26 Eylül 2019 Perşembe

Afganistan’ın 200 yıldır süren trajedisi

Takriben 200 yıldır sancılı bir coğrafya Afganistan. Tarihte Gazneliler, Selçuklular, Timurlular gibi önemli Türk devletlerinin ortaya çıkışlarına şahitlik etmiş Afganistan’da son 200 yıldır süregelen işgal ve savaşların Hindukuş, Pamir, Firuzkuh gibi dağlarıyla meşhur bu coğrafyada yaşayan insanları canlarından bezdirdiği bile söylenebilir. Hindistan’ı işgal eden İngiltere’nin Afganistan’da da hakimiyet kurmak istemesiyle başlayan süreçte ilkin dostluk anlaşması imzalar İngilizler Afganistan’la. Tarih 1809’dur. Bu anlaşmayla ülkenin dış politikasını belirleyen kararların tamamı İngilizler tarafından alınacaktır. Bu anlaşmayla da yetinmez İngilizler, 1839’da Sihlerle işbirliği yaparak Afganistan’ı tamamen işgal ederler. İngizlier ile Afganlar arasındaki ilk savaş böyle başlar. Sonunda İngilizleri ülkeden çıkartmayı başarır Afganlar ama 1878’de İngilizler bu kez Ruslarla işbirliği içinde tekrar işgal eder Afganistan’ı. Kısa sürer bu kez İngiliz işgali çünkü ülkenin başına Rusların desteklediği Abdurrahman Han geçer, fakat kötü sonuçları günümüze dek süren Durand sınır anlaşması da imzalanmış olur bir şekilde. Afganlar ile İngilizler arasında nihai savaş 1919’da imzalanan Ravalpindi anlaşmasıyla sona erer ve Afganistan bağımsız bir devlet olur. 1973 yılında dek gerek Doğu gerekse Batı bloklarından bağımsız bir çizgi izleyen Afganistan, o yıl SSCB’nin desteklediği askeri bir darbeyle cumhuriyete dönüşür ve SSCB’ye yanaşır. Ülkede Rus nüfuzu giderek artmaktadır. 1978 yılında da Babrak Karmal’ın gerçekleştirdiği darbe ve ülkeye Sovyet ordusunu davet etmesiyle 1992’ye dek sürecek büyük bir cihad başlar. 1992-1996 yılları arasında genellikle sağ muhafazakar örgütlerin kendi aralarındaki çatışmalarına sahne olan Afganistan 1996’da Taliban’ın kontrolüne girer. 
Yabancı ordu mezarlığı
11 Eylül 2001 tarihinde ABD’deki İkiz Kuleler’in vurulmasıyla birlikte El Kaide dolayısıyla ABD işgali başlar ülkede. Halen süren bu mücadelede ülkede bulunan diğer birçok etnik unsur gibi Afganistan Türkleri de olumsuz etkilenmektedir. Cünbiş Partisi altında toplanan Afganistanlı Türklere gerek Türkiye’nin gerekse diğer Türk cumhuriyetlerini maddi ve manevi destekleri bu partiyi ülkede önemli bir örgüt haline getirir. Kendisi de bir Afgan Türkü olan Dr. İzzetullah Zeki’nin kaleme aldığı Afganistan’da Hakimiyet Mücadelesi adlı eseri aracılığıyla yukarıda kısmen özetlediğimiz tarihsel süreci ayrıntılı bir şekilde işleyerek bu ülkede 200 yıldır süren bir insani trajediye hepimizi ortak kılıyor. Doğu ve Batı arasında önemli bir geçiş noktası olan ve stratejik bir mevkide bulunan Afganistan’da yaşananları detaylı bir şekilde aktaran Zeki, Batı işgalinin vahim sonuçları ve muhtemel gelişmelere ilişkin de görüşlerini ifade ediyor. Kitabın son bölümü ise Afganistan Türklerinin konumu, siyasal duruşları ve örgütlerini daha yakından tanımamıza yol açacak bilgiler içeriyor. 
İngilizlerin üç kez, Ruslar ile ABD’nin bir kez işgal ettiği ülkede yaşanan trajedinin belki ilk sonucu öteden beri “yabancı ordu mezarlığı” olarak anılan ülkedeki nüfusun kendi içinde bölünüp parçalanması ve birbirlerine düşman birçok unsura ayrışması olsa gerek. İzzetullah Zeki’ye göre bu durum zaten ülkede yaygın kabilecilikler dolayısıyla az olan devlet ve siyaset tecrübelerini tümüyle yok ederek çeşitli siyasi örgütlerin kendi siyasal hırslarıyla ülkenin beşeri, kültürel ve iktisadi kaynaklarını bitirmeleri sonucunu doğurmuş. 

