29 Aralık 2018 Cumartesi

Ayrılık yarasına merhem süren şaheser: Mesnevi


Eğer son dönemlerde çeşitli vesileler dolayısıyla çok bahsedilen, çok tartışılan bir konu olarak bir 'Anadolu irfanı' varsa onun temel okuma metinleri arasında yer alabilecek türden bir kitaptan bahsedeceğiz bu yazıda. Mevlana Celaleddin Rumi'nin büyük dostu ve şeyhi Şems-i Tebrizi'nin Konya'dan ilk ayrılışının ardından 1247'de ikinci kez ortadan kayboluşunun, yani gaybubetinin yol açtığı firakın verdiği sancıyla dile getirmeye başladığı o büyük eserden. Mesnevi ve Divan-ı Şems'teki şiirleriyle Hafız sonrası Farsça'nın en büyük şairi olmuş Mevlana'nın Şems'in Konya'ya gelişinden önce de şiirler yazdığını biliyoruz, ama gerek Divan'da yer alan gazelleri gerek Rubaileri gerekse bizatihi Mesnevisi onun edebi gücünün, söz mülküne sultan oluşunun birer işareti. Etki Şems'in tutuşturduğu meşaleden elbette. Kendisini tutuşturan bu kıvılcıma da hazır bir meşale olduğunu unutmayalım ancak. Babası Bahaüddin Veled'den, babasının tilmizi Burhaneddin Tirmizi'den dersler almış; Halep ve Şam'ın en gözde medreselerinde en gözde öğrencilerden biri olmuş bir Hanefi fakihti Mevlana. Şam ve Halep medreselerindeki öğreniminin ardından 1237'de Kayseri'de vefat edecek Burhaneddin Tirmizi'ye intisapla süluka girecek Mevlana, Tirmizi'nin vefatından sonra Konya'ya avdet eder. Şems ile Pamukçular Hanı önündeki karşılaşmasına kadar Konya camilerinde çok göze batmayan, 200-300 kişilik cemaatlere vaz u nasihatte bulunan bir kişiyken Şems ile karşılaşmasının ardından aşk ummanındaki büyük seferin kaptan-ı deryalığına yükselir birden. Bu seferin seyir defterleridir belki de Mesnevi ciltleri.
"Dinle, şu ney nelerden hikayet etmede/Ayrılıklardan yana şikayet etmede" şeklindeki iki dehşetengiz, remz ve sırlarla dolu dizeyle açılan Mesnevi, 'varlık sazlığı'ndan koparılmış birer 'kamış' olan, işlenerek bir musiki aletine dönüşüp kamışlıktan kurtulan 'ney'lerin, yani bir yerde cümle Ademoğullarının yanıp yakılmaları ve yer yer içli, yer yer trajikomik, yer yerse güldüren hikayeleriyle doludur. O hikayelerin tamamının önceden de biliniyor, anlatılıyor olmasının, en azından Senai, Feridüddin Attar gibi büyük edip-mutasavvıflardan ihtiyaca binaen iktibas edilerek Mesnevi'nin en temel sorunsalı bakımından, yani 'ayrılıklardan yana şikayet' bağlamında yeniden yorumlanıyor olmasının bize öğreteceği ilk şey de belki şudur: Mesnevi'de aktarılan hikayeler, onlardan çıkarılacak ibretler bakımından çoğu kez sadece bir vesiledir- ayrılığın, firakın yaşattığı vuslat arzusunun domuruşudur en fazla. İbretlerdir 'ham' insanın yanıp yakılmasına, pişip 'olgun'laşmasına yol açan. Mesnevi'nin aktardığı hikayeler ham, yanmış ya da pişmiş insanların hikayeleridir bu bakımdan. Kimi yolu sonuna dek yürümeyi başarabilmiş, kimi yarı yolda kalmış, kimi ise en baştaki hamlığından bir türlü kurtulamamış insanlar... Kimi de sadece artıktır elbette: Sazlıktan koparıp neye dönüştüreceğiniz kamışa uyguladığınız bu işlem esnasında ortaya çıkan fazlalıklardan, ifrazattan yani. Bütün bu insanlık hallerine ilişkin yorumlarda sık sık Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadislere, Kur'an-ı Azimüşşan'ın ayetlerine de yorumlar gelir, işaretlerde bulunulur.
Sözler de böyledir. Sözler de varlık sazlığını dalgalandıran o büyük rüzgarın nefhalarıdır bir yerde. İnsanların yüzlerinde, gönüllerinde, isteklerinde, arzularında, umut ve yeislerinde, telaşlarında ve beklentilerinde, işlerinde ve çabalarında bu büyük esintinin zaman zaman ılık bir melteme, kasıp kavurucu bir çöl rüzgarına ya da bazen üşütüp donduran bir karayele dönüştüğünü görmek gerekir. Rüzgarla, bu büyük rüzgarla mum alevi gibi titrediğimiz anlardaki ruh üşümesidir hikayeler arasındaki ibretler. Rüzgar esmiş, o küçümen hikaye bize örnek kılınmış ve ibret böğrümüze bir mızrak gibi saplanmıştır- cılız gövdelerimizde hissettiğimiz, saz benizlerimizde başkalarına, bizim gibi olan diğer saz benizlilere hissettirdiğimiz o rüzgarın kargısının böğrümüzde açtığı derin yaradır.
Şikayetçi, şekvacı olduğumuz ayrılık, yalvaranın 'Allah' demesinin Hakk'ın 'lebbeyk' demesinin aynı oluşu gibidir bir yerde. Ayrılıktır kavuşturan, kavuşmanın sevincini yaşatan. Bin sayfayı aşkın Mesnevi ciltlerini okuyup bitirdiğinizde hissettiğiniz aşkın o esinli şarkıları değildir salt, böğrünüzdeki yarayı teshir eden ilahi bir dokunuş da beraberinde gelir. Az önce o yarayı sizde açan kargı şimdi size şifacıdır da bunu keşfetmeniz biraz uzun sürmüştür sanki, hissiniz budur. "Sema et" dersiniz ruhunuza, "sema et; kalk ayağa da cümle varlık merhem sürsün  senin o çürümüş yaralarına." (Bu yazının Kâni Karaca'nın seslendirdiği Kutbu'n-nâyî Osman Dede'nin Uşşak Mevlevî Âyîni Şerif'inin kaydı eşliğinde okunması rica olunur.)

Cins, Aralık, 2018

26 Aralık 2018 Çarşamba

Yüceyi güzelin karşısına koyamazsınız!

Güzeli inceleyen felsefi bir disiplin olarak estetiğin ortaya çıkışı genelde 18. yüzyıla, Baumgarten'in estetik üzerine yazdıklarına kadar uzatılabilir. Leibniz-Wolff geleneğine bağlı bir filozof olduğu bilinen Baumgarten, "güzel" sorununu duyusal bilgi yetisinin bir konusu addeder. Estetik disiplini, bilgi konusunu sadece "güzel" ve "yüce" ile sınırlayarak, bu iksini de birbirinden ayıracaktır. 
Yalnızca modern çağın estetiğinin güzel ile yüceyi birbirinden ayrı düşündüğünü vurgulayan Güney Koreli felsefeci Byung-Chul Han, Güzeli Kurtarmak adıyla Türkçeleştirilmiş eserinde, bu ayrım neticesinde güzelin saf pozitifliğinde izole edildiğini belirterek, onun, negatifliğinden dolayı doğrudan haz vermediği varsayılan yücenin karşıtı olarak konumlandırıldığını kaydediyor. Felsefe, kültür teorisi, estetik, Budizm, medya teorileri hakkında yazdığı eleştirel niteliği yüksek, derinlikli eserleriyle dikkat toplayan ve son dönemlerde birçok eseri de Türkçeye kazandırılan Byung-Chul Han'ın günümüz tüketim toplumlarına egemen öznellik övgülerinin tahakkümü altındaki güzellik mefhumuna bakışındaki tazeleyici tutum ilgi çekici ve bir o kadar da zihin açıcı. 
Pürüzsüzün estetiği
Güzelin modern estetiğinin "pürüzsüzün estetiği" ile başladığına dikkat çeken Han, Immanuel Kant, Edmund Burke gibi filozoflar aracılığıyla pozitifliği içinde izole edilen güzelin, karşısında öznenin kendi kendisini beğenmesinin bir vesilesine dönüştüğünü ifade eder. Bu düşünürlere karşın güzel ve yücenin aynı kaynaktan olduğunu belirten Byung-Chul Han'ın stratejisi bu yüzden son derece açıktır: Yüceyi güzelin karşısına koymak yerine; güzeli, içselleştirilemeyen ve öznelliğin yitirildiği yüceliğe raci kılmak. Pürüzsüzün sadece beğenilecek bir şey olduğuna işaret eden Byung-Chul Han, pürüzsüzde zıtlığın negatifliğinin noksan oluşunun yol açtığı krizin enformasyonun, iletişimin, sermayenin dolaşımındaki engellenmemiş, sürtünmesiz dirençsiz, aynının aynıyla karşılaşmalarının hızlanışı olduğunu da belirtiyor. 
Gadamer, Hegel, Adorno, Benjamin, Barthes gibi düşünür ve eleştirmenlerin yazdıkları yardımıyla, günümüzde kutsanışından arındırılmış güzelin tüketimci kalıplar içindeki hali pür melalini serimleyen Byung-Chul Han, bugün güzelin krizi ile karşı karşıya kaldığımızı da öne sürüyor. Platon'dan yararlanarak güzelin bağlayıcı, belirleyici ve ölçü veren niteliklerine sahip olduğunu göz önünde tutan Byung-Chul Han, bu krize ilişkin olarak, "Gündelik hayatın artarak estetikleşmesi, bağlayıcı olanın tecrübesi olarak güzelin tecrübesini imkansız kılmaktadır. Bu estetikleşme nesnelerin sadece yüzeysel beğenisini üretmektedir" ifadelerini kullanıyor. 
Byung-Chul Han'ın eseri, güzelin hakikat, ahlak, politika, ekonomi vb. alanlarla arasında kurulabilecek ilişkilere de kapı aralayan, sanat eserini salt bir 'beğeni' nesnesine indirgemeyen tutumuyla modern öznelliğin olumsal tekinliğine karşı üretilebilecek panzehir için de önemli ipuçları sağlıyor. 

20 Aralık 2018 Perşembe

Türkçenin Farsçayı etkilememiş olması mümkün mü?

Türk modernleşmesi boyunca üzerinde sıkça tartışma yaşanan konulardan biri de dildir. 20. yüzyılın başlarında “dilde sadeleştirmecilik” olarak başlayan, 1933’teki Dil Kurultayı’yla zirveye çıkan bu tartışmalar boyunca sıkça tekrarlanan temel yargılardan biri de Türkçenin özellikle Arapça ve Farsçanın etkisi altında kaldığı, halkın kullandığı dilden uzaklaştığıdır. Halkın kullandığı ve saf (arı) olduğu varsayılan Türkçe ile Osmanlı elitlerinin kullandığı Osmanlıcayı zıtlaştıran bir bakış açısı hakimdir genelde bu tartışmalara. Osmanlıca, bu tartışmalarda Arapça ve Farsçanın tahakkümü ve işgali altındaki bir dil olarak düşünülür genelde. Bu bakış açısına göre Türkçe, Arapça ile Farsçanın gölgesinde kendi doğal gelişimini sürdürememiş; hep ikincil düzeyde kalmış ya da bırakılmış güçsüz bir dil konumuna itilmiştir Türklerin İslam’a girişlerinden beri. Farsça ve Arapçanın Türkçe üzerindeki etkisinin tek yönlü olduğu da bu bakış açısının dile getirdiği yaygın kanaatlerdendir. Osmanlıcanın ortaya çıkışına ilişkin anlatılarda da bu yaygın kanaat, kendi doğrulamasını ve dayanağını bulmaya çalışır ısrarla. Osmanlıca etrafındaki tartışmaların büyük bir kısmında bu bakış açısının egemen olduğu gözlemlenir.
Tamlamaların dizilişi
Türkçe ile Farsça arasındaki tarihsel ilişkileri ele alan Mustafa Balcı, etkileşimleri İslam öncesi dönemlere kadar uzanan, bir arada oluşları yaklaşık 2 bin 300 yılı bulan bu iki dil arasında birinin etkilenip diğerinin etkilenmediği bir durumun bizatihi dil denen olgunun tabiatına mugayir olduğunu düşünerek, Türkçenin Farsça üzerindeki etkilerini araştırıyor. Türkçeye en uzak Hint-Germen dili İngilizcede bile dikkati çekecek ölçüde Türkçe ile paralellik arzeden hususların olduğunu işaret eden Balcı, Farsça üzerinde böyle bir etkilenmenin olmamasının imkansız olduğunu düşünüyor. İran coğrafyasında 1925 yılına kadar birkaç ara dönem dışında hep Türklerin yönetici olduğu devletlerin hüküm sürdüğü göz önünde tutulursa Mustafa Balcı’ya göre yazı dili olarak Türkçe Farsçadan ya da Farsça kadar eskidir. İslam medeniyetinin, Osmanlıların elsine-i selase dedikleri üç büyük yazı dili, yani Arapça, Farsça ve Türkçe üzerinde yükseldiğini vurgulayan Balcı, Kutadgu Bilig’in yazıldığı dönemde Farsçanın henüz olgun ve özgün edebi metinlerini ortaya koymadığına da işaret ediyor. İslam medeniyeti içinde iyi eğitim almış Arapların sadece Arapça, Farsların Arapça ve Farsça, Türklerin ise Arapça, Farsça ve Türkçe ile iştigal edip eser verdiğini belirten Balcı, Türkçe ile Farsçanın işleyişlerinin ve hayatı anlamlandırırken ortaya koydukları dil mantığının Arapçanın ortaya koyduğu mantıktan çok farklı olduğunu belirtiyor. Ona göre, Türkler ile Farsların Arapça ile münasebetleri, handiyse Arapçayı Arapların dili olmaktan çıkarmıştır; hatta fasih Arapça denen tarihi lehçe, Türkler ve Farslar tarafından Araplara nazaran daha iyi bilinmektedir. 
Farsçanın tarihi boyunca üç kez yazı dili olduğunu belirten Mustafa Balcı, Orta ve Yeni Farsça yazı dillerinin oluşumunda Türkçenin doğrudan, Eski Farsçada ise dolaylı bir etkisinin olduğunu ifade ederek Farsça ile Türkçe arasındaki özellikle yapısal benzerliklerin görmezden gelinemeyecek kadar çok ve eski olduğunu da vurguluyor. Farsçanın her alanda ve dönemde Türkçeyi etkisi altına aldığını ve böylelikle Türkçeyi neredeyse Farsçayı taklit eden bir dil konumuna getirdiğini ileri süren oryantalistlerin bu benzerlikleri bilhassa kaale almadığını dile getiriyor.

