31 Ekim 2023 Salı

Katolik-Katar çatışması

Dini gelenekler içinde zaman zaman yaşanan görüş farklılıkları ve ayrışmaların heretik grupların ortaya çıkışına zemin hazırladığı, bu grupların heretik olarak adlandırılmasında dini kriterlerin belirleyiciliğinin yanısıra farklı dinamiklerin de rol aldığını söyleyebiliriz. Çoğu kez ortodoks ve heretik ayrımının yapılmasında sırf dini kriterler uygulanmaz, başka bazı veriler de bu ayrımın yapılışında etkindir.

Onikinci yüzyılın sadece İslam dünyasında değil, Avrupa'da da önemli dönüşümlere işaret eden bir zaman dilimini gösterdiğini vurgulamak gerekir. İslam dünyasındaki dönüşümlerin mi yoksa Hıristiyan dünyasındaki dönüşümlerin mi birbirine yol açtığı sorusundan bağımsız olarak kilise tarihinde Martin Luther'e ve onun reformist görüşlerine dek görülmeyen ölçüde Katolik Kilisesi'nin dini otoritesini tehdit altında hissettiği ve muhalif addettiği bir gruba dönük Haçlı seferleri düzenlediği, onlar için Engizisyon mahkemeleri kurduğu bir zaman dilimidir bahsettiğimiz dönem. Onikinci yüzyılda güney Fransa'da ortaya çıkan Katarlar, Katolik Kilisesi'nin kendini tehdit altında hissetmesine yol açan farklı seslerdendir. Katolik Kilisesi dini ve siyasi otoritesini muhafaza edebilmek adına bu gruba herhangi bir hoşgörü göstermemiş ve onları, temsil ettikleri farklılığı ortadan kaldırabilmek için tüm imkanlarını seferber etmiştir. Katarlar üzerine Albililer Haçlı Seferi olarak bilinen seferi düzenlediği gibi onlar için Engizisyon mahkemesi de kurmuştur.

Jeneoloji teorisi

Katolik-Katar çatışmasını ele alan kitabında Dinler Tarihi uzmanı Feyza Uzunoğlu, Ortaçağ Avrupası'nın siyasi yapısının ve Kilise tarihinin anlaşılması bakımından son derece kritik olan bu çatışmanın temel saiklerine ve görünür halde olmayan motivasyonlarına ışık tutmaya çalışıyor. 1950'li yıllara kadar Katarların maniheist kökenli olduğu ve bu geleneğin zaman zaman yer altına saklanarak 9. yüzyılda Anadolu'da Pavlikenler, 10. yüzyılda Balkanlar'da Bogomiller aracılığıyla Batı Avrupa'ya intikal eden bir geleneği temsil ettiklerinin kabul edildiğini belirten Uzunoğlu, 1950'li yıllarda yaşanan paradigma dönüşümünün yansımaları neticesinde "jeneoloji teorisi" olarak bilinen bu yaklaşımın terk edildiğini vurguluyor. Dönemin şartları itibariyle birbirinden epey uzak coğrafyalarda farklı yüzyıllarda ortaya çıkan dini grupları ortak bir köken altında birleştirme fikrinin makul olmadığını ifade eden Uzunoğlu, Pierre Bourdieu'nun oyun teorisini teorik çerçeve olarak kullanarak Katarlara dair köken tartışmaları ekseninde güncel tartışma ve görüşleri inceliyor.

Katarların tarihyazımındaki çalışmaların jeneolojik teori etrafında benimsenen geleneksel görüşler ile şüpheci görüşler çerçevesinde ele alınabileceğini vurgulayan Uzunoğlu, şüpheci görüşün Katarları Katoliklerin ürettiği hayali bir düşman olduğunu ve hatta Katarların tarihte hiç yaşamadıklarını iddia ederken geleneksel görüşün ise şüpheci görüşe katılmayan bütün tarihçileri aynı kategoride değerlendirdiğine dikkat çekiyor. Güncel tartışmalarda bu iki kategorinin yeterliliğini sorgulayan Feyza Uzunoğlu'nun farklı bir kategorinin daha eklenmesi gerektiğini düşünüyor. Jeneolojik görüşü savunup maniheist kökeni savunmayan, Katarlar ile Bogomiller arasında bir irtibat kurulabileceğini düşünen tarihçilerin de olduğunu söylüyor Uzunoğlu.