18 Eylül 2019 Çarşamba

Modern dünyada İslami yönetim mümkün mü?

Genelde İslam dünyasında din ile siyaset ilişkilerinin modern zamanlarda alması gerekli form ve eğer mümkünse İslami sayılması gereken bir devletin nasıl tesis edilebileceği, Osmanlı devletinin yıkılışının ardından çağdaş İslami siyasi düşünceleri en çok uğraştıran konulardan biridir. Bilhassa Soğuk Savaş döneminde Müslüman coğrafyanın birçok bölgesinde filizlenmeye başlayan İslami hareketler çerçevesinde birçok İslami devlet de önerilmeye başlandı. Muhammed Esed’den Ayetullah Humeyni’ye dek çağdaş İslam düşüncesinin birçok simasının kapitalist devlet ile sosyalist devlet modelleri haricinde, her ikisine de alternatif bir devlet modeli resmetmeye çalıştıklarını görürüz. 
Ahlaki düşünce
Modern İslamcı düşünür ve akademisyenlerin modern devleti verili ve aslında zamandan bağımsız bir fenomen olarak kabul ettiklerini ileri süren Lübnan asıllı Amerikalı bir Hıristiyan akademisyen olan Wael B. Hallaq, İmkansız Devlet adıyla Türkçeleştirilen kitabında modern Müslümanların iki önemli gerçeği birbiriyle bağdaştırmada zorlandıklarını savlıyor: Bu gerçeklerden ilki devletin ontolojik gerçekliği ve onun inkar edilmesi mümkün olmayan varlığı iken, ikincisi ise şeriat yönetiminin bir biçimini oluşturma gerekliliğinin deontolojik gerçekliği Hallaq’a göre. Çünkü modern Müslümanların ezici bir çoğunluğunun şu ya da bu şekilde şer’iatın geri kazanılmasını istedikleri, bekledikleri de görülüyor. Bu iki gerçeği bağdaştırmada görülen zorluğun bu talep ve isteklerin modern bir konumda mevzilenmesinden kaynaklandığını iddia ediyor kitabında Hallaq. Ona göre herhangi bir modern İslami devlet kavramlaştırması, tabiatı gereği kendisiyle çelişir. Müslümanların da dünyadaki diğer dinlerden insanların yaşadığı gibi modernite içinde yaşadıklarını, dolayısıyla, modern projeyi yaşadıklarını kaydeden Hallaq, modern İslami devlet kavramlaştırmalarının özçelişkilerinin, modernitenin ahlaki açmazlarından neş’et ettiğini düşünüyor. Politik ve ekonomik meselelerin de, modern İslami devletin getirdiği özçelişkiye bağlı olarak, modernitenin ahlaki açmazının bir türevi olduğuna işaret eden Hallaq, İslam devleti kavramsaltırmalarının tabiatındaki çelişkilerin aynı zamanda modern projenin ahlaki boyutlarını da ele verdiğine kâni. Bu sebepten dolayı kitabını “politika ve hukuka dair bir yorum olmaktan çok, ahlaki düşünce üzerine bir deneme” olarak konumlamayı tercih ediyor Hallaq. 
İslam ülkelerindeki modern devletlerin şeriat uygulamalarının kitapta dile getirdiği argümanlarla ilişkisiz olduğunu ifade eden Hallaq, bu uygulamaların modern dönem öncesindeki paradigmatik şeriatın anlaşılması, değerlendirilmesi ya da yargılanması için bir ölçüt olamayacağını da söylüyor. Bugünün Müslümanlarının politik, yasal ve kültürel mücadelelerinin, onların kendi ahlaki ve kültürel özlemleriyle modern dünyanın ahlaki gerçeklikleri arasındaki uyumsuzluktan kaynaklandığına dikkat çeken Hallaq, İslamcılığın sadece Batılı ülkelerin İslam dünyasındaki politik ve askeri pratiklerine duyulan hınç ve sosyal adaletle ilgili görülmemesi gerektiğini belirterek, onun aynı zamanda sosyal adaletsizliğin, politik yolsuzlukların ve Batılı politik tahakkümün ahlaki bir eleştirisini de içerdiğini ileri sürüyor. Modernistlerin çoğunlukla birçok İslamcı ahlaki eleştiriyi nostalji diyerek yaftaladıklarına değinen Hallaq, “Nerede bir nostalji suçlaması yapılırsa, orada modern ilerlemecilik doktrini tüm zehirleyici varlığıyla karşımıza çıkar” diyor. 