16 Aralık 2018 Pazar

Kayıp bütünün peşinde: İlk Atlas üzerine

Cahit Koytak; İsmet Özel ve Cahit Zarifoğlu ile özetleyebileceğimiz 1960 kuşağı sonrası Türk şiirinin önemli isimlerinden biri. İlk basımı 1990’da yapılan İlk Atlas, 1970’lerde şiir yayınlamaya başlamış Cahit Koytak için biraz ‘gecikmiş’ bir ilk kitaptı. Bazı yeni şiirlerin eklenmesiyle ikinci baskısı da 2011 gibi yaklaşık 20 yıllık bir aradan sonra yapılmış bu ilk kitabın, üçüncü baskısı neyse ki bu kadar beklemedi. Vadi Yayınları’nın özenli basımıyla okurlarıyla tekrar buluşan kitabın her ne kadar modern Türk şiirinde bir ‘kırılma anı’na denk geldiğini düşünmüyorsak da, taşıdığı bazı nitelikler itibariyle önceki ve sonraki kuşaklar arasında neredeyse bir köprü vazifesi gördüğünü söyleyebiliriz.
Kitaptaki ilk ve erken tarihlerde yayınlanmış şiirlerin ‘dize tekrarları’na dayalı söyleyiş özelliklerinden ve okura aksettirdikleri sade lirizm ve söz gücünden herhangi bir taviz vermeden, kitaptaki semantik potansiyelin atan kalbini teşkil ettiğini düşündüğümüz ‘Nuh’a Gemi Resimleri’, ‘Huş Ağacı Hakkında Bilgi Topluyorum’ ve ‘Kısa Abbasi Tarihi’ gibi şiirlere yayılan kaplamlılık ve sorgulayıcılık, yazdığı her şeyi bir bütünün parçası olarak düşünen şairin sonraki verimlerinden bile çıta olarak daha üstte kalıyor. “Gençtim şiire hevesim vardı/Büyük sözlerden utanmıyordum henüz” dizeleriyle açılan ‘Nuh’a Gemi Resimleri’ adlı şiir ilk baskıda “Şimdi Kur’an’ı mı/yoksa Heidegger’i mi okumalı?” şeklinde ateşten bir çatal soruyla biterken ikinci ve üçüncü baskıda Gazze’ye yardım götürürken 2009’da İsrail’in uluslararası sulardaki baskınına uğrayan ‘Mavi Marmara’ gemisine ilişkin bir şiir parçasıyla kapanıyor. İlk baskıdaki ‘çatal soru’ ise bu baskıda görünmüyor. Acaba bu durum şairin gençken hevesli göründüğü büyük sözler ve sorulardan artık utandığını keşfetmesinin bir ürünü mü diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. 
ERKEN RÜZGARLAR
Yine ilk baskıdan farklı olarak şair, ‘Erken Rüzgarlar’ adıyla yepyeni bir bölüm ekliyor kitaba: Bu bölümde başlangıcı 1969’a dayanan şiirlerin 2018’e dek tamamlanmış hallerine yer veriliyor. Bu iki örneğin de gösterdiği üzere şair, kendi ruh macerası içinde adımladığı yolun da çetelesini şiirle tutuyor, hesabını şiirle görüyor. 1969 gibi çok erken bir tarihte başlanmış bir şiirin bitişinin 2018’e tarihlenmesi şairin sadece söz söyleme kudretine bel bağlamadığının da bir göstergesi. Söz söyleme kudretinin yanında işçiliği ve titizliği de ihmal etmiyor Koytak.
Kitabın ilk baskısından farklı olarak sonradan yazılmış şiirlere de yeni baskılarda uygun görülen bölümlerde yer verildiğini görüyoruz. Bu açıdan her ne kadar İlk Atlas’, adı üstünde Cahit Koytak’ın gündelik hayatlarımıza, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim’e bolca telmihle hayatımızı yaşarken karşılaştığımız ya da karşılaşmamızın muhtemel olduğu kafa kurcalayıcı sırların, tuhaflıkların, mucizelerin ve trajedilerin ortaya çıkış anları ve yerlerine ilişkin bir ilk haritayı gözümüz önüne seriyorsa da, kitabın sonraki baskılarında aynı haritanın titizlikle tekrar ele alınıp aksayan, eksik kalmış coğrafyaların kelimeler marifetiyle tasvirinin düzeltilip tamamlanmasını temsil ettiğini söyleyebiliriz. İlk Atlas bu bakımdan her haliyle beşeri varoluşun devingenliğini bünyesinde taklit eden bir kitap. Gerek içerdiği şiirler gerekse bu şiirlerin kitabın tertibinde tuttuğu yerler, Cahit Koytak’ın her parçada bütünün işaretini bazen poetik, bazen hikemi, bazense doğrudan felsefi yollarla arayan tutumunu kuvvetlendiriyor. 
Koytak’ın işaretleri yorumlama tarzlarında telmih, imge, ironi, pastiş gibi söz sanatlarını kullanımı ve şiirlerinin tamamına yayılan lirizm okunurluluğu da artıran bir sonuç üretiyor. Şair aradığı bütünü, parçaları tek tek keşfedip yoklayarak, bir lego oyunu gibi yeni baştan kurma azmini ortaya koyuyor. 
Star-Kitap
https://www.star.com.tr/kitap/kayip-butunun-pesinde-ilk-atlas-uzerine-haber-1417255/

13 Aralık 2018 Perşembe

Toplumsal katliamlar ve sessiz onaylar

Kendi keşfi olan “mimetik arzu” kavramıyla tanıdığımız ünlü Fransız edebiyat eleştirmeni, antropolog ve filozof Rene Girard, özellikle mimetik arzu, kurban ve şiddet etrafında geliştirdiği analizlerle entelektüel mahfillerde çok kültürlülükçülüğün, görececiliğin, partikülarizmin yükselişe geçtiği bir dönemde evrenselleştirilebilecek temalar peşinde koşan bir düşünür kimliği çizer. Ele aldığı temalar bakımından yapısalcılığa yakın dursa da temel bakış açısı yapısalcılığın çıkmazlarını tekrarlamaktan uzak olan Girard’ın özellikle farklılıklardan çok farksızlaştırma stratejilerine eğilidiğini vurgulamamız gerekir. En çok bilinen eseri Şiddet ve Kutsal’a yönelik sert tepkileri polemik dolu bir üslupla göğüsleyen, o kitapta ele alamadığı ‘günah keçisi’ mekanizmasını detaylandırmasına imkan sağlayan Günah Keçisi adlı kitabında Girard, toplumsal katliamların ardındaki saikleri açığa çıkarmaya uğraşıyor. 
Ortaçağ Avrupası’nda büyük veba salgınları ile Yahudilere, cüzamlılara yönelik zulüm ve katliamlar, cadı avları, engizisyonlar ile handiyse eş zamanlı bir şekilde gelişir. 14. yüzyılın ortalarında yazmış bir Fransız şairi olan Guillaume De Machaut’un bir şiirsel metnini odak seçerek zulüm metinlerini ve zulüm uygulayanların kurbanlarına bakış açılarını analiz etmek için eleştirel bir yordam geliştiren Rene Girard, bu tür tarihsel metinlerde ortaya çıkan şiddet temsillerinde tespit ettiği basmakalıpların hemen hemen aynısına mitolojilerde de rastlandığına işaret ediyor. 
Toplumsalın krizi 
Krizin öncelikle toplumsalın krizi olduğuna dikkat çeken Girard, onun açıklanma biçimlerinin de bu sebeple toplumsal ve bilhassa ahlaki nedenlere yöneldiğini kaydeder. İkinci basmakalıbın krizin farksızlaştırıcılığının sebebini kurbanlara yüklemek için onların farksızlaştırıcı suç işlemekle itham edildiklerini vurgulayan Girard, aslında bu kurbanları kıyıma hedef kılan şeyin doğrudan onlardaki kurbanlık işaretleri olduğunu da kaydeder. Kurbanın seçilmesini belirleyen işaretlerin sistemin bağrındaki farklılıklardan değil, sistem dışı farklılıklardan neşet ettiğini söyleyen Girard, çeşitli kurban türlerinin genellikle fraksızlaştıcı suçlara yatkın göründüklerini belirtir. Dinsel, ulusal, etnik azınlıklara asla kendilerine özgü farklılıklardan dolayı itiraz edilmediğini ifade eden Girard böylelikle ilk durumun tersine, onların yeteri kadar farklılaşamadıkları ve sonuçta hiç farklılaşamadıkları için suçlandıklarını belirterek yabancılara yöneltilen suçlamaların genellikle “gerçek farklılıklara yeterince saygı gösterememek” şeklinde toparlanabileceğinin altını çizer: “Ötekinde görülen şey öteki nomos değil, anomalidir; öteki norm değil, anormalliktir; sakat, şekilsizleşmiş olur; yabancı da vatansız hale gelir.” 
Kurbanın bir günah keçisi olduğuna işaret eden Girard, bu deyişin hem kurbanların masumiyetine, hem onlara karşı gelişen kolektif kutuplaşmaya hem de bu kutuplaşmanın kolektif amacına işaret ettiğini gösterir. Rene Girard’a göre “kutuplaşma kutuplaşanları öylesine kısıtlar ki, kurbanların kendilerini aklamaları olanaksızdır.” 