Güney Fransa (Languedoc)'taki sosyo-kültürel ve ekonomik şartları göz önünde bulundurarak onikizinci yüzyılda bu bölgenin toplumsal havasını kavrama ve böylelikle olup bitenleri değerlendirmeyi hedefleyen Uzunoğlu, Kilise ile Katarlar arasındaki retorik çatışmanın sebepleri ve dini söylem ile pratiklerdeki farklılıklar üzerinde duruyor. Katarların halkın teveccühünü kazanmalarını engellemek için Kilises'nin Dominiken tarikatını kurduğunu belirten Uzunoğlu böylelikle Bourdieucu "failin yapıyı değiştirmesi" kavramını örnekliyor: Katarlar, Katolik Kilisesi'ni Dominiken tarikatını kurdurarak önemli yapılsa değişikliklere itmiştir.


24 Ekim 2023 Salı

“Dostlarım, dost yoktur!”

 Yaşadığımız günlerde sık sık kalabalıklar içinde yalnızlık, güvensizlik ve insanların birbirine giderek artan nefreti ile karşılaşıyoruz. Son derece misantrop (insan sevmez) bir ortam olduğu açık tarihsel-toplumsal şartlar altında yaşadığımız söylenebilir. Siyasi ve sosyolojik analizleri de etkileyecek bu durumun hakkıyla ele alındığı ise aynı şekilde söylenemez.

Soğuk Savaş sonrasında siyasi felsefesi yeniden gündemleşen Nazi Almanya'sının anayasa hukukçusu ve siyaset felsefecisi Carl Schmitt'in siyasalı tanımlayan kriteri dost-düşman ayrımı olarak belirlemesine dayanan yaklaşımların her ne kadar kurumsal düzeylerde (devletler vb. kurumlar) kendilerini geçerli ilan etmelerine karşın bireysel, tekil düzeyde de düşmanlıkları, nefreti, iktidar ve kıyım arzusunu köpürttüğü söylenebilir.

Nadir bir tecrübe

Aristoteles'in "Dostlarım, dost yoktur!" ifadesiyle ilginç bir edebiyatın, dostluğun yokluğu ve dostun azlığı edebiyatının geliştiğini kaydediyor Dostluğa Dair adlı kitabında Prof. Dr. Yasin Aktay. Aristoteles'in sözünün günümüze kadar gelebilmiş bütün dostluk felsefelerini etkilediğini, böylece paradigmatik nitelik kazandığını vurgulayan Aktay, bu söze mukabil Hz. Peygamber'in Kur'an-ı Kerim rehberliğinde "düşmanlarını aralarında ülfet kılıp dosta (kardeşe, ashaba) çevirme" olarak niteleyebileceğimiz uygulamalarının sözünü ettiğimiz paradigmayı tersine çevirdiğini belirtiyor. Platon, Aristoteles, Cicero gibi İbn Mukaffa, İbn Hazm, Maverdi, İbn Miskeveyh, Nasiruddin et-Tusi, Ebu Hayyan et-Tevhidi vb. klasik İslam düşüncesi içinde yer alan düşünürlerde bile dostluğun nadir bir tecrübe olarak resmedildiğine dikkat çeken Aktay "Dostluğu bugün, hemen şimdi gerçekleşebilecek bir yol olarak inşa eden Hz. Peygamber'in "ashab" pratiği genellikle ihmal edilmiştir. Birbirinden nefret eden düşmanlardan birbirini seven kardeşler kılmanın devrimci yanı, üstelik imkânsız olmayan devrimci yanı nedense görülmez" diyor.