17 Eylül 2019 Salı

Kırkı çıkmış bir okuma serüveninden hatıralar


40 yılı geçmiş okuma yazma öğrenmemin üzerinden. Bu 40 yıl içinde kaç kitap, dergi, gazete, köşe yazısı, duvar yazısı, tanıtım levhası, sokak levhası okudum acaba? "Yolda bulduğu gazete parçasını bile okuyor!" şeklinde yakın dost ve hısımlarımın tarizlerine maruz kalmamdan bu yana da belki bir 30 yıl geçti. Belki de artık yolda belde bulunan gazete parçalarının okunurluk değeri kalmadı. Okumuyorum artık onları elbette. Peki ama bu 40 yılda neler oldu, neler kaldı zihnimde bütün bu okumalardan, okuduklarımdan, okumaya yeltendiklerimden? Ayrıca, bu 'okuma uğraşı' içinde edindiğim tecrübeler, anılar yok mudur?
Aşağıdaki satırlar biraz da hafızamı bu yönde yoklamamı gerektirdi. Zorlandım kimisinde, "Olur mu, bu da yazmaya değer mi?" dediklerim oldu aralarında. Yine de yazdım. Yazdım çünkü onları yazmasam hafızamda kalışlarının ödülünü onlara vermemiş olacaktım. Onların hafızamda kalışlarının demek ki kendiliğinden bir değeri de var. Beni ben yapan bir tarafları yani. Beni başka insanlardan ayıran. Diğer insanlardan farklılaşmak doğru mudur, yanlış mı? Bu yazımızda konu edilecek bir şey değil. Başka bir vesileyle sorulsa bu soruya vereceğim cevap üstelik gayet açık olurdu: Başka insanlardan farklı olmaya gayret etmek  o farklılığın ne olduğuna yakından bağlıdır. Eğer bu farklılığın özü yanlışsa gayret de yanlıştır; başka insanların umursamadığı, ama umursanmaya değer bir şeyi gerçekleştirmeye çalışıyorsan zaten bu da gerekli olandır.
Birazdan aktaracağım hatıralardan sadece ilki benim hafızamdan değil, bana anlatılandan, rahmetli annemin anlatımından. Madem kitapları, kendimi, diğer insanları ve dünyayı okuma serüvenimin hatim duasına girişecek, erbainini çıkaracağım; bu da gerekliydi.

İLK OKUMA/İLK ÖDÜL
Rahmetli dedemin beş bin m2'lik bir bahçe, dört ev, bir bağ, bir kuyu, bir havuz, bir ahır, bir tandır, 4-5 maltız, iki büyük avlu (hayat), iki dut, dört söğüt, bir meşe, bir alıç, bir iğde, üç-dört kayısı, beş-altı kızılağaç, sayısız ot, sayısız domates, biber, patlıcan, mısır, kabak mandal (tarh) ve puştası, sayısız meris, sayısız yer elması, patates vb. yumrusu içeren ve Konya şehir merkezine son derece yakın, çiftlik desen çiftlik olmayan bir ikametgâhta eşi, üç oğlu, üç gelini ve torunlarıyla birlikte yaşadığı bir ortama doğmuşum. İkinci oğlunun hayatta kalmayı başarmış ilk oğlu olarak. Altı yaşına girdiğimde komşu kadının oğlunu hemen bahçemizin yanındaki ilkokula yazdıracağını duyan annemin dedeme gidip "Murat'ı da yazdırsak!" deyişi, dedemin ise buna "O henüz küçük!" diyerek geri çevirişi. Annem ama -kendi deyişiyle -kölemen inadını (yani Çerkes inadını) haiz bir kadın. Komşu kadınla birlikte gidip okula yazdırılmam ve ardından bir kaç ay sonra ilk veli toplantısı zamanı...
Aldı lafı Murat'ın merhum annesi: "Komşu kadın giyinmiş, süslenmiş. Bense ev halimle katıldım yanına. Okula gittik. Öğretmen Ayfer hanım, sınıfta uzun uzun konuştu, çeşitli öğütler verdi, çocukların durumlarını tek tek velilerine anlattı. Ama ne komşu kadının oğlunu ne de seni sözlerine konu etti. Sustu sıra size gelince. Atladı. Toplantı bitti. Diğer herkesle birlikte biz de kalkıp çıkmak istedik sınıftan. Bırakmadı öğretmenin. Siz dedi, kalın biraz, sizinle konuşacaklarım var. Kaldık, çıkamadık sınıftan. Dedenin söylediği geldi aklıma. Büzüldüm iyicene. Yoksa başarısız mıydın, okumaya geçememiş miydin? Bunu mu söyleyecekti öğretmenin? Sözlerini son derece seçe seçe kurdu. Önce komşu kadına konuştu. Oğlun dedi okuma yazmayı Murat'la birlikte ilk öğrenen çocuk. Ona dikkat edin, yardımcı olun, bol bol kitap okutun. Sonra bana döndü. Sınıfta okumayı söken ilk çocuk oğlun. Değerini bilin bunun. Murat bir farklı. Onu mutlaka okutun."
(Bu satırları yazarken neler hissettiğimi kelimelere aktaramıyorsam eğer, bütün okurlardan özür dilerim. Cümlelerim, kelimelerim yetmiyorsa gözlerimden süzülen yaşlar için bir karşılık olmaya, bu tamamen benim yetersizliğim.) Eve dönünce dedem çağırmış yanına annemi. "Ne oldu?" demiş, "söylediğim oldu değil mi?" Annem, olup biteni olup bittiği şekliyle anlatmış. Dedem inanamamış ilkin ve beni yanına çağırmış. Açmış o günkü gazeteyi, "Oku bakalım" demiş bana. Çatır çatır okuyunca haberleri, gözleri ışımış, eli önündeki leblebi kâsesine gidip bir avuç leblebiyi bana uzatmış. Ve yanaklarımı öpmüş. "Haydi oğlum" demiş sonra, "haydi Allah seni muvaffak etsin!"
İlk okuma ödülüm o leblebileri tek başına mı yedim, yoksa emmi oğullarıyla birlikte mi, bunu bile hatırlayamıyorum şimdi!