7 Aralık 2018 Cuma

‘Ben’ katlinin en ikna edici versiyonları

Özellikle son 40-50 yıldır sosyolojik düzeyde sürekli tartışılan kimlik/aidiyet porblemlerinden felsefi ötekilik/başkalık arayışlarına kadar günümüz düşüncelerindeki entelektüel çabaların gölgesinde kalmış ve kökü Descartes’in cogito ergo sum özetine kadar uzanan modern bir konu sayılabilir ‘ben’ düşüncesi. Her türlü felsefi düşüncenin başlangıç sorusunu teşkil eden “Ben kimim?” sorusunu düşünmenin geri plana itilip varlık, başka, güç istenci, iİd vb. konuları önceleyen düşünümlerin ön plana çıktığını görürüz. Bu tür bakışlarda ben genellikle dışsal gerçekliğin ürettiği bir yanılsama olarak nitelenir. Narsisizm ile yabancılaşma gibi bazı olumsuz ihtimal ve seçeneklerin sürekli devrede olduğu bir cinayet şeklinde ‘ben’e yönelik saldırılar gelişir. Hatta ‘ben başkasıdır’ diyen ünlü Fransız şair Arthur Rimbaud’nun yorumcularının ileri sürdükleri kadarıyla modern deneyimin özü, bir nevi ben ile ben-olmayan (başkası) arasındaki kavgadan ibarettir. 
Çağdaş Fransız felsefesinin ünlü simalarından Jacob Rogozinski, ben meselesinin evrensel bir yaşam tasavvurundan çok her bir ben’in tekil varoluşu olduğuna işaret ederek çağdaş felsefedeki ‘ben cinayetleri’ne eğiliyor öncelikle. Kendi eleştirel çizgisi için ‘usta ben katilleri’ olarak nitelediği Heidegger’in ontolojisi ve Lacan’ın psikanalizine yoğunlaşan Rogozinski, bu noktadaki eleştirisini “Egonun hakikatine geri gelebilmek için, beni kendime geri getirebilecek yolu bulabilmek için işe egonun önündeki engelleri kaldırarak başlamalıyım” şeklinde meşrulaştırıyor. 
Heidegger’in Avrupa Nihilizmi başlıklı metninde ‘modern özne metafiziği’nin ortaya çıkışından, bu metafiziğin yeryüzünü ele geçirmenin peşine düşmüş mutlak bir istence yol açmasından Descartes’ı ve Kartezyen cogito’yu sorumlu tutmasını değerlendiren Rogozinski, onun Varlık ve Zaman’daki zaten başlamış ego cinayetini radikalleştridğine dikkat çeker. Rogozinski’ye göre, Heidegger bizi Varlık’ın çağrısına tabi kılarak özgürlüğümüzü elimizden alır ve bu jest Heidegger’e atfedilen o ünlü 1933 yılındaki politik yanılgıyla hemzamanlıdır: Heidegger, 1933’teki ünlü Rektörlük konuşmasında Nasyonal Sosyalist Parti ve programın çağrısına tabiyetini ilan etmiştir! 
Lacan özelinde psikanalizin de kapsamlı bir eleştirisine girişen Rogozinski, onu ben’in oluşumunu ben-olmayandan hareketle açıklamaya çalışan birkaç teoriden biri kabul ederek, böylelikle ben katlinin en ikna edici versiyonlarından biri ile karşılaştığımızı vurgular.
Egonun hakikati 
Rogozinski’nin ‘aşkın bir başka’ya başvuru gerektirmeyen, yabancılaşmışlığa uzak, “hakiki ben” arayışı Heidegger ve Lacan eleştirilerinden Descartes ve Husserl’i “ben’e geri dönüş sorunsalı” çerçevesinde yeniden ve daha incelikli bir okuma ve yorumlamaya yönelir. Husserl’in Ichleib (benyaşam) kavramı eşliğinde tenden benin, bir ten-benin beden haline gelişini göstermeye çalışır. 
Heideggeryen ‘ontolojik fark’a nispetle bir ‘egolojik fark’ı vaz eden Rogozinski’nin fenomenoloji ve psikanalizi eş zamanlı ve eleştirel bir şekilde kullanarak psikanalize alternatif olmayan bir ego-analizini Desartes, Husserl ve Merleau-Ponty üzerinden üretmeye çalıştığını belirtmek mümkün. 

3 Aralık 2018 Pazartesi

ŞİİR OKUMA GÜNLÜĞÜ-2

Döşeğimde ölürken
Orhan Veli ve arkadaşlarının önayak olduğu Garip şiirinin iki zümreyi kızdırdığını yazmış 1940'ların sonunda Ahmet Hamdi Tanpınar. Bu zümrelerden ilki Tanpınar'ın ifadesiyle "behemahal kendilerinin takdir edilmesini isteyenler." Bu ilk zümredekilerin "haklı" bir tarafı olduğunu da söyleyerek onlarla kafa buluyor Tanpınar. Onların "edebiyatı, daha doğrusu şair rollerini ciddiye almış" kişiler olduğuna işaret ederek şiiri "mühim ve merasimli bir iş" addettiklerine dikkat çekiyor. Orhan Veli'nin karşılarına çıkıp daldan kopardığı elmayı iştahla yediği gibi gayet doğal bir şekilde şiir söylemesine içerleyenlerin hiddetlendiği gençlerin tek kabahatinin "canlarının istediği gibi şarkı söylemeyi istemeleri" olduğunun da altını çiziyor Tanpınar. Görenek ve manzumeden ayrılmış olmalarını bu "gençler" için bir zafer addeden Tanpınar, yine de bu gençlerin ayrılışlarının illa ki "bulma" anlamına gelmeyebileceğini de vurguluyor elbette. Fakat şiirimize zenginlik kattıklarını da söylemeyi ihmal etmiyor.
Gençlerin şiirine ("Garip şiiri"ne yani) tepki gösteren yaşlı kuşağa ilişkin ise son derece acımasız Tanpınar: "Evvela Yahya Kemal şiir yazacak, onlar itiraz edecekler. Sonra yavaşça, namusuna inandıkları bir arkadaşları, kulaklarına bu şiirin iyi olduğunu söyleyecek, odalarına kapanacaklar.  Ceketlerini çıkarıp kollarını sıvayacaklar, zımpara kağıdı ile o şiirin güzel taraflarını kazıyacaklar, cama yapıştıracaklar, saman kağıdıyla üzerinden geçecekler... Ve bir çalışma mahsulü olan bir şiir vücuda getirecekler..."
Tanpınar'ın 1940'ların sonunda yazdıklarının hemen her dönem Türk şiirinde vuku bulan gençlik aşılarının tamamına uyarlanabilecek bir yanı var bana kalırsa. Elbette gençler hemen her zaman elde ettiklerini 'Zafer kazanmış kumandan' edalarıyla pazarlamaya kalkmadıkça 'görenekten ayrılma'nın şiiri bulmaya büyük katkısı olacaktır. Gençlere karşı görenekselleşmiş şiir algılarını savunan yaşlı kuşakların sızlanmasını da romatizmal kılan birçok yan vardır. Şiirin mafsallarındaki kireçlenmeyi gözardı etmeye meyyaldir yaşlı kuşaklar. Bu tür kireçlenmeleri "şiirin ölmek üzere" olduğuna bir işaret sayanların öncelikle kendi yaşlı anlayışlarının ölüm döşeğindeki halini gözden kaçırmaya çalıştıklarını düşünmeli.
Yine de görenekten ayrılmanın hemen her zaman "bulma"ya yol açmayacağını da fark etmeli. Bazen şiirin büyük yolundan ayrılmak, herhangi bir yere varmayan patikalara sapmak başa olmadık melanetleri de getirebilir. Yolunuz ya bataklıkta ya da uçurumda sonlanabilir. Şiirin büyük yolundaki öncü birlik olmak elbette kolay bir iş değil. Tıknefes yaşlıların "Yavaş yürüyün! Yoldan sapmayın! Yolu kaybetmeyin!" uyarıları yükselecektir sürekli arka taraflardan bir yerlerden. Yol, şiir oldukça yürümenin anlam kazandığını gözeterek yürür oysa gerçek şair, neyse ki...  (5 Ekim 2018)

Malatya notları
Malatya'da 29-30 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilen Kernek Şiir Festivali programlarında üç kuşaktan şairler bir araya geldi. Oturumlarda ileri sürülen düşüncelerin büyük kısmı epey tartışmaya açıktı. Şiirimizin bugünkü sorunlarını tartışmak elbette gerekliydi, ama şairlerimiz nedense -hiç birini ayırt etmeden yazmak lazım bunu- bu sorunları tartışmaktan yan çizmeye fırsat aradılar konuşmaları boyunca.
Buradan çıkardığım sonuç şu: Türk şiirindeki yaygın ve artık tamamen kendi sınırlarına erişmiş göreneği kuşaklararası sorunların kuşattığı tartışmalarla aşabilmek mümkün değil. 1990'lardan beri yazılan şiirin İkinci Yeni'yi hitama erdirdiğini savlayan bakış açısı bir yerde makul görünüyor olsa da gelmekte olanı açıklayabilecek bir yeterliliğe sahip değil elbette. Bu durum yeniyi kavrayabilecek eleştirel kriterlerin de yeni olması ihtiyacından kaynaklanıyor.
Gerek şiir üzerine gerçekleştirilen oturumlara gerekse şiir dinletisine katılımcı sayısının azlığı da yaşanan sorunun ne olduğunu gösteriyor bize. Günümüz şiirinin en temel meselesi toplumla irtibat kuramamak. Çoğu kez, bu sorunu her dile getirdiğinizde yani, hataen "toplumsal gerçekçi" olarak nitelenme riski olsa da, üstüne basa basa söylemeli: Eğer dil, 'konuştuğumuz' bir şeyse ve biz bu 'dil'i kullanarak bazı birtakım metinler (gazete yazısı-şiir-hikaye-roman-teori, metnin türünün ne olduğu önemli değil) kaleme alıyorsak, o metinlerin bir "muhatab"ının olduğu da bilinmeli. "Sadece kendimizi mi, diğer şairleri mi, yoksa o metni okuması muhtemel hemen herkesi ve her kesimi mi dikkate alacağız?" sorusu elbette yerli yerinde bir soru. Kimi, nasıl muhatap aldığı ya da alması gerektiğini bilmeyen metinlerin, yani kendi varolma zemininin farkında olmayan hitapların bizi birer "geveze" kılmaktan öte bir anlamı yok. Meclis kürsüsünde mi nutuk atıyoruz, camide vaaz mı veriyoruz, kelimelerden suskun taşlar mı yontuyoruz, yoksa basitçe okunmak mı istiyoruz? Üzerinde duracağımız zemini, yürüyeceğimiz yolu seçmek bize bırakıldıysa mesele yok elbette. Ama şiir sözkonusu olunca, şiirin üzerinde yükseldiği zeminin ne olduğunu da asla unutmamalıyız. O yüzden, bana kalırsa, "Halktan aldığı sesi halka tekrar devredememenin" bize yaşattığı sıkıntıları görmeyen bir bakış açısıyla hareket ettikçe kimin büyük şair, kimin ise minör şair olarak kaldığını tartışmanın bir anlamı yok.
(3 Ekim 2018)

İsmim tarihe geçecek mi?
Kuşku bu. Kimilerinin tarihle derdi var. İlla ondan sonra gelenler onu hatırlamak zorundaymış gibi. Oysa benim fikrim basit: Sen şiirini yaz ve yayınla. Yok şöyle okunuyorum, böyle okunuyorum, bunu dert etme. Ve ayrıca tarihin seni yazacağına da pek güvenme. Yazman zorunluluksa yazarsın, değilse o kalemi bırak. (11 Eylül 2018)

İki ilk kitap hakkında birkaç geçici not
"bana türkiye kadar bir kılıç gerek/çiçek nasılsa açar. Allah ekber"
Bu iki dizeyle açılıyor genç şairlerden Raşit Ulaş'ın ilk kitabı olan Kavga Başlıyor'u. 1987 Ankara doğumlu Raşit Ulaş. Bu iki dizenin yer aldığı şiirin adı da Türkiye Kadar Bir Kılıç. Söyleyişi son derece rahat bir şair Raşit Ulaş. Gündelik hayat, gazete haberleri sözgelimi, çok rahat bir söyleyişe kavuşuyor Ulaş'ın şiirinde. Buna karşın, bıçkın, yer yer külhanbeyi bir tavır da siniyor şiire. Kavga etmekten kaçmayan bir şiir arıyor Ulaş. Buluyor da nitekim. Kavgası elbette sadece "lodos denize vurunca/denizin güzelleştiğini" söyleyen 'ulu' şairle değil dünyayla da bir meselesi var. Meselesi ne peki "gelecek güzel günler"i "peh!" nidasıyla karşılayan bu şiirin? Belki şu dizelerde aramalı o meseleyi: "bana öyle bir dert ver, bir halkı yürütsün/ bana öyle bir soluk ver, bir halkı koştursun/ bana öyle bir dert ver, bir halk koşarken durmayı unutsun"
"uyumalı erkenden, halka hazırla göğsünü/sabah bir Türkiye inecek trenden"
Bu iki dize de başka bir genç şairin, Cengizhan Konuş'un ilk kitabı olan Tarafsız Günler'deki Trendeki Türkiye Sesleri başlıklı şiirinden. Konuş, Raşit Ulaş'tan bir yaş küçük. 1988'de Kahramanmaraş'ta doğmuş. Sesi Raşit Ulaş'ınki kadar kavgacı değil, gündelik hayat parçalarını muhayyilesinin süzgecinden geçirerek dahil ediyor şiirine. Daha belirsiz, daha puslu bir şekilde yansıyor söylemek istediği şiire bu yüzden. Yine de şiire sıkıca tutunuyor Konuş'un muhayyilesi; kendisini kolayca açık etmese de kitaptaki şiirlerin bende bıraktığı izlenim şu: "Mesai saati başlayınca susan" dünyanın kirliliğine inanan şairin, çok yüksek sesle olmasa da, bu dünyaya itirazını dile getirmede yeterince cömert davrandığı.
Her iki şairin de teknik bakımdan kat etmeleri gerekli mesafeler olsa da, bir ilk kitap olarak her iki kitap da son derece başarılı. Yeri gelmişken, iki kitabı da birbirine yakın günlerde satın almışım. Bu da benim meziyetim olmasa gerek. (7 Temmuz 2017)

(Muhayyel, Kasım 2018)

