olarak Tanrı

 İnsanın bilinçli bir şekilde inandığı Tanrı'yı kendine model alması ve ona benzeyerek ahlaken tekâmül sürecine girmesi anlamında kullanılan "Tanrı'ya benzeme" konusu felsefe tarihinin ikincil bile olamayacak kadar tali bir konusu addedilir genelde. Oysa Platon, Aristoteles, Philo, Plotinus, St. Augustinus, Farabi, İbn Sina, St. Aquinas gibi farklı isimler, farklı kültürler ve farklı coğrafyalarda sürekli ele alınmış, irdelenmiş konu ya da kavramlardan biridir Tanrı'ya benzeme fikri/kavramı.

Milattan önce 320'lerden St. Aquinas'ın vefat ettiği 1274'e kadar geçen 1300 yılı aşkın bir sürede Tanrı'ya benzeme kavram ya da fikrinin arkeolojisini yapan Şeyma Kömürcüoğlu, antikçağdaki gizem dinlerinden ve canlı ya da ölü iken tanrılaştırılan Roma krallarından yola çıkarak bu fikre zemin sağlayan tarihsel arkaplanı, stoacıları, Epikürüs'ü, Philo ve Plotinus'u uğrak noktaları olarak ele alarak St. Augustinus ile St. Aqunas'ın eserlerinde fikrin nasıl işlendiğini araştırıyor. İslam filozoflarında teşebbüh billah fikrini ele aldığı kitabının son bölümünde ise daha çok neoplatonist ve meşşai çizgide yer alan filozoflarda bu fikri ve onunla bağlantılı konuların nasıl işlendiğini irdeliyor.

Kavram arkeolojisi

Dini kültür-felsefi metin ilişkisini Tanrı'ya benzeme fikri üzerinden düşünen çalışmasında Kömürcüoğlu, bu fikrin felsefenin temel konu ve kavramlarıyla bağlantılarını kurmaya gayret ediyor, ayrıca onun 1300 yıl gibi uzun kronolojik ve İskenderiye'den Atina'ya, Horasan'dan ortaçağ Avrupa'sına kadar geniş coğrafi bir alandaki varlık biçimini ele alarak bu fikir etrafında önemli addedilebilecek bir kavram arkeolojisi gerçekleştiriyor.

Dinler tarihi ile felsefe tarihi arasındaki köprüyü kuvvetlendirmeye namzet çalışmasında Kömürcüoğlu, Helenistik dönemin gizem dinleri sayılan Kibele, Attis, Dionysus, Eleusis ve Mytra gibi gizemlerin Doğu spiritüelliğinin Yunan formundaki görünümleri olduğuna değinerek hemen hepsinde Tanrı'yı taklit/Tanrı'yla birleşme uygulamalarının olduğunu ve bu uygulamaların genelde Tanrı'nın ölümsüzlüğünü taklit, ahlaki kirlerden tenizlenme gibi amaçlar doğrultusunda gerçekleştirildiğini belirtiyor.

Tanrı'ya benzeme fikrinin farklı kullanım alanları olduğuna, bu alanlardan/konulardan birinin de siyasi güç devşirme olduğuna işaret eden Kömürcüoğlu, tanrılaştırılan Roma krallarına ilişkin analizinde bu noktanın altını çiziyor. Ancak, Kömürcüoğlu, bununla yetinmeyerek sosyolojik ve dini açıdan Roma imparatorlarının tanrılaştırılmasının toplumdaki seçkinler ve avam arasındaki sosyal ilişkide rastlanacak karmaşık ve karşılıklı olduğunda şüphe olmayan yükümlülükler ağını düzenleyen bir inanış olduğuna dikkat çekiyor. Bununla birlikte Tanrı-kral inanışında Tanrı kavramının içinde barındırdığı güç, ölümsüzlük, iktidar gibi özelliklerin bir imparatorda bulunması arzu edilen nitelikler haline gelmiştir. Roma imparatorluğunda imparatorun şahsının imparatorlukla özdeşleştirilmesi imparatorun tanrılaştırılmasını, Roma'nın tanrılaştırılmasını ve ilahileştirilmesini doğurmuştur.