İLK KAYIP/İLK KÜSKÜNLÜK
Rahmet-i Rahman'a dedemin ardından ilk erişen aile büyüğüm babaannemdi. Onun bir kitabıydı el-İrşad. Sayılarla dolu. Şunu şu kadar okursanız şu derdinize şöyle deva bulursunuz. Şunu istiyorsanız şu zikri şu kadar çekin, şunu şu vakitte bu kadar okuyun tarzı bir kitap. Müellifiyle 1984'te İstanbul'daki Sahaflar Çarşısı'nda tanışacaktım 14 yaşında. El-Hac Muzaffer Özak'la yani. Ama daha öncesi var elbette bunun. Babaannemi kandırıp bir şekilde okumak için almıştım o kitabı elinden. Çocukluk işte. Bir gün okula da yanımda götürdüm kitabı. Eve döndüğümde çantamda yoktu kitap. Sınıftaki sıramda unutmuşum. Ertesi gün sınıfta o kadar aramama rağmen kitabı bulamadım. Büyük ihtimalle bizden sonra sınıfı temizleyen müstahdemlerden biri kitabı da yanında alıp götürmüştü. Bir daha geri gelmeyecek o kitabı. Babaannem kitabını istediğinde durumu bütün açıklığıyla anlatmıştım: "Okulda unuttum. Bir daha da bulamadım."
Rahmetli benimle üç ay küs kaldı, hiçbir sözüme, talebime cevap vermedi. Benimle konuşmadı. Ta ki bir bayram gününe dek. Barıştık. Tabii ki dünyalar benim oldu. Çok sever miydi beni, diğer torunlarından ayırır mıydı, zannetmem. Ama onları ne kadar seviyorsa bir o kadar da beni sevdiğine şahidim. Şunu da o zaman öğrendim böylelikle: Bir kitap için en sevdiğinizden bile vazgeçmeyi göze alabilmelisiniz.
Elbette şimdiye dek birçok arkadaşımda birçok kitabım kayboldu, üzüldüğüm olmadı mı o kitaplara. Üzüldüm. Ama okumuşsam bir kitabı, üzüntülerim geçici kaldı. Zaten şimdiye dek 4-5 kez bütün kitapları elimden de çıkardığım oldu. O yüzden ne elimden çıkardığım kitapları ne de arkadaşlarımda kalanları bir kayıp saymadım kendi açımdan. Aksine belki birer kazançtı onlar. Böylelikle birçok arkadaşım da olmuştu. Çünkü onların da birçok kitabı bende kalmıştı.

İLK OKUDUĞUM ŞİİRLER: ERENLERİN BAĞINDAN