2 Aralık 2018 Pazar

İkinci Muallim'in İdeal Devlet'i: Medinetü'l Fazıla


Klasik İslam siyaset düşüncesinin siyasetname (pratik siyasi bilgelik) ve şer'i düşünce (hukuk) alanları dışındaki üçüncü ana kaynağı sayabiliriz felsefi bakışı ve dolayısıyla Farabi'nin Medinet'ül Fazıla'sını (Kitabın Arapça tam ismi ise şu şekildedir: Kitabü Mebadii Arai ehl'il Medinet'il Fazıla.) Farabi'nin Medinet'ül Fazıla'da billurlaşan yaklaşımı Farabi sonrası İbn Sina, İbn Miskeveyh, İbn Bacce, İbn Rüşd, Nasireddin Tusi, Celaleddin Devvani ve Kınalızade Ali Efendi gibi pratik felsefede (ahlak ve siyaset felsefesinde) ön planda yer alan filozoflarca da sürdürülmüştür.
Büyük temsilcileri Aristoteles ve Platon olan antik Grek felsefesinin Abbasiler döneminde kurulan Beytül Hikme aracılığıyla Grekçe'den Süryanice yoluyla Arapça'ya ya da doğrudan Arapça'ya aktarımı neticesinde el-Kindi ile başladığını ifade edebileceğimiz İslam felsefesi çabasının en önemli duraklarından biridir Farabi. Aristoteles'e verilen 'Birinci Muallim' unvanına nispetle 'İkinci Muallim' olarak anılan Farabi'nin Medinet'ül Fazıla'da Platon'un Devlet'ini değil de Yasalar'ını esas alarak 'ideal devlet'i tasvir ettiği belirtilebilir.
Eflatun'un Yasaları'na yaptığı Özet'in başlangıcında yer verdiği o ünlü hikaye sebebiyle 20. yüzyılda ünlü siyaset felsefecisi Leo Strauss tarafından Farabi'nin ikili bir dille yazdığı iddia edilir: Metafizik bahislerde gayet içrek/gizli (esoterik-batıni) ve ancak tilmizlerin anlayabileceği bir dil kullanan Farabi, siyaset ve ahlak felsefesine ilişkin eserlerinde ise Sünni topluma uyacak açık (ekzoterik-zahiri) bir dile başvurur. Leo Strauss için Farabi'nin siyaset felsefesi, onun metafizik ile ilgili görüşlerini halk nezdinde meşrulaştırmak için başvurduğu bir köprü niteliği taşır. Leo Strauss'un bu iddiası gerek Dimitri Gutas, gerekse Olivier Leaman tarafından eleştirilmiş; ayrıca Farabi'nin ikili yazma stiline ilişkin ileri sürdüğü görüşlerin tarihsel-kültürel bir zemininin de olmadığı gösterilmiştir.
Medine'tül Fazıla'sına dayanarak, Farabi için, siyasetin ilk gerçek hedefinin mutluluğa ulaşmak olduğunu kaydedebiliriz. Mutluluk, 'Fazıl Şehir' olarak nitelenen erdemli şehrin özünü teşkil eder. Gerçek mutluluğun yurdu ise ahiret olduğu için dini hayat, dünyevi hayattan ayrı ve kopuk değil; aksine dini hayat dünyevi hayatın merkezi ve mihveridir. Erdemli şehir dünya ve ahiret saadetinin birlikte amaçlandığpı bir şehirdir bu yüzden. Farabi'nin anlatımıyla ideal bir devlet ve toplumda  ancak bedenen ve ruhen sağlam, zeki, öğrenme ve öğretmeyi seven, dürüst, kendine güvenen, Tanrı'ya inanan, çalışkan kimse başkan olmalıdır. Bu özelliklere sahip yöneticiler, yönettikleri kişileri bilgi bakımından da yükseltirler. Erdemli şehrin yegane olmasına karşın erdemsiz şehirlerin çokluğuna dikkat edilmelidir. Farabi bütün erdemsiz şehirleri cahiliye şehri olarak niteler. Zorunluluk, Zenginlik Bayağılık, Şeref, Zorba, Demokratik vb. isimlerle anılan şehirler cahil şehirler arasında zikredilir. Cahil şehirlerin yanısıra fasık, sapkın ve değişmiş (mübeddel) şehirler de bulunur Farabi'nin anlatımında.
Farabi eserinde İdeal Devlet'in insan bedeni gibi yapılandığını söyler ki kendisinden sonra bu metafora Gazzali'nin de başvurduğunu bilmekteyiz. Erdemli şehrin kuruluşundan nasıl yapılandığına, erdemli şehirde yaşayan insanların inanç ve görüşlerinden bu şehirlerdeki sınıf ve işbölümüne, yöneticilerin niteliklerinden kurumlarına kadar eserinde erdemli şehri ayrıntılı bir şekilde anlatan Farabi'nin açık, kolay ve sade diliyle  aynı şekilde cahil şehirlerin çeşit ve özelliklerine ayrıca değinir.
İdeal Devlet tasavvuru özgün müdür?
Erwin Rosenthal, Montgomory Watt, Bernard Badie gibi oryantalistlere kalırsa İslam düşüncesinde özgün bir siyaset teorisi yoktur ya da İslam toplumları çeşitli gaileler sebebiyle siyaset alanında başarısız kalmışlardır. Bu oryantalistlerin savlarına karşın, İslami siyasi düşüncenin diğer dinlere ve bu dinlere mensup toplumlara nazaran beşeri eylemliliğe daha fazla özgürlük tanıdığını söylemek gerekir; İslami gelenekte toplumsal düzenin oluşumunun bir dini inanç olmaktan öte, sadece bir hukuki problem şeklinde kalışının da farklı siyasi anlayışların tezahüründe belirgin şekilde etkili olduğu söylenebilir.
Farabi'nin en özlü bakışını yansıtan Medinet'ül Fazıla'da dile getirdiği siyaset düşüncesini, İslam siyasi düşüncesinin içsel gelişmesinden ve olgunlaşma sürecinden kopararak ele almak, onun metinlerinin eski Grek metinlerinin sınırları dışında düşünmenin mümkün olmadığını söylemek birçok bakımdan hatalı görünür. Her ne kadar Farabi'nin temel çıkış noktasını Platon ile Aristoteles'in eserleri oluşturmuşsa da onun özellikle vahiy teorisi ekseninde felsefi teizm ile dini teizm arasında bir yakınlaşma bulmaya çabalayan bakış açısı dolayısıyla siyaset felsefesinin özgünlüğünün de izahtan vareste olduğu görülebilir. Çünkü neredeyse Farabi'nin siyaset alanındaki görüşleri onun felsefe sisteminin kalbini oluşturur. Farabi'nin ortya koyduğu felsefi sistematiğin ağırlık merkezini onun siyaset felsefesinin edindiğini de söyleyebiliriz. Bu açıdan onun siyaset felsefesi ne metafizik ne de ahlak felsefesinden bağımsız değildir. Farabi'nin kendi varlık teorisini erdemli şehrin insanlarının da taşıdığı düşünceler olarak tasviri esasen durumu izah etmeye yeter. İdeal devlet tasavvurunu özgün addetmeyenler bile onun siyaset felsefesine tanıdığı bu merkezi konumun önem ve özgünlüğünü görmek durumundadır. (Cins, Kasım 2018)

28 Kasım 2018 Çarşamba

Sekülerleşmenin Alevilik üzerinde de etkileri büyük

Din ile modernleşme arasındaki ilişkilerin formatı, aldığı değişik şekiller; bu ilişkilerin siyasal, kültürel, iktisadi ve sosyolojik süreçlerin oluşumuna etkisi vb. sorunlar sadece Türkiye’de değil, genel olarak dünya çapında beşeri bilimlerin en gözde konuları arasında yer alır. Ama bilhassa Cumhuriyet modernleşmesinin jakoben kalıplar altında, toplumsal değişimi de belirleyecek şekilde düşünülmesinin, Türkiye’de modernleşme süreçlerini analiz eden literatüre özgü sayabileceğimiz bir modernizm algısını da doğurduğunu söyleyebiliriz. Bu algının yaşadığımız gerçekliği ne kadarıyla doğru, ne kadarıyla da yanlış resmettiğini düşünmek bir yerde gerekli. Çünkü Cumhuriyetin getirdiği bazı önemli toplumsal dönüşümlerin 100 yıllık süreçte toplum tarafından kolayca benimsendiğini, buna karşılık bazı sözümona devrimci pratiklerin de kadük kaldığı, toplum nezdinde hiçbir itibarlarının bulunmadığı inkar edilemeyecek bir vakıa. 
Din, dini hayat, dindarlık ve din temelli hareketliliklerinin toplumsal karşılıklarını çalışmayı akademik ilgilerinin temel yönelimi olarak seçmiş bir din sosyologu Necdet Subaşı. Subaşı Alevi Açılımı olarak bilinen toplumsal projede de bir dönem aktif görevler üstlenmişti. Devlet ve toplum katlarındaki duygusal maliyeti epey yüksek düzeylerde seyreden, Cumhuriyetin sadece Osmanlı geçmişine değil, Dersim olayları vb. kimi yaşanmış gerçeklikler dolayısıyla Cumhuriyet tarihine de yayılan bir soruna dönüştüğü de bilinen Alevi sorununa ilişkin kapsamlı bir diyalog çabası olarak açılım süreci bazı gecikme ve ihmalleri telafi edici bir seyir izlemeye çalışmıştı. 
Ne hısım ne de hasım 
Necdet Subaşı’nın Sorusunu Bulan Cevaplar adıyla bir araya getirilmiş ve 2007’den bugüne kadarki farklı medya organlarında yayınlanmış söyleşi metinlerinin oluşturduğu kitapta en önemli konu başlığının Alevi Açılımı’yla ilgili söyleşi metinleri olması, açılıma medyanın gösterdiği ilgi muvahecesinde bu söyleşilerde sürecin değişik aşamalarına dair tanıklıkları da kronolojik bakımdan yeniden hatırlamamıza imkan tanıyor. Bir söyleşisinde Aleviler için devletin “ne hısım ne de hasım” olduğunun altını çizen Subaşı, Alevilerin de en az Sünniler kadar Tekke ve Zaviyeler Kanunu’ndan zarar görüp kurumsal ağlarını yitirdiklerini vurguluyor. ‘Hangi Alevilik?’ sorusuna yer vermeden yapılan Alevilikle ilgili değerlendirmelerde büyük ölçekli genellemelerin hatalı sonuçlar verdiğini de kaydeden Subaşı modernleşme ve sekülerleşme vb. toplumsal süreçlerin Sünnilik kadar Alevilik üzerindeki etkilerine dikkat çekiyor. Devletin Alevi Açılımı’na dek attığı hemen bütün adımların güvenlik siyasetiyle ilgisine de değinen Subaşı, kendini dışlanmış sayan zayıf bir topluluğun devletin her el uzatışından memnun olacağı öngörüsünde bulunuyor. 
Kitapta Alevi Açılımı haricinde Subaşı’nın 2015’ten bu yana yayınlanan yer yer anı mı biyografi mi yoksa bu kalıplar dışında bağımsız birer öykü mü olduğuna karar verilemeyen metinleri hakkındaki röportajları da yer alıyor. Hatırladığımız gibi bazılarını Açık Görüş’te de okuduğumuz bu tür metinlerinde Necdet Subaşı 1970’lerin ortalarından bugüne doğrudan ve aktif özne olarak içinde yer aldığı bazı süreçler hakkındaki gözlem ve tanıklıklarını kendine özgü bir üslupla dile getirmişti. Bu metinlere yönelik söyleşilerinde Subaşı’nın edebi ilgilerine de denk geliyoruz. 