Ele aldığı tarihsel kesitin kronolojik uzunluğu sebebiyle ansiklopedik bir tarzda Tanrı'ya benzeme fikrinin/kavramının farklı kültürlerdeki izini sürme amaç edinen Kömürcüoğlu, Platon'un Timaios eserinin Kindi'de Tanrı'ya benzeme fikrinin oluşumundaki etkilerini, İhvan-ı Safa'nın Platon'un tersine şairi filozoftan daha üst mertebede değerlendirmesinde ise onların şairin doğrudan Tanrı'dan aldığı ilhamla konuşurken filozofun kendinden konuştuğunu belirtmesini, yine Platon'un filozof-kralından Farabi'nin erdemli yöneticisine Farabi'de Tanrı'ya benzeme fikrinin aldığı biçimi, İbn Miskeveyh'in bu fikri meleklere benzemek ve ilahileşmek olarak yorumlayışını da kitabında konu ediniyor.

Kristoloji ekseninde Hristiyanlık tarihi

 Birçok tarihçi dünyanın eski ve önemli yerleri açısından klasik Antikçağ'dan Ortaçağ'a geçiş sürecine Geç Antikçağ demektedir. Sözgelimi bu türlü bir dönemselleştirme mantığının tarihçiliğe yerleşmesinde büyük katkıları olduğunu bildiğimiz Peter Brown, Geç Antikçağ'ı üç ila sekizinci yüzyıllar arasında kalan dönem olarak niteler. Bu hesapça Roma İmparatorluğu'nun üçüncü yüzyıl krizlerinden başlayarak İslam sonrasındaki erken dönem gelişmelerine kadar geçen süreci Geç Ortaçağ olarak değerlendirmek mümkündür. Bununla birlikte Geç Antikçağ'ı daha geniş kapsamlı (sözgelimi birinci binyılın sonuna kadar) düşünen tarihçiler olduğu kadar onun daha kısa bir periyotta (sözgelimi 4 ila 6. yüzyıllar arası) ele alan, onu bu periyoda indirgeyen tarihçiler olmuştur.

Felsefe ve Din Bilimleri alanında Doçent Zafer Duygu, doktora tezinin gözden geçirilip önemli açılardan tashih edilmiş ve genişletilmiş halini içeren Hristiyanlık ve İmparatorluk kitabında Hıristiyanlığı bu dönem içinde ele alıyor. Geç Antikçağ kitabı bir bakıma Duygu'nun.

Kitabın temel ilgi alanı erken yüzyıllarda Hristiyanlığa müteallik konular ve gelişmeler olunca kaçınılmaz bir biçimde Hristiyanlık bünyesinde Mesih'in tabiatına ve yapısına dair teorileştirmeleri, tartışmaları içeren bir disiplin olarak kristoloji de kitabın ilgi alanı kapsamına giriyor. Kristoloji denilen teolojik disiplinin bilhassa 4'üncü yüzyıl ve sonrasında çoğunlukla büyük kilise merkezlerinin statü ve nüfuz mücadeleleri için bir tezahür alanı teşkil ettiğini göz önünde tutan Zafer Duygu Hristiyanlığın başlıca kurumu olarak kilisenin hem teşekkül etmeye başladığı en erken süreçte hem de Geç Antikçağ'da siyasal otoritelerle olan ilişkileri ve özellikle büyük kilise merkezlerinin birbirlerine karşı verdikleri manasız mücadeleleri de geniş çaplı olarak resmediyor.