Hayatın hemen her aşamasında, siyasette, günlük hayatta, ticarette, akademik ve entelektüel hayatta, kültürel ve sanatsal ortamlarda dostluk siyasetinin yokluğunun yol açtığı erdem kaybının bir yitiklik duygusu oluşturduğunu, ancak çoğu kişinin de bu yitikliğin mahiyetine ilişkin bir farkındalığının olmadığını belirten Aktay Gazzali'nin İhya-i Ulumiddin adlı eserinde işaret ettiği yola değinerek "Dostluk politikası, her şeyden önce hakikat sevgisi, bizi seven bir Allah'ı sevmekle, ona hamd ve şükretmekle temel motivasyonunu alan bir politikadır. Nitekim Gazzali'nin ifadesiyle 'Allah için birbirini sevmek ve O'nun yolunda kardeş olmak yakınlıkların en erdemlilerinden ve örf ve adetler arasında kendisinden en güzel şekilde yararlanılan itaatlerdendir" sözlerine kitabında yer veriyor.

Asıl dostluğun insanların belli erdemler etrafında bir araya gelebilmeleri olduğunu savunan Aktay, ancak böyle bir dostluğun bütün insanlığı kuşatabileceğini, ırk, renk, dil vb. ayırım yapılmaksızın bütün dünyaya Allah'ın rahmet, merhamet ve sevgisinin bir tecellisi olabileceğini ileri sürüyor.

"İnsan insanın kurdurur" diyen Hobbes ve benzeri düşünürlerin işlediği felsefelerin aksine İslam'ın bütün insanlar arasında her düzeye sirayet eden bir dostluk etiğini öne çıkardığını belirten Aktay, kitabının bölümleri boyunca veli, dost, kardeş, refik, halil, ashab, sadık, zemil, karin, enis, habib, müellef gibi Müslümanca bir dostluk etiğinin temel kavramlarını, dostluğun siyasetini ve siyasette dostluğu, akademik-entelektüel hayatın şimdiki durumunu resmederek olması gereken hali anlatıyor.

Dostluk etrafında çağdaş düşüncede gelişen sosyolojik-felsefi çalışmalar ve tartışmalar etrafında da duran Aktay, Derrida'nın özgün bir yorumcusu olarak bilinen John D. Caputo'nun bir makalesine de yer veriyor. Ayrıca kitapta İbn Mukaffa'nın, Ebu Hayyan et-Tevhidi'nin ve Gazali'nin ilgili metinlerine de yer verilmiş.


17 Ekim 2023 Salı

Heidegger'in physis şerhi

 

Heidegger'in physis şerhi

Yirminci yüzyılda edebiyat, sanat, felsefe gibi birçok alanda etkili olmuş düşünce akımlarından biri olan varoluşçuluğun en etkili fikir babalarından biri kabul edilir Martin Heidegger. Her ne kadar kendisi düşünce yaklaşımının varoluşçuluğun belki en etkili sözcüsü Sartre tarafından yanlış anlaşıldığını öne sürse de Varlık ve Zaman ve onun devamında ileri sürdüğü görüşlerle varoluşçu düşüncenin birçok tema'sına yön veren bir isim sayabiliriz Heidegger'i. Varlık ve Zaman'da Heidegger Batı felsefe tarihinde unutulduğunu iddia ettiği

"varlık soru"sunu tekrar kazanmaya uğraşır. Heidegger'in ele aldığı birçok tema bu eserde dile gelse de hiçbir zaman onun vaat edilmiş ikinci cildinin yazılmamış olması hep bir eksik olarak görülür. Bu eksik görme sebebiyle yorumcu ve şarihlerin onun Varlık ve Zaman'dan sonra yayınladığı eserleri, özellikle Varlık ve Zaman'a nispetle değerlendirdikleri, kimileyin o eksiğin sonraki düşüncelerle yamandığını, kimileyinse Heidegger düşüncesinde önemli bir Kehre (Dönüş) yaşandığını düşündüklerini fark ederiz. Elbette felsefi düşüncesinde Heidegger böylesi bir dönüş yaşamıştır ama düşüncesinde de Varlık ve Zaman'da dile getirdiği tezlerin merkezi önemini koruduğunu belirtmek gerekir.