22 Kasım 2018 Perşembe

Alternatif medeniyet arayışları

Çok az kelime ve kavramın edindiği bir statüdür bu: Pek çok alan ve düzeyde ortaya çıkan karmaşık konuları bu tür kavram ve kelimelerle toparlar, o kavram altında meseleyi ifade edersiniz. Bir nevi anahtar rolü üstlenir o kelime ya da kavram. O kavramla açıklayamadığınız ya da çözemediğiniz konu ya da mesele yok gibidir. Hayatımızı düzenleyen bakış açıları belki bu tür kavramlarla biçimlenir, böyle bir statüye sahip kavramlar hayatımızın her alanına dair mutlaka söylenebilecek belli vukuf ve kavrayışları bağırlarında taşır.
Adab-ı muaşeretten şehir hayatına, mimariden hukuka, davranış biçimlerinden müziğe, sanat ve zenaatten yeme ve içme biçimlerindeki alışkanlık ve şekillere kadar hayatın her alanına dokunan bu tür kavramlardandır medeniyet. Son iki yüzyıldır sürekli gündemde kalmayı başaran, farklı tanım ve kullanımlarla birlikte farklı düşünce bütünleri için anlamı sürekli örselenen ve yeniden biçimlendirilen, neredeyse bir maden ocağı gibi sürekli kendisinde yeni cevherler bulup çıkardığımız bir kavramdır medeniyet. Bazı özel çıkarları için savaş çıkartanların ya da barışa kavuşmak isteyenlerin bu kavram üzerinden geliştirdiği teoriler, stratejiler, politikalar vardır; medeniyet kavramının çok katmanlı semantik potansiyeli her türlü siyasi polemiğe de elverişlidir bu sebeple.
Her şeyi ‘açıklayıcı’ kavram
2014 yılından itibaren Büyükelçi sıfatıyla Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısı ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü görevini üstlenmiş İbrahim Kalın’ın geçtiğimiz ay yayınlanan Barbar, Modern ve Medeni başlıklı kitabı medeniyet kavramına ilişkin ‘zihni bir berraklığa’ dönük kapsamlı bir adım olarak görülmeli. İdeal bir durumda medeniyet kavramının maddi-fiziki dünyanın tanzimine ilişkin olduğunu belirten Kalın, refah düzeyi, üretim, güvenlik, sosyal adalet, adil paylaşım gibi değerlerin de medeniyetin tamamlayıcı unsurları olduğunu ifade ediyor. Elbette, medeniyetin bütün bunların bir toplamı olmaktan öte bir tarafı da var: Medeniyet kültür, adet ve geleneklerin ötesinde varlığa ilişkin tutum ve davranışlar bütünlüğünü de ifade etmek üzere kullandığımız bir kavram. Yer yer ‘her şeyi açıklayıcı bir kavram statüsüne sahip’ bir kavram olarak görünen kültür ile karıştırıldığını da gördüğümüz medeniyeti tam anlamıyla tefrik edebilmek de gerekli bu sebeple. Öteden beri çağdaş Türk düşüncesinde çokça tartışılmış kültür ve medeniyet ayrımına ilişkin kendine has düşünceleri de bu fırsatla dile getiriyor İbrahim Kalın: “Medeniyet kültürün üzerinde bir bilinç ve davranış biçimini ifade eder.”
Yaşadığımız yüzyılda medeniyet kavramının herhangi bir anlamının olup olmadığına ilişkin sağlıklı bir cevabın fikri-kültürel ve siyasi- toplumsal iki ayrı tahlil düzeyinde yapılacak durum muhasebesiyle ortaya çıkacağını belirten Kalın bugün barbarlığı, modernliği ve medeniliği aynı anda tecrübe etmek zorunda kaldığımızın altını çiziyor. Öyle ki çoğulculuğu ve farklılığı kendileri için teorik bir değer konumuna getirmiş ya da onları böyle kabul etmiş modern birçok toplumda ırkçılık ve ayrımcılığın derinleşip normalleştiğini görüyoruz. Modernlik ve ilerleme adına barbarlıkların yepyeni kılıflar altında ortaya çıktığına işaret ediyor bu durum. Bugün Batı’nın medeniyet adına söyleyecek sözünün tükendiğini kaydeden Kalın, İslam dünyasının ise söyleyecek sözünü aradığını belirtiyor. Medeniyet kavramını tarihsel ve kavramsal düzeylerde tahlil ederek bu tanımın dayandığı felsefi çerçeveyi temellendirmeye çalışan Kalın, bir medeniyet muhasebesi aracılığıyla alternatif medeniyet arayışlarının muhtemel sonuçlarını da değerlendirmeyi ihmal etmiyor.

14 Kasım 2018 Çarşamba

Niçin hiç kimse bir ‘Hıristiyan sorunu’ndan bahsetmez?

Marx’tan beri Batı düşüncesinde bir “Yahudi sorunu”nun olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca elbette bir “zenci sorunu” da vardır Batılıların gözünde, bir “Müslüman” sorunu da. Peki ama niçin hiç kimse bir “Hıristiyan sorunu”ndan bahsetmez? Soruyu soranın sorunun bir parçası olduğu yolunda Heidegger’in Metafizik Nedir’de dile getirdiği o ünlü hatırlatmayı göz önünde tutarak cevabı aranması gerekli bir sorudur bu. Bir nevi masayı tersine çevirerek, sorulan soruyu sorana iade etmeye çalışmak gerekiyor. Gil Anidjar’ın Ahmet Demirhan tarafından Türkçe’ye çevrilen Kan: Bir Hıristiyanlık Eleştirisi kitabı masanın tersine çevrilmesinin doğurgularını görebileceğimiz türden bir kitap.
Modern Batı medeniyetinin, dahası modern Batı’nın ortaya çıkışında antik Grek, Hıristiyanlık ve Yahudi inancı ile Roma hukukuna dayalı kökenlerin bulunduğu iddiası öteden beri hep tekrarlanagelir. Elbette bu iddia ve ezbere yönelik bazı eleştiriler de vardır. Bu eleştirilerin büyük bir kısmını Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabıyla erişiriz. Lakin Said’in seküler hümanist bakışından dolayı Şarkiyatçılık’ın temsil ettiği eleştirel çizginin Batı dediğimiz söylemsel yapıyı yeterince soruşturma konusu edinemediğini de kabul etmek gerekir.
Siyasal ilahiyat
Diğer yandan Talal Asad’ın antropoloji disiplini içinde sekülerlik ve din konularını ele alan çalışmaları da sekülerleşmenin ‘Hıristiyani pratiklerin içinde barındırdığı teolojik vasattan ayrılması zor olan’, hatta Hıristiyanlık ile birlikte gelişen bir süreç olduğunu ortaya koyar. Anidjar’a göre, bilimsel bilginin bir nesnesi olarak ırkçılık ulusalcılık gibi sekülerleşmenin bir paradigmatiğidir; ama ırkçılığı tasvir etmekte başarısız kalır çünkü, ırk ile din arasındaki ayrımın kendisi bizatihi bunların ‘oluşturulma tarihi’nin bir etkisidir. Carl Schmitt’in bilinen ‘siyasal ilahiyat’ tanımını özellikle ‘Hıristiyan sorunu’nu vazedebilmek üzere yeniden biçimlendiren, yeniden kuran Gil Anidjar modern dünyanın tüm anlamlı kavramlarının akışkan bir hale getirilmiş teolojik kavramlar olduğunu ileri sürüyor kitabında. Yani modern dünyada hem Hıristiyan teolojisinin önemli kavramları dolaşımdadır, hem de bu kavramlar içerdikleri akışkanlıkla siyasal bir kabullenmeyi yansıtmaktadır. Kitaba yazdığı kapsamlı giriş yazısında mütercim Ahmet Demirhan bu iki kavram aracılığıyla kitaptaki tezlerin felsefeden edebiyata, tıptan tarihe, bilimden hukuka, siyasetten ekonomiye birçok alanda ileri sürülmesine, etki ve sonuçlarına şahit olduğumuzu ifade ediyor.
Okunması epey güç, battal dilli, ağır bir kitap Anidjar’ın kitabı. Bu kısmen ele aldığı konudan, yani din, ulus, devlet gibi kavramların Batı Hıristiyanlığının başta tarihsel-siyasal ilahiyatında olmak üzere, ekonomiden tıbba farklı alanlardaki anlamsal dönüşümlerinin izlenmesindeki battallıktan, kısmen de bu dönüşümleri izlemeyi imkan tanıyacak üslubun mecburen kısmi ve parçalı bir bütünlük oluşturma zorunda kalışından kaynaklanır. Antik Yunan’dan Pavlus’a, Augustine’den Derrida’ya, Hobbes’tan Agamben’e,Shakespeare’den Schmitt’e, Hegel’den Freud’a, Jacob Taubes’ten Franz Rosenweig’e yürütülen bir tartışmada günümüz sosyal bilimleri için temel nitelikte sayılan çalışmaların da hasar görmemesi imkansızdır. Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler’i, Michel Foucault’un Cinselliğin Tarihi, Marshall Berman’ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’u taşıdıkları ana tezler bakımından Anidjar’ın bakış açısından epey olumsuz etkilenecektir.

7 Kasım 2018 Çarşamba

Kant görme biçimlerimizi nasıl etkiledi?

Antik Grek dünyasından modern zamanlara, felsefeye tarihindeki en önemli kırılmayı yaşatan isim olarak görülebilir belki Immanuel Kant. Kant’ın 1781 yılında yayınladığı Saf Aklın Eleştirisi adlı kitabının gerçekleştirdiği ‘Kopernik Devrimi’nin Platon ve Aristoteles’ten kaynaklı geleneksel metafizik geleneğin tüm yapılarını çözdüğünü, eleştirdiğini ifade edebiliriz. Geleneksel metafizik, hissedilir dünyayı duyusal algıların konusu olarak ele almaz. Metafizik, zamana tabi olmayanı, değişmeyeni, baki kalanı, düşünülebilir dünyayı nesne edinir; böylelikle, değişime tabi olanların ilkelerini bulmaya yönelir. Bunun yolu da, ilk ilkeleri aracılığıyla algıları aşarak zamana tabi olmayan nesneleri zihni bir görmenin, temaşanın aracılığıyla seyirdir.
Transandantal hakikat
Kant’ın ‘zaman’ı varlığın bir hali olmaktan çıkartarak ‘ben’in ve ‘ben’in zihninin bir formuna dönüştürmesinin tüm metafizik tarihinin en önemli kırılma anlarından birine tekabül ettiğini savlayan Gözkan, bu teşebbüs sonucunda tüm bilginin zorunlu olarak zamansal olduğu; geleneksel metafiziğin zamana tabi olmayan, zamana ‘aşkın’ varlık tasavvurunun ve dolayısıyla aşkın bir hakikatin bulunuşunun tümüyle reddedildiği bir anlayışın ortaya çıktığını belirtiyor. İnsanın düşünmesinden bağımsız bir hakikatin bulunmadığı, hakikatin insanın kendi faaliyetlerinin bir sonucu olduğu, bilimsel metafiziğin ödevinin de bu ‘transandantal hakikat’in araştırılması olduğu şeklinde son derece keskin sonuçları bulunan bu anlayışın başka bir önemli sonucunu da ahlakın dayanağı noktasında görürüz. Bu anlayışa göre, ahlakın yegane dayanağı artık insandır; hiçbir aşkın ya da teolojik referansa ihtiyaç duyulmaksızın ahlak yasaları insanlar tarafından formüle edilebilir.
Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’yle gerçekleştirdiği köklü dönüşüm sonrasında Fichte, Schelling ve Hegel ile anılan Alman idealizminin; Hegel sonrasında Marx’ın, Marx sonrasında Franfurt Okulu ve hatta Habermas’ın; Husserl’in fenomenolojisinin, Russell, Wittgenstein ve Viyana çevresinin, kısaca modern felsefi yaklaşımların soykütüğünde bu köklü dönüşümün izleri daha rahatlıkla anlaşılabilir.
Felsefi düşünmenin tarihi içinde Kant’ın konumunun istisnailiğine işaret eden H. Bülent Gözkan kitabında, Kant’ın kendinden önceki tüm felsefi geleneği, farklı tavır ve anlayışları eleştirerek, tersine çevirerek bu geleneğin kavramlarını kendi düşünme çabası içerisine nasıl dahil ettiğini, sonuç olarak varlığı, varolanları, doğayı, Tanrı’yı, insanı ‘görme’ biçimlerimizi ne şekilde değiştirdiğini anlamaya çalışıyor.

31 Ekim 2018 Çarşamba

Eleştiriden kaçmak mümkün mü?

Özellikle muhafazakar edebiyat çevrelerinde son dönemlerde yaygınlaşan bir tartışma konusu bu: Seküler çevrelere karşı anlaşılmaz ve sebepsiz bir kompleksin hissedildiği, bu çevrelerin yayınevleri sözkonusu olunca edebiyat dünyasında akan suların durduğu, bu durumun da birçok iyi ve başarılı kitabın okunmasına ve onların yazarlarının duyulmasına engel olduğu şeklinde dile getirilen bir görüş. Bu görüşün mütemmim cüzlerinden biri de seküler çevrelere ait kitabevi, yayınevi ve dergilerde muhafazakar isimlere karşı adı konmamış bir boykotun hüküm sürdüğüdür.
Sık sık yakınımızda olanı görmekte güçlük çektiğimiz, uzaktan gelen davulun sesini hoş karşıladığımız birçok bakımdan doğru deyişler. Ancak edebi beğeniler bakımından yakın ya da uzak arasındaki ilişkileri belirleyecek eleştirel bakış eksikse, yani işin içine başka birtakım saikler giriyorsa durup düşünmek lazım. Zikrettiğimiz görüşte elbette katıldığımız birçok yön olduğu kadar katılmadığımız, yanlış bulduğumuz bazı yönler de var. Bu yazı katılmadığımız bu yönleri dile getirerek katıldığımız yönlere ilişkin yargıların nasıl değerlendirilebileceğine ilişkin bir murakabe çabası olarak okunmalı. Zikrettiğimiz görüşlerde katılmadığımız veçheler, katıldığımız veçhelere dair söylenmesi gerekenleri de ortaya çıkaracak umudundayız.

Bu kertede sorunun ilkin Türkiye'deki edebi ortamın çok parçalı oluşundan kaynaklandığı savlanabilir. Türkiye'de edebi ortam çok parçalıdır; bu böyledir, çünkü her ne kadar "milletin bölünmez bütünlüğü"ne dair öteden beri kanıksadığımız siyasal bir vurgu başatsa da milleti oluşturduğu savlanan toplumsal grup, öbek, zümre ve sınıfların farklı kültürellikler, farklı zamansallıklar, farklı siyasallıklar, farklı tavırlar, inançlar ve değerlere de sahip olduğunu bilmekteyiz. Bütün bu farklı kanallardan akıp gelen derelerin edebiyatın ana ırmağında nasıl kaynaşıp bütünleştiğini ya da ne tür çatallanmalara yol açtığını soruyoruz. Edebiyatın kendi mecrasındaki bir çatallanma mı bu, yoksa başka mecralardan kaynaklı bir çatallanma mı?
Siyasal ve kültürel bakımlardan seküler çevrelerle muhafazakar çevreler arasında yaşanan çekişmelerin edebi ortamın parçalanmasındaki rolünü inkar etmek gerçekten çok güç. Bununla birlikte insanlar sadece siyasal, kültürel bakımlardan değil, edebi bakımdan da kulak kesildikleri dünyaların dışında kalan dünyalara karşı yer yer sağır, yer yer kör olmayı tercih edebiliyorlar. Ama bu durum, içinde yer almayı tercih edip benimsediğimiz tarafın hemen her verimini olumlamamız gerektiği anlamında yorumlanırsa hata edilir. Çünkü "seküler-muhafazakar" ayrımlaşmasının en azından edebi anlamda herhangi bir mesnedi yahut sebebi yoktur. Bu ayrım tamamen kültürel-siyasal bir ayrımdır. Bu ayrımı edebi eserler alanında üretmeye, oluşturmaya çalışmanın akla uygun herhangi bir izahını bulmanın da güç olduğu ayrıca belirtilmeli.