Beş bölümden oluşan kitabında Zafer Duygu Hristiyanlık öncesi dönemde Akdeniz havzasındaki dini yapı, Hristiyanlığın ortaya çıkışı konusundaki bazı kabuller ve bunlara ilişkin problemler, Hristiyanlığın ve kilisenin ilk andan itibaren Roma ve eski İran yönetimleriyle ilişkileri, kilisenin Roma yönetimiyle ittifak kurarak Roma siyasal sistemiyle bütünleşmesi, eski İran sahasında kilisenin teşkilatlanması ve Roma imparatorluğundaki kiliseden bağımsızlaşması, büyük kilise merkezleri arasında Geç Antikçağ'da yaşanan statü ve nüfuz mücadelelerinin sebepleri, bu mücadelelerin ne şekilde cereyan ettiği ve nasıl sonuçlandığı, Hristiyanlığın parçalanması, Hristiyanlığın eski İran sahasında teolojik olarak farklı bir renge bürünüşü, Roma ve Sasani imparatorluklarının takip ettikleri kilise siyasetleri, bu siyasetlerin belirlenmesinde önemli addedilebilecek faktörler ve bu durumun yol açtığı gelişmeler gibi birbiriyle hem ilgili hem de önemli bilgi ve tezlerini okurla paylaşıyor.

Kitap bu haliyle bir bütün olarak ortaya çıkışından yedinci yüzyılda İslam'ın zuhuruna kadar geçen süreçte Hristiyanlığın ve onun başlıca kurumu addedilen kilisenin geçmişini konu ediniyor. Bu geçmişi kilisenin erken yüzyıllarda siyasal otoritelerle ilişkileri ve kristoloji ekseninde yorumlayan Zafer Duygu, Roma ve Sasani imparatorluklarının kilise siyasetleri hakkında da kayda değer görüşler ileri sürüyor.

7 Nisan 2023 Cuma

‘Bu Ülke'nin aydını

 Türk düşünce hayatının üretken, farklı, seçkin isimlerindendir Erol Güngör. Üretkendir çünkü çalışmaları yaklaşık 40 yıl önce yapılmış olmasına karşın hâlâ atıf alabilmekte, eserleri yaygın bir biçimde birbirinden farklı mahfillerde okunabilmektedir. Merhum Hüsamettin Arslan'ın A. H. Tanpınar, N. Topçu ve C. Meriç'le yan yana zikrettiği Erol Güngör'ün fikri olgunluğunun en önemli sebebi belki de tevarüs ettiği geleneğin hayırlı mirasçısı olabilmesidir. Bir yandan hocası Mümtaz Turhan'la bir yandan da aralarında Fethi Gemuhluoğlu, Ayhan Songar, Ziya Nur Aksun, Ali Fuad Başgil, Mahir İz, Ekrem Hakkı Ayverdi, Osman Turan, İbrahim Kafesoğlu gibi isimlerin bulunduğu Türk kültürünün önemli muhitlerinden biriyle yakından teşrik-i mesaisi ve dostluğu Güngör'ün kazandığı entelektüel kimliğin kurucu unsurları içinde başlıcasını oluşturur. Tevarüs ettiği geleneği sonraki kuşaklara aktarma sorumluluğunun yanısıra sağ-sol kavgasının hararetlendiği bir dönemde verdiği fikri mücadele ile edindiği kamusal rolü bihakkın yerine getirip arkasında önemli bir fikri miras bırakmıştır.

Vefatının 40. yılı

Mustafa Kemal Şan'ın editörlüğünü yaptığı "Bu Ülke'nin Aydını Erol Güngör" dosyası Tezkire'nin 82. sayısının kapağını süslüyor; bu haliyle dosyanın Erol Güngör'ün vefatının 40. yıldönümüne önemli bir armağan olduğunu söylemek gerekir. Dosyada 6 makale ve bir söyleşi bulunuyor; ayrıca Erol Güngör'ü ele alan 3 kitabın birbirinden ayrı isimlerce yapılmış tahlil ve tanıtımları bulunuyor.