Genel olarak varolanın üstündeki hakikat yapısına "metafizik" dendiğini belirten Heidegger, onun cümlelerle ifade edilmesi ya da edilmemesinin dile getirilenin bir sistemde toplanıp toplanmamasınında durumu değiştirmediğini ifade ederek "Batılı tarihsel insanlığın, varolanla kurduğu bağıntıların hakikatini, genel olarak varolan üstündeki hakikati muhafaza ettiği bilgi"nin metafizik olduğunu kaydediyor. Metafiziğin son derece özel bir anlamda "fizik" olduğunu, yani physis'in bilgisi olduğunu vurgulayan Heidegger, Aristoteles'in Fizik kitabının Batı felsefesinin gizli kalmış, üzerinde yeterince düşünülmemiş bir kitabı olduğu iddiasıyla physis kavramı ve özünü Aristoteles'in Fizik kitabının ikincisinin birinci bölümünde dile getirdiği savları kendi düşüncesi doğrultusunda şerh ederek belirlemeye çabalıyor Türkçeye Zeynep Sayın'ın çevirdiği Physis: Özü ve Kavramı Üstüne'sinde. Bu çabasındaki hedefi de belirgindir aslında: Batı metafiziğinin varlık sorusunu nasıl unutturduğunu ortaya çıkararak o soruyu yeniden sorabilmek, bu metafizik içindeki doğa ve tarih, doğa ve tin gibi birtakım karşıtlıklardan uzak kalabilmek, onu kendi çöküşüne terk etmek.

İlksel physis'in varisi

Aristoteles'in "Fizik"te physis'in varolanın kendine özgü, kendi içinde sınırlı bir alanının varolanlığı (oussia) olarak kavradığını belirten Heidegger, bu alanın yapılmışlıklardan farklı olarak bitmişlikler alanı olduğunu söyler. Bir anlamda Aristoteles varlığın köklerinden birini physis olarak belirler. Ancak Heidegger'in yorumuna göre Aristoteles tarafından öze ilişkin bir kavrama dönüştürülen physis, ilksel physis'in bir varisi sayılmalıdır. Modern insanlarda bile, varolanın varlığı olarak tasarlanmış physis'in soluk ve tanınmaz yankısı korunmaktadır, şeylerin "doğa"sından, "devlet"in "doğa"sından, insanın "doğa"sından bahsederken bile bu asıl physis'i yankılarız.

Heidegger'in eski Yunan'dan modern zamanlara Batı felsefesi içinde unutulduğunu iddia ettiği "varlık sorusu"nu yeniden kazanmaya, Batı metafiziğinin üstesinden gelmeyi amaçlayan geniş kapsamlı, ihtiraslı projesinin önemli duraklarından biri Aristoteles'in Fizik kitabının ikincisinin birinci bölümündeki paragrafa getirdiği kendine özgü şerh. Heidegger, şerhini Heraklitus'un 123. fragmanını alıntılayarak tamamlıyor: "Varlık, kendini gizlemeyi sever."

Yalnızca özü gereği gizini açan ve gizini açmak zorunda olanın gizlenmeyi sevebileceğini belirten Heidegger varlığın özünün gizini açmak, açılışa gelmek, kabuğunu yarmak, yani physis olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor.

7 Ekim 2023 Cumartesi

Modern kültüre kalan romantik miras

 Avrupa'da on yedinci ve on sekizinci yüzyılları hareketlendiren Aydınlanmacılığın rakibi olarak görülür romantizm. Aynı zamanda Aydınlanmacılığın karşıtı olarak da kodlanır. Birbirini izlemekten başka aralarında herhangi bir simetri olduğu kuşkuludur elbette. Hatta tek bir aydınlanma(cılık) olmadığı gibi tek bir romantizm olduğu da kuşkuludur. Bu yargıya elbette romantiklerin en romantiği kadar tutkuya tutkuyla bağlı, onlar kadar hayal gücünü yücelten aydınlanma filozoflarının var olduğu gösterilerek rahatça ulaşılabilir. Romantizm denince kimilerinin onun babası addettiği Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökenleri gibi eserleri ve Fransız Devrimi üstündeki etkileri akla gelir. Onu hem sıkı bir aydınlanmacı hem de aydınlanma ilkelerini yerle yeksan biri olarak görmek mümkündür.