Peki yine de bu kültürel-siyasal ayrımın edebi alandaki ayrımlara karşılık gelen bir yanı yok mudur? "Seküler-muhafazakar" şeklinde nitelediğimiz ayrım edebi alana nasıl sirayet eder? Hangi yol ve dolayımlar bu sirayette etkindir? Bu sorulara karşılık olarak üretilmiş bir kavramdır belki "edebi cemaat"ler deyimi. Herhangi bir edebi cemaate intisap etmenin yazarın tanınmasına katkı yaptığı, üretilen edebi eserin alımlanışını kolaylaştırdığı yaygın bir kanaattir. Herhangi bir edebi cemaate kapılanmadan yazdıklarının daha geniş kitlelere ulaşamayacağını düşünen yazar sayısı çoktur. Buna karşın, yazmak tabii ki yalnız yapılan bir iştir, ama bu sizin yine de bir "edebi cemaat" içinde olmadığınızı göstermez. Doğrusu, zannedilenin aksine bir "edebi cemaat" içinde olmak ne okunurlukta bir artış sağlar, ne de onu azaltır. Bu konuda karşılaşılan sorunların aslı astarı edebi eylemin özüne dayanır. Ve edebi eylemin özünü, yani 'eser'i sırf yazar ile, yazarın kendi tutumu ile sınırlamaya çalışmak yersizdir. Okur ve ortam yoksa edebi eylem ve eser de yoktur. Edebi cemaat yoksa yazar da yoktur. Bunların varlıkları kadar, yoklukları da karşılıklı birbirini belirler. Demem o ki, edebi eser ne yalnız yazarla başlar, ne de okurun okuma edimiyle biter.
Diğer yandan okurun algısı, tercihleri, seçimleri vb. de 'yapılan', 'üretilen' bir hamuledir; bu hamule üzerinde okurun kendi kültürü ve içinde yer aldığı edebi ortam kadar diğer toplumsal alanlardan, bilhassa medyatik unsurlardan kaynaklı birçok sosyopolitik ve sosyokültürel etkinin iş başında olduğuna işaret edilmelidir. Bu noktada herhangi bir edebi eserin üretiminin, yazar/şairden mecraya, mecradan okura ve ardından oluşturduğu tepkilere kadar bir yığın faktörle birlikte ele alınması elzem bir süreç olduğunu vurgulamak doğru olacaktır. Doğru ya da yanlış, ne dersek diyelim, bazı edebiyatçılar bu sürecin her yerinde olabilir, bazıları bu sürecin birçok kertesine dahil olsa da  sürecin tamamında görünmeyi seçmeyebilir, başka bazıları da belirli bir kerteden ötesiyle ilgilenmez. Ama edebi üretim sürecinin her kertesinin o sürecin üretilmesinde etkin olduğu  açıktır.

Bu süreçte, yani herhangi bir edebi eserin gerek oluşumundan gerekse sunumuna dek üretimin her aşamasında, bu üretimin hemen her kertesinde belirgin iktidar dispozitifleri de devrededir. Bu dispozitiflerin kimine eserin üretilme aşamasında, yani edebi cemaatler, kamular arasındaki rekabetlerde denk geliriz, kimine ise eserin tüketimi aşamasında, yani okunma ve eleştirilme safhasında. En nihayetinde 'edebi eser'in nasıl tanımlanacağından nasıl alımlanacağına kadar süren bir edebi, sosyokültürel ve sosyopolitik mücadele varittir. Sözgelimi 1940'larda gündelik gazetelerde çizilen karikatürler aracılığıyla yazdığı şiirlerle dalga geçilen Asaf Halet Çelebi, 1980'lerden itibaren Türk edebiyatında yoğun bir biçimde  okunan bir şaire dönüşmüşse durup düşünmeli, acaba bunun sebebi neydi? Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat ile Melih Cevdet Anday üçlüsü ile ortaya çıkan Garip şiirinin 1940'lı yıllarda kazandığı başarıda dönemin etkin iktidar aygıtlarının, yürürlüğe sokulan dil anlayışlarının etkisinin olmadığı söylenebilir mi? Garip şiirinin başarısı sırf edebi işlevler dolayısıyla mı? Elbette değil, ancak bu şiirin başarısını da tamamen o dönem etkin olan şiir dışı iktidar aygıtlarının sağladığı iddia edilebilir mi?
Sırf birtakım kişisel ve 'ideolojik' yakınlıklara, dolayısıyla 'ilişkisel' ayrımlara yaslanarak 'edebi kamular' belirlemek ve/veya inşa etmeye çalışmak elbette büyük bir hatadır. Bu ilişkisel ayrımlardan çok daha önce, bizatihi edebiliğin parçalı da olsa kendine has bir kamu oluşturduğunu görmek gerekir. Edebi kamuların sosyokültürel ve sosyopolitik alanlarla bağlarının olduğu şüphe götürmez, ancak bu bağların edebi süreçler üzerindeki etkinliklerinin edebi eserlerin ve üretimlerin dolayımından geçmesi gerektiği de şüphe götürmez.

Yazımızın başında sözünü ettiğimiz görüşe dönelim. Edebiyatçılarımız görebildiğimiz kadarıyla sözünü ettikleri komplekslerin büyük kısmını muhafazakar "okur"lara isnat ediyorlar her nedense. Haklarının yendiğini düşünüyorlar okurlara atfettikleri bu kompleksler yüzünden. Birçok iyi kitabın, iyi yazarın yeterince okunmadığı, yeterince üzerinde durulmadığı, eserlerinin gündeme getirilmediği, muhafazakar yayınevlerinin yayınladığı edebi eserlere ilişkin okur ilgisinin istenen düzeye erişmediği şikayetleri de kolaylıkla yükseliyor bu sebeple.
Oysa aynı komplekslerden bazılarının -ne yazık ki- edebiyatçılarımızın bizzat kendilerinde olduğunu da söylemek gerekiyor. Sözgelimi 2000'li yılların başında bir öykücümüz muhafazakar bir yayınevinden çıkan ilk kitabının yeterince dağıtılmadığını, depoda çürütüldüğünü; oysa seküler bir yayınevinden çıkan başka bir öykücünün kitabının hemen her kitabevinde rahatça ulaşılabilir bir konumda olduğunu iddia etmiş ve sonradan da kitaplarını o cenahtan yayınevlerinde yayınlamayı tercih etmişti. Yine başka bir öykücü arkadaşımız yine bir muhafazakar yayınevinin kendi kitabı yerine başka bir öykücünün kitabını yayınlamayı tercih etmesine bozulmuş, hatta buna içerlemişti.
Aradan geçen 20 yıla yakın süreye ve bu süre zarfında yaşanan siyasal, kültürel, edebi değişime rağmen şikayet mevzuu konular ve kompleksler aynı şekilde duruyorsa söylenmesi gereken şey açık değil mi? Sırf okurlarda değildir o şikayetlere sebebiyet veren sıkıntı ve sorunlar. Başta muhafazakar yazarlar olmak üzere "mecra"nın kendi üstüne düşen birçok vazifeyi yerine getirmeyişi bu türden sıkıntı ve sorunların devamına yol açmaktadır. Sorun toplumsal, siyasal, kültürel boyutlara da ulaşıyorsa sebebi belli değil mi? Edebiyattan siyasete kaptırıldığı varsayılan muhafazakar yazarların kendi geçmişlerine borçlarını ödemediği ortada değil mi? Öyleyse asıl ayrımı siyaset ile edebiyat arasında çekmek gerekmiyor mu? Birtakım siyasal/kültürel ayrımları edebiyat sahnesine taşıyarak sorunları çözmeye çalışmanın herhangi bir getirisinin olmadığı görülmeyecek mi?
Bu yüzden başarılı eserlerin okur tarafından gerektiği kadar takdir görüp ödüllendirilmediği, muhafazakar isimlere, kitaplara seküler çevrelerin kitabevlerinde/yayınevlerinde adı konmamış bir boykot uyguladığı doğru olsa da  bu akıl yürütüş şeklinde ve şikayetlerde sürekli eksik bir şeylerin kaldığını görmek gerekiyor: Şikayet sahibi muhafazakar yazarlar; gerek edebiyatla, gerek üstlendikleri edebi işlevle gerekse kendi okurlarıyla ilişkilerinde yetersiz kaldıkları yanların hesabını kendi dışlarındaki birtakım çevrelere kesmeye bayılıyorlar. Üstlerine yazılmış sorumluluklardan kaçmanın kolay yolu belki bu. O sorumlulukların en başında da "Aaa, bu ne kadar başarılı bir kitapmış!" demek değil, "Aaa! Edebiyat bu değil!" diyebilmek gerekiyor, eleştirmeye cür'et etmek gerekiyor. En çok da mahalleyi eleştirmek gerekiyor. (Fayrap, Ekim 2018)

İnsan, toprak, zaman üçlüsü ve din

Türkçeye 1960’lı yıllarda çevrilen kitaplarıyla tanınan Malik Bin Nebi, 20. yüzyılda yetişmiş önemli Müslüman mütefekkirler arasındadır. Cezayir’in Fransız sömürgesi olduğu bir dönemde doğup büyümesi, sömürgeciliğe karşı fikri çözümleme ve mücadeleleri ile 1963’te Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasının ardından ülkesine dönerek verdiği eğitim çabasıyla tanınan Malik Bin Nebi’nin bütün hayatı boyunca sızısını çektiği en önemli konunun Müslüman toplumların modern dünyada içinde bulunduğu sorunlar ve bu sorunlara yönelik çözüm yolları olduğu söylenebilir.
Malik Bin Nebi, her toplumun probleminin içinde bulunulan medeniyetin problemi olduğuna dikkat çeker; ona göre, Müslüman toplumlar kendi hastalıklarına deva bulma amacıyla Batı medeniyetinin eczanesine girmiş, bu eczaneden edindikleri çeşitli haplar aracılığıyla kendi hastalıklarını iyileştirmeye çalışmıştır. Kimi zaman okuma yazma problemlerine, kimi zaman emperyalizme karşı direnç verici haplara, kimi zaman da fakirliği yenecek reçetelere Batı eczanesinden bir karşılık arayan Müslümanların kendi hastalıklarını doğru teşhis etmedikleri için edindikleri bu ilaçlar da dertlerinin artmasından başka bir sonuç üretmemiştir.
‘Meta-teorileştirme’
1940’lı yıllardan 1973’teki ölümüne dek çok sayıda kitap ve makale yazarak tarih felsefesi, sosyoloji, sosyal ve tarihsel değişim, kültür ve medeniyet sorunlarına kafa yoran Malik Bin Nebi’nin düşüncelerinin ana konusunu genel olarak medeniyet araştırması ve İslam medeniyetinin mevcut durumunun nasıl iyileştirilebileceği sorusu oluşturur.
Malik Bin Nebi’nin mücadelesi ve eserlerinde onun medeniyet teorisinin tuttuğu merkezi yeri sosyolojik bir bakışla ele alıp kavramaya uğraşan Bedran Bin Lahsen, George Ritzer’in ‘meta-teorileştirme’ yaklaşımını yöntem olarak kullanarak medeniyet kavramının Batı’da ve İslam dünyasındaki farklı kullanımlarını irdeliyor. Lahsen’e göre, medeniyet kavramının yöresel veya bölgesel bakış açılarıyla değil, evrensel ve bütüncül bir bakış açısıyla ele alınması gereklidir.
Malik Bin Nebi’nin medeniyet hakkındaki düşüncesinin düzenli bir bütünlük halinde olduğunu kaydeden Lahsen, onun medeniyet anlayışının nasıl formüle ettiğini, bu anlayışı geliştirirken etkide bulunan faktörleri ele alıyor. Özellikle sömürgeden kurtuluş ve bağımsızlaşma sürecinde yaşamış olan düşünürün olaylar ve şartlar karşısındaki tutumunu tespit ederek Malik Bin Nebi’nin medeniyet teorisini oluşturan sürecin bir analizini deniyor. Lahsen, onun medeniyetini şöyle tanımladığına dikkat çekiyor: “Verili bir topluma, her bir üyesine, çocukluktan ahirete geçişine kadar varoluşunun her aşamasında, bir aşamadan diğerine gelişerek geçmesi için gerekli tüm sosyal yardımları verme imkanı sunan maddi ve manevi şartların toplamı.” Kendisinden yaklaşık 600 yüzyıl önce Kuzey Afrika’da yaşamış İbn Haldun’un yaklaşımlarını hatırlatacak şekilde medeniyeti “insan, toprak ve zaman” üçlüsüne ‘din’in, bu üçlünün birbirine tam uyum sağlaması ve yeni bir sentez oluşturulabilmesi için katılımı olarak addeden Malik Bin Nebi’nin düşünce dünyası hakkında yapılmış ilk ve özgün bir çalışma olması hasebiyle de Lahsen’in kitabı ayrı bir değer kazanıyor.