Dosyanın ilk yazısını oluşturan "Erol Güngör'ün Türk Modernleşmesine Bakışı" adlı makalede Mustafa Kemal Şan, Güngör'ü Mehmet Akif ekseninde değerlendirirken onları modernist paradigmanın kurguladığı "İki Türk aydını" çerçevesinde değil, aynı kültürün yarım asır öncesi ve sonrası olarak mukayese ediyor. Böylelikle Şan, Türkiye'de yaşanan modernleşme tarihinin farklı bağlamlarını ve kopuşlarını analiz etmemizde önemli bir imkân sunuyor. Edebiyat ve hayat arasında güçlü bağların olduğunun ve insan gerçeğinin tarihe ve kültüre başvurmadan anlaşılamayacağını ileri süren Erol Güngör'ün yayın ilkeleriyle örtüştüğü Hisar ve Türk Edebiyatı dergilerinde yayınlanmış edebiyat eleştiri yazılarını ele alan Adem Bölükbaşı onun edebiyat kanonu oluştururken ortak kültür kaynaklarımızdan yararlanmanın gerekliliğini vurguladığını, ayrıca Kemal Tahir, Sezai Karakoç gibi isimlerle ortak birçok noktayı paylaştığını belirtiyor. Erol Güngör'ün 1960'lı yıllardan itibaren Türk sağının öne çıkan düşünce adamlarından biri olduğuna dikkat çeken Fatih Yıldız bunun sebebinin onun içine doğduğu toplumsal, kültürel, bilimsel, siyasi ve entelektüel çevrelerden kaynaklandığını dosyada yer alan yazısında belirtiyor. "Erol Güngör'ün Entelektüel Kimliği ve Türk Soluna Dair Yaklaşımı" başlığını taşıyan yazısında Yıldız, Güngör'ün 1960'lı yıllardan itibaren toplumsal ve siyasi manada yaygınlık kazanan fikirlerin tam karşısında bir konum alarak entelektüel üretimini gerçekleştirdiğini vurguluyor. Yıldız makalesinde gerek Güngör'ün entelektüel kimliğinin oluşu etmenlerine ve üretimine gerekse dönemin entelektüel tartışmalarına ilişkin kapsamlı bir bağlam oluşturuyor. Erol Güngör'ün kültür ve medeniyet kavramlarını iç içe görmesinden hareket eden Musa Taşdelen ise "Erol Güngör'de Kültür ve Medeniyet İlişkisi" başlıklı makalesinde onun Ziya Gökalp ve Mümtaz Turhan'la kesişen ve ayrışan yanlarını değerlendirerek bu iki kavrama dair güncel bir çerçeve hazırlıyor. Güngör'ün düşüncelerinden hareketle konuyu değerlendiren Taşdelen makalesinde modernleşme ve küreselleşme bağlamında eleştirel bir analiz ortaya koyuyor. Dosyada ayrıca Erol Güngör üzerine M. Tayfun Amman ile söyleşilmiş.

1 Nisan 2023 Cumartesi

Derrida'nın genetik tartışması

 Yirminci yüzyılda edebiyat eleştirisinden felsefeye, sosyolojiden dilbilime, hukuka, kültür teorisine ve mimarlığa kadar birçok alanda yeni açılımlar getirmiş yapısökümcü okuma ile fenomenoloji ve Edmund Husserl'i, dilbilimi ve Ferdinand de Saussure'ü, psikanalizi ve Jacques Lacan'ı, yapısalcılığı ve Levi-Strauss'u mantıksal sonuçlarına götürerek eleştiren Jacques Derrida özellikle felsefede yapısalcılık sonrası olarak bilinen dönemin Foucault ve Deleuze ile birlikte öne çıkan isimlerindendir.