Bir fikir kümesinin birleştirilerek topluca romantizm olarak adlandırılmasını aşırı buluyor Peter Gay. 'Romantikler Neden Önemlidir?' başlığıyla Türkçe'ye çevrilen eserinde Amerikalı (Almanya doğumlu) Tarih Profesörü Gay, Schiller gibi erken dönem romantikler hakkında yazdığı makalelerle itibar kazanmış ünlü filozof ve fikir tarihçisi Arthur O. Lovejoy'un 1923'teki bir konuşmasında yaptığı iki öneriden ikincisini takip etmeye çalışıyor. Lovejoy'un romantizmin fazlasıyla tıkış tıkış bir kolektif ifade olduğu, bu ifadeyi çoğullaştırmanın, yani romantizmler demenin çok incelikli olmasa da pratik yararı olduğu uyarı ve önerisini dikkate alan Peter Gay, romantizmler ifadesini romantizm olarak adlandırılan hareketin anlamlarının tartışılmasını da çok yararlı buluyor.

Romantiklerin Aydınlanma'nın dine duyduğu katıksız nefreti dayanılmaz addettiğini yazan Peter Gay, Novalis'in on sekizinci yüzyıl filozoflarını eleştirirken "Evrenin ebedi yaratıcı müziğini devasa bir değirmenin tekdüze takırtısına dönüştürdüler" cümlesini kurduğunu belirtiyor. Friderich Schlegel'in 1803'teki Fransa ziyareti esnasında her yerde gördüğü dinsizlikten tiksindiğini ve Paris'i "modern Sodom" olarak adlandırdığını kaydeden Gay, Alman romantiklerinin desteklediği bu görüşün sadece onlara özgü olmadığını da ifade ediyor.

Barışın kaynağı

Friedrich Schelegel, Friedrich Hölderlin, Novalis gibi Alman romantiklerinden oluşan küçük bir grubun modern sekülerizmi küçümseyici bir tutumla reddettiklerini belirten Gay, onların nasıl tanımlanırsa tanımlansın Tanrı'ya imanın komşular arasındaki iyi niyetin ve milletler arasındaki barışın kaynağı olduğunu savunduklarını vurguluyor. Alman romantikler için hangi biçim altında görülürse görülsün dinin tek bir niteliğe dayandığını, bunu da Hölderlin'in "Özünde bütün dinler şiirseldir" sözleriyle ifade ettiğini aktarıyor. Peter Gay, romantizmin dine bakışının kısa ve etkileyici bir özetini görüyor Hölderlin'in sözünde.

Kitabında farklı alanların bireyselliğini es geçmeden, onları küçümsemeden bir genelleme yapmaya çalışan Peter Gay, romantizmlerin şaşırtıcı ölçüde uzun ömür sürdüklerini söyleyerek Kandinsky'nin 1925'te "Bugün yeni bir nesnellik olacaksa, bırakınız yeni bir romantizm de olsun; sanatın anlamı ve içeriği romantizmdir" şeklinde yazdığını aktarıyor.

Resimden edebiyata, müzikten mimariye, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla Schlegel, Hölderlin, Novalis, Beethoven, Wilde, Balzac, Stendhal, Stravinsky, Maleviç gibi birçok ismin yer aldığı eserinde Peter Gay, modern kültürdeki romantik mirası keskin bir değerlendirmeye tabi tutarak asırlık gelenekleri sorgulatanın bu mirasın ta kendisi olduğunun altını çiziyor.