30 Ekim 2018 Salı

Muallim-i Evvel'in Metafizik'i


En gözde tilmiz ve öğrencilerinden biri olduğu hocası Platon'la birlikte antik çağın iki önemli dehasından biri kabul edilir Aristoteles. Organon adlı eseriyle mantık biliminin, Poetika ile şiir sanatının, Retorik ile ikna etme tarzlarının temel ilkelerini vaz eden Aristoteles'i gerek İslami Doğu gerekse Hıristiyani Batı'da düşünce dünyasının vazgeçilmezi kılan ise Metafizik adlı eseridir. Eğer felsefenin gerçek anlamda kurucusunun,  yani bekçisi ve babasının Platon olduğu doğruysa, Aristoteles de bilimin kurucu öncüsü, onun bekçisi ve babasıdır. Platon'un öğretisini "kendisi bir din olmaksızın dine en yakın olan felsefe" olarak niteleyen Etienne Gilson'a uyarak Aristoteles'in öğretisini de "kendisi bir bilim olmaksızın bilime en yakın olan felsefe" olarak adlandırmak mümkündür. Belki de Platon-Aristoteles ikilisinin birlikte düşünülmesiyle birlikte "felsefe-bilim"in de mümkün olduğu söylenmelidir.
Milattan önce birinci yüzyılda Rodoslu Andronikos adlı bir takipçisinin, Aristoteles'in öğrencilerine verdiği dersleri belli bir tertiple bir araya getirerek oluşturduğu külliyatta doğa bilgisi derslerinden sonra gelen on dört kitabına Yunanca "Meta ta phusika" demesi dolayısıyla Metafizik ismi verilen bu metinler toplamı "ilk felsefe"yi soruşturur hep. Platon'un Diyaloglar'ı gibi kamuya açık, edebi eserlere nazaran akromatik, öğrencilere, bağlılara, tilmizlere yönelik bir metin olan ve bu niteliğiyle edebi bakımdan değil de kavramsal bakımdan düşünülmeyi gerektiren Metafizik, -öğrenci notlarından ve Aristoteles'in dersler sonrası oluşturduğu metinlerden bir araya getirildiği için belki- tamamen işlenmemiş, müphem bırakılmış, ya da yarım kalmış kısımlar da içerir. Bu ön dört kitabın kendi içindeki sıralanış biçimi de üzerinde durulmayı hak eden bir öneme sahiptir. Günümüzdeki doktora tezlerinin biçimlenişine kadar uzanan bir sıralama hakimdir esere.  Ele alacağı konunun belirtilmesi, bu konuda önceki görüşlerin özetlenmesi, kaynak eleştirisi ve tezde peşi sürülecek görüşün tebellür etmesi bu sıralamanın ana çatısıdır.
Eserinde "varlığın bilimi"ni soruşturur Aristoteles ve bu bilim için aralarında herhangi bir ayrım yapmaksızın bilgelik, felsefe, ilk felsefe, ontoloji, teoloji deyimlerini kullanır. Görülebilen, dokunulabilen doğanın gerisinde bir de görünmeyen ve dokunulamayan bir doğa da vardır Aristoteles'e göre. İşte "ilk felsefe" ya da daha sonraki adıyla metafizik bu sonraki doğayla ilgilenir ve nihai nedeni bulgulamaya çalışır. Yine de bu bilime ad olarak seçilmiş metafizik deyişinin 12. yüzyıldan beri kullanılmaya başlandığını da zikretmeliyiz. Eserinde Aristoteles ilk nedenin, varlık olarak varlığın, dünyadaki bütün hareket ve her türlü formun nedeni olan başsız, sonsuz, gayri maddi ve hareketsiz olanın araştırılmasını amaçlar. O nedenle de ona göre metafizik bütün bilimlerin en değerli olanı ve en kapsamlısıdır. Nedenlerin saf bilgisi olarak metafizik bir medeniyetin en son ve en yüce ürünüdür, çünkü  daha sonraki pratik amaçlarla ilgilenmek yerine bilgiyi bizzat kendisi için arar. Bir anlamda metafizik, Aristoteles için en mükemmel şekliyle bilgeliktir.
Aristoteles''in ve Aristotelesçiliğin antik çağ boyunca Platon ve Platonculuk kadar önemli addedilmediğini söyleyebiliriz. Bilhassa Platonculuğun ve Neo-Platonculuğun erken dönem Hıristiyan düşüncesindeki yeri ve önemiyle kıyaslanamaz bir konumdadır Aristoteles ve okulu. Ahmet Arslan hocanın deyişiyle "Aristoteles'in yeniden keşfedilmesi ve felsefe tarihinde hak ettiği yeri kazanmasında başta İbni Rüşd olmak üzere Ortaçağ Müslüman filozoflarının ona karşı gösterdikleri ilgi büyük rol oynamıştır. Ortaçağ'da İslam dünyasında gelişen ve belli başlı temsilcilerini Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd'ün meydana getirdiği Yunan tarzı felsefe hareketi esas itibariyle Yeni-Piatoncu unsurla da beslenen bir Aristotelesçilik olmuştur. İslam dünyası aracılığıyla Aristoteles'i keşfeden veya yeniden keşfeden geç Ortaçağ Hıristiyan felsefesi Batı'da, Aziz Thomas ve onun Hıristiyanlıkla Aristoteles'i birleştirmesi sayesinde, Aristoteles'i o zamandan bu yana gitgide artan bir ilginin konusu kılmıştır."
İbn Sina'nın biyografisini yazan el-Cüzcani'nin aktardığına göre, Şeyh'ur-Reis hemen birçok ilimde üstadlık seviyesine geldikten sonra 40 kez okumasına, hatta ezberlemesine rağmen metni bir türlü kavrayamadığını, ancak Farabi'nin bu eser üzerine yazdığı bir risaleyi okuyunca esere nüfuz ettiğini anlatır. Klasik İslam düşüncesinin Muallim-i Evvel (İlk Öğretmen) olarak gördüğü Aristoteles'e kıyasla Farabi'nin Muallim-i Sani (İkinci Öğretmen) addedilmesinin sebebi Aristoteles'in eserlerine ilişkin bu yorum gücüdür. En önemli Metafizik şarihlerinden biri addettiğimiz İbn Rüşd, mantık, fizik ve metafizik hakkında Aristoteles'ten önce yazılmış eserler hakkında söz açılmasının gereksiz olduğunu düşünmektedir, çünkü bütün bu eserler Aristoteles'in eserlerinin gölgesinde kalırlar.
Kant'tan beri metafizik olarak tabir olunan duyular, görüler üstü ve fizik ötesi alemi elimine etmeye çabalayan modern düşüncenin ve modern bilimin temellerinde yine de Aristoteles'in öne sürdüğü şekliyle metafizik bir bakışın, tercihin ya da "kuvve"nin arta kaldığı söylenebilir. (Cins, Ekim 2018)

23 Ekim 2018 Salı

Babanzade’nin fikir dünyası

Modernleşme dönemi Türk kültürü ve düşüncesinde Darülfünun gerek pozitif gerekse beşeri bilimler alanlarında kurucu ve öncü bir niteliğe sahiptir. Modernleşme etrafında gelişen tartışmalarda birbirinden farklı görüşleri yansıtan bir odak olan Darülfünun’un Felsefe Bölümü’nün özel bir yere sahip olduğu söylenebilir. Gerek Batı felsefesi ve bilimine karşı gerekse felsefe tarihi ve felsefe dili vb. daha özgül odaklı meselelerde takınılacak tavırlar bakımından bu bölümün II. Meşrutiyet devrinden 1933’teki Üniversite Reformu’na kadar uzanan süreçte önemli hocalarından biridir Babanzade Ahmed Naim. Vefatının 80. yıldönümü dolayısıyla Babanzade Ahmed Naim’in hayatı, eserleri ve fikirleri etrafında 2014’te Zeytinburnu Belediyesi tarafından düzenlenen panele dayanan ve editörlüğünü İsmail Kara ile M. Cüneyt Kaya’nın yaptığı Babanzade Ahmed Naim adlı kitap, Babanzade’nin fikir dünyasının farklı veçhelerini anlamaya ve ayrıntılarıyla ortaya koymaya yönelik çalışmalar kadar bizzat Babanzade’nin yazdığı bazı makalelerin de çevrimyazı usulüyle günümüze aktarılmış halini içeriyor.
Felsefe dili
Kitapta yer alan makalesinde Üniversite Reformu yoluyla emekliliğe sevk edilen Babanzade Ahmed Naim’i Türkiye’de modern felsefenin kurucu aktörlerinden biri olarak değerlendiren Prof. Dr. Ali Utku, doğrudan bir felsefeci olmasa da onun felsefe sözkonusu olduğunda öncü bir isim olduğunu kaydediyor. Utku’ya göre Babanzade Ahmed Naim sözkonusu olduğunda, Batı felsefesiyle karşılaşma bakımından daha önemli ve belirleyici olanın onun İslamcı kimliği çerçevesinde medeniyetteki sürekliliği esas alan, bu tavırla şekillenen tercih ve temayülleri olduğunu da belirtiyor. Ali Utku, Batı felsefesinin alımlanması ve felsefe dili ve terimleri konusunda Babanzade Ahmed Naim’in tercih ve temayüllerinin sadece bilimsel ya da felsefi bakımdan değil, tarihsel, politik ve kültürel rezervleriyle de anlaşılması, yorumlanması ve tartışılmasının gerekli olduğunu düşünüyor.  Babanzade Ahmed Naim’in kadim kültürümüz hakkında sahip olduğu engin birikim sayesinde felsefi meseleleri hem içerik hem de dil açısından son derece dikkatle ele aldığı, bunu yaparken de yerli duruşundan hiçbir zaman taviz vermediğini ifade eden Prof. Dr. M. Cüneyt Kaya ise böylelikle onun Batı felsefesiyle nasıl diyaloğa geçilebileceğinin müşahhas örneklerini sunduğu kanaatini dile getiriyor. Ahmet Naim’in felsefi çalışmalarına yön veren saikleri irdelediği makalesinde Kaya, ilk saiki materyalist ve pozitivist cepheden gelen ve bilimsel gelişmelerle de desteklenen sert eleştiriler karşısında felsefenin hâlâ kendisine özgü araştırma konuları olan bir etkinlik olduğunu ortaya koymak şeklinde belirliyor. Onun felsefe çalışmalarını belirleyen ikinci saikin ise modern felsefe terimlerini Türkçeye aktarma konusundaki gayreti olduğunu savlayan Kaya’ya göre, o, felsefe alanında yapılması gerekeni öncelikle kadim olanın keşfi olarak belirler. Bu keşif felsefi kavram ve problemlerin bizim dünyamızdaki sürekliliğini tespite öncelik tanıyarak, “yeni şeyler ortaya koyma”ya da alan açar. Kitapta ayrıca İsmail Kara, Halit Özkan, Muhammed Masum Şenburç ve Ali Benli’nin felsefe, hadis, hadis usulü, milliyetçilik, Arap dili ve edebiyatı gibi konularda Babanzade Ahmed Naim’in dile getirdiği görüşleri irdeleyen makaleler de yer alıyor.

18 Ekim 2018 Perşembe

Bir eşik düşünürü olarak Gazzali

Ebu Hamid El-Gazzali, modern zamanlarda gerek oryantalistlerin gerekse modernist yorumcuların eleştiri oklarına hedef olur. Bilhassa Doğu’nun Batı’dan farklılığının dinsellik değil, hukuk anlayışındaki noksanlık, sabit bir doğal düzen olmayışı, dolayısıyla doğal hukuk yaklaşımlarının bulunmayışı olduğunu öne süren MacDonald’dan Gazzali’yi üç ana teolojik ve felsefi sistem (İslam, Hıristiyanlık ve Neoplatonizm) arasında konumlayarak ele alan, hatta Gazzali’nin teolog olarak Müslüman, bilim adamı olarak Neoplatoncu, ahlakçı ve mistik olarak ise Hıristiyan addedilebileceğini ileri süren Hollandalı oryantalist Wensinck’e kadar 19. yüzyıldan 20. yüzyıla etkin olmuş birçok oryantalist ismin ve modernleşme-Batılılaşma taraftarlarının İslam medeniyetinde felsefi düşüncenin durağanlaşıp gerilemesinde Gazzali’yi suçlu gösterdiklerini görürüz.
Yine Gazzali’ye yönelik olarak çağdaş Arap milliyetçiliği ve çağdaş İslam düşüncesi içinde de birçok ilginç, ilginç olduğu kadar da tartışılması o kadar gerekmeyen düşünce vardır. Bunlardan en ilgincini ise elbette Faslı düşünür Muhammed Ebid el-Cabiri ifade eder: “Şayet Gazzali var olmasaydı sizce Gazzali’den sonra Arap-İslam medeniyeti nasıl olurdu? Gazzali hiçbir şey yazmamış olsaydı Arap-İslam medeniyeti ne kaybederdi?” Gazzali’ye yönelttiği felsefi eleştirisinde onun naturalist ontolojiyi tanrıcı bir oluş teorisiyle ikame ettiğini ileri süren Cabiri, rasyonalist epistemolojilerin bundan büyük zarar gördüğü sonucunu ileri sürer. Cabiri’nin Gazzali’ye yönelttiği eleştirilerin hattında konumlanan Mısırlı düşünür Hasan Hanfi’ye göre de “Gazzali mantığın hür ve sağlıklı kullanımın karşısındaki dikilen duvarın merkezinde”dir.
Soru-cevap arkeolojisi
Hakkında yapılan bu çağdaş yorumlara karşı Gazzali sadece Sünni ve Şii yorumlarını değil, Yahudilik ve Hıristiyanlığın teolojilerini de derinden etkilemiştir. Sözgelimi Yahudiliğin en önemli teologu İbn Meymun Aklı Karışıklar İçin Kılavuz’unda tamamen Gazzalici görünür, Gazzali’nin Hıristiyan teolojisi üzerindeki iz ve etkileri Aquinalı Thomas’a kadar uzanır.
12. yüzyılda yaşamış Gazzali’nin ve bıraktığı mirasın gerek gelenekte gerekse şimdi pozitif ama eşit olmayan alımlanışının onun zengin fikri repertuarıyla alakalı olduğunu düşünen Güney Afrikalı yazar İbrahim Musa, Gazzali ve İmgelem Poetikası adlı kitabında Gazzali’nin bir “dehliz” (eşik) düşünürü olduğunu ileri sürüyor. Dehliz kavramını işleyen ve böylelikle çağdaş İslami söylemlere bir kapı aralamaya çalışan İbrahim Musa, böylelikle geleneksel olan ile modern olanı buluşabileceği söylemsel bir mekan oluşturma gayretinde. Gazzali’nin soru ve cevaplarından daha önemli gördüğünün soru-cevap arkeolojisi olduğuna dikkat çeken Musa bu amaç için, Gazzali’nin paradigmatik ve yaratıcı bir düşünür olarak bize sunduğu bilgi arkeolojisinin hatlarını çizmeye çalışıyor. Çok sesli, hareket, buluş, oyunbazlık ve keşfi teşvik eden bir diyalogla Ebu Hamid el-Gazzali’ye diyalojik bir karşılaşma arayan İbrahim Musa’nın kitabının tercümesi ise içerdiği mebzul miktardaki dizgi hataları ve tercüme tercihleriyle okunması son derece zahmetli bir metin olarak görünüyor.

14 Ekim 2018 Pazar

Kültürün ihtiyacı: Yönetici zekâ

İstanbul’da, Koç Üniversitesi’nde açılan Çatalhöyük sergisi Konya’nın kültürel anlamda yaşadığı acziyeti göstermesi bakımından önemli.
Türkiye’deki arkeolojik SİT alanlarının yüzde 40’ı Konya’da, Çatalhöyük kazıları 50 yılı aşkın bir süredir Konya’da sürdürülüyor, ama henüz bu kazılarla ilgili herhangi bir sergi bile açılmış değil şu şehirde.
Türkiye’nin bana kalırsa en önemli Eski Çağ Tarihi Uzmanı Konya’da yaşıyor, Prof. Dr. Hasan Bahar.
Hasan Bahar beyin de belirttiği gibi dünyada Anadolu neyse, Anadolu’da da Konya öyle.
Konya’nın tarihsel dönemlere göre azalıp çoğalıyor bu önemi. Ayrıca sırf fiziki arkeoloji değil, kültürel arkeolojide de Konya'nın önemi büyük. Osmanlı felsefe-biliminin kökleri Konya’da, tasavvuf düşüncesinin üstadları bir şekilde Konya’yla birlikte anılıyor.
Tarihsel ve jeo-stratejik önemi de büyük Konya’nın. Sözgelimi neolitik dönemde, Hititler döneminde ve Selçuklular’da Anadolu’nun merkezi Konya. Peki, ama şu an nerede? Siyasette ve ekonomide tamam kıyılardayız. Ya çokça övündüğümüz kültürde yerimiz neresi? Kendimizi gördüğümüz yere layık mıyız?
Bütün bu saydığımız hususların önemini kavrayabilecek yönetici zeka eksikliği çekiyoruz. Maalesef durum bu.
Kültüre yön vermesini umduğumuz bürokrat ve sair kişilerin kültüre dair ne kavram oluşturabilecek bir kavrayış güçleri var, ne yeni anlamlara ulaşabilecek anlayış yeterlilikleri...
Bunlar olmayınca olup biten şey: Bitmeyen çıraklık ya da benim oğlum bina okur, döner döner yine okur.
Oysa kültürel çıraklıktan kurtulmanın en önemli ve kolay yolu "usta" olabilmek; yani oyunun kurucu kurallarını yeniden tasarlamak.
Bırakın Konya'da Çatalhöyük sergisi açmayı; 2008 Zindankale, 2011 Kılıçarslan Köşkü ve Alaaddin Tepesi, 2014-15 Beşyol, 2015 Kuzeydoğu sur kapısı kazılarında elde edilen arkeolojik eşyanın sergileri bile yapılmadı...
Selçuklu arkeolojisi üstüne de sergi açabilecek zenginlikte envanter var ama ortada ne sergi var ne de doğru düzgün bir müze...
Hatta bizzat sergi salonu olarak inşa edilmiş bir alan bile yok, kültür sanat merkezlerinin koridorlarında sergilenen fotoğraflar, vesaireler…
Zindankale Kültür ve Sanat Galerisi olarak düzenlenmiş Zindankale sur temellerinin bulunduğu alanı bile 24 saat kapalı tutuyoruz.
Mesela Kubad Abad kazılarından elde edilen envanteri Konya kamuoyu gezip görse fena mı olur? Konya'da niye Kubad Abad sergisi düzenlenmez?
Tamam, 1960'larda yapılan kazılarda elde edilmiş envanteri Karatay Çini Eserler Müzesi'nde sergiliyorsunuz. İyi yapıyorsunuz.
Peki, ama 2000'lerden bu yana yapılan kazı sonuçları? Onları kamuoyuna duyurmak, göstermek bu kadar zor mu?
28 Temmuz 2017/ Konya Postası

Konya'nın tarihi, asit kazanında mı?

Dünya Tarihi Kentler Birliği konferansı bugün toplanırken Konya'nın arşiv belgelerinin hurda kağıtçılara satıldığı iddiası kamuoyunu sarstı.


Vakıflar Bölge Müdürlüğü arşivlerinde yer alan ve Konya'nın son yüzyılına ait 2 kamyon dolusu tarihi evrakın SEKA'ya gönderildiği iddia edildi. Memleket'in 2 Haziran tarihinde "Tarihimizi çöpten topluyoruz" başlığıyla haberleştirdiği Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi'ne astronomik bir ücretle kazandırılan tarihi belgelerin kaynağı belli oldu. Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi'ne kazandırılan tarihi evrak, iddialara göre, Vakıflar Bölge Müdürlüğü arşivinden hurda kağıtçılara satılan tarihi evrakın çok cüzi bir bölümünü oluşturuyor.
VAKIFLARIN ARŞİV EVRAKINI SATTIĞI İDDİA EDİLDİ
Rampalı Çarşı'daki sahaflardan ve hurda kağıt alım satımıyla uğraşan kişilerden edindiğimiz bilgilere göre, Nisan ayında Vakıflar Bölge Müdürlüğü binasında yapılan tadilat çalışmaları nedeniyle müdürlük tarihi evrakı 2 hurda kağıtçıya kilo hesabıyla elinden çıkardı. Müdürlükten 2 kamyon dolusu hurda kağıt alan hurdacı bunları SEKA'ya sattı. 600 kilo tutan tarihi evrak yığınını satın alan diğer hurda kağıtçı ise hurda kağıtlar arasındaki tarihi belgeleri seyyar kağıt toplayıcılar eliyle Rampalı Çarşı'daki sahaflara pazarladı.
2 KAMYON EVRAKIN AKIBETİ BELİRSİZ
Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nden 2 kamyon dolusu hurda kağıt satın aldığı iddia edilen hurda kağıtçıya bütün çabalarımıza rağmen ulaşamadık. İddialara göre, hurda kağıt ticaretiyle uğraşan tacir, bu kağıtları Nisan ayında SEKA'ya sattı. SEKA, kendisine gelen hurda kağıtlara geri dönüşüm prosesi uygulayarak önce asit kazanında eritiyor ve daha sonra yeniden kağıt haline getiriyor. Eğer iddialar doğruysa Konya'nın son yüzyılını aydınlatacak önemdeki kayıtları içeren belgeler de bu durumda asit kazanında eritilerek sıfır kağıt haline getirildi.
600 KİLO BELGE 70 YTL'YE SATILDI
600 kilo belgeyi satın alan seyyar hurda kağıtçı ise belgeleri işyerinin bahçesine dökerek aynı işle uğraşan başka bir hurda kağıtçıya 70 YTL karşılığında sattı. Gazetemizde yayınlanan haberin ardından Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nde çalışan bir uzmanın kendilerini ziyaret ettiğini ifade eden sahaflar, "Uzman bize bu aldığımız belgelerin kaynağını sordu. Bu belgeleri çöpten bulduğumuz şeklinde konuşmamızın yerinde olacağı tavsiyesinde bulundu" dediler.
DEVLETİN ARŞİVİ DEVLETE BİN 250 YTL'YE SATILDI
Geçtiğimiz hafta 1841-1842 tarihli evkaf defterinin ve padişah beratlarının da aralarında olduğu tarihi belgeler, Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi'ne bin 250 YTL karşılığında kazandırılmıştı. Devletin sahip olduğu tarihi evrakı önce kilo hesabı elinden çıkarıp daha sonra başka bir kurumu aracılığıyla astronomik bedellerle tekrar edinmesini eleştiren uzmanlar, "Konuşulanlara göre, devletin bir kurumu kendisine koruma göreviyle tevdi edilen evrakı hurda kağıtçılara son derece düşük bir ücretle sattı; yine devletin başka bir kurumu bu evrakı sahaflardan son derece yüksek ücret ödeyerek satın almak zorunda bırakıldı. Bu durum da gösteriyor ki kurumlar arasında yeterince işbirliği ve koordinasyonun olmayışı devletin zarara uğramasına yol açıyor" dediler.
HURDA KAĞITÇIDAN ALINAN TARİHİ BELGELER ELİMİZDE
Rampalı Çarşı'daki sahafların hurda kağıtçıdan satın aldıkları tarihi evrakların Vakıflar Bölge Müdürlüğü arşivinden çıktığını gösteren dokümantasyonun bir kısmına ulaştık. Osmanlıca belgelerin yanı sıra 1930 ila 1945 yılları arasında Konya Evkaf Müdürlüğü'ne ait yazışmaları içeren belgeler halen Rampalı Çarşı'daki bir sahafın elinde bulunuyor. Gördüğümüz evrak arasında Ilgın Kervansarayı'nın hapishaneye çevrilmesiyle ilgili 1932'lerde Konya Vilayeti Nafia Başmühendisliği, Adliye Vekaleti ve Evkaf Müdürlüğü arasındaki yazışmaların yanı sıra, Kürkçü Mahallesindeki Veznedar Camii'ne imam atanması yolunda mahalle sakinlerinin yetkililere sunduğu 1934 tarihli istida da bulunuyor. İstidanın Konya'nın gündelik hayatına ilişkin arşiv değeri son derece önemli, çünkü istidayı imzalayan mahalle sakinlerinin ismi ve imzaları açıkça okunabiliyor.

GENÇ İDDİALARI YALANLIYOR
Sözü edilen iddiaları yalanlayan Konya Vakıflar Bölge Müdürü İbrahim Genç, "2007 yılının 6. ayında Bölge Müdürlüğü'nde arşiv niteliğinde ne varsa 215 koli olarak Ankara'ya Genel Müdürlüğümüze escort eşliğinde gönderdik. Hurda kağıtçılara müdürlük olarak herhangi bir hurda kağıt satışımız söz konusu değildir. Arşiv niteliği taşımayan belgeleri imha etmek için de düzenlenmiş bir yönetmeliğimiz vardır. Bu tür belgeleri bu yönetmeliğe uygun olarak imha ettik. Bu tür konularda yönetmelik haricine çıkmamız mümkün değildir" açıklamasını yaptı.

YETKİLİLERDEN AÇIKLAMA BEKLENİYOR
Tarihi ve kültürel değerlerin muhafaza edilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması noktasında bu tür arşiv belgelerinin önemli olduğunun altını çizen Konya kamuoyu ve kültür adamları yetkililerden konuyla ilgili şüpheleri izale edecek bir açıklama bekliyor.




10 Haziran 2008/Konya Memleket gazetesi