İkili karşıtlıklar

Gösteren /gösterilen, duyulur/ düşünülür, konuşma /yazı, söz/dil, artzamanlı/eşzamanlı, uzam/zaman, edilgenlik/etkenlik gibi kavramsal karşıtlıklarla örülen metafizik felsefenin bu ikili yapısını yapısöküme uğratarak sorguladı ve bu türlü sorgulamalar ışığında sözgelimi Marks, Freud ya da Nietzsche gibi düşünürlerin eserlerini yeniden değerlendirdi. Derrida için belirli kavramların karar verilemezliğine dikkat çekmek ya da karmaşıklıklarını ön plana çıkarmak için anlaşılmaz hale getirmeyi yapısal bir gereklilik olarak işledi. O, ikili karşıtlıkları olduğu gibi koruyan, hatta dil bağlamında gösteren/gösterilen gibi yeni karşıtlıklar inşa eden yapısalcılığa karşı gösteren'den bağımsız bir gösterilen'in mümkün olmadığını ortaya koyar. Sesmerkezcilik ve sözmerkezcilikleri reddedişinden "metnin dışında hiçbir şey" olmadığını savlayan ünlü sözü ve differânce, disseminance gibi kavramlarıyla, Platon'dan günümüze çeşitli metinlerin ve filozofların nasıl okunması gerektiğine ilişkin "özgül" yöntemiyle radikal şüpheciliğin belki de en önemli temsilcisidir.

Derrida'nın Paris'te Ecole Normale Supérieure'deki okutmanlık görevi kapsamında 1975 sonbaharı ile 1976 Haziran'ına dek verdiği "Yaşam Ölüm" semineri bir ilk sayılabilir. Derrida'nın bu seminerinde iki büyük eserinde yayınlanmış ve pek çok konferansta sunulmuş metinlerin ilk taslağı bulunur: 14 oturumluk seminerin 2. oturumu hiçbir değişikliğe uğramaksızın Otobiyografiler: Nietzsche'nin Öğretisi ve Özel İsmin Politikası'nda yer alır. Sekizinci ve dokuzuncu oturumun bir bölümü de Berlin'de Hans-Georg Gadamer'in de bulunduğu bir konferansta sunulur. Seminerin son dört oturumu da Kartpostal: Sokrates'ten Freud'a ve Ötesine kitabında yer bulur. Seminer metninin kitaplaşmasına büyük katkı sunan Pascale-Anne Brault ile Peggy Camuf Derrida'nın Kartpostal kitabının önsözünde bu seminere ilişkin yazdıklarını da aktarıyor: "Bu söylemin sınırlarında tutunmaya çalışacağı metin, Freud'un Haz İlkesinin Ötesinde'sidir. Bunu esasında üç halkalı bir yol izleyen bir seminerden çıkarıyorum. Her seferinde Nietzsche'nin bir metnindeki bir izahından yola çıkan bu seminer, her şeyden önce biyoloji, genetik, epistemoloji ya da yaşam bilimlerinin tarihinden gelen 'modern' bir sorunsalın içerisine dahil olmaktaydı. İkinci halka Nietzcshe'ye dönüş ve sonra Nietzcshe'nin Heideggerci okuması üzerinden bir izah. Ardından, burada, üçüncü ve son halka."

14 oturumluk bu seminerin kitaplaşmış metni Yaşam Ölüm adıyla Türkçeye Can Batukan tarafından çevrildi. Seminerde sıkıştırılmış bir biyoloji ve genetik tartışması yer alıyor. Derrida bu tartışma esnasında Fransız biyolog François Jakob'a ve Georges Canguilhem'a başvuruyor. Onların metinlerine ilişkin sabırlı ve keskin okumalar ve analizler yapan Derrida bu bilimsel söylevleri kavramsal temellerine dek yapısöküme uğratıyor. Böylelikle Derrida, kendi düşüncesinin başta yaşam sorusu, canlılık ve ölüm sorusu olmak üzere çağımızın sorularını ele almada nasıl yetkin olabileceğini de gösteriyor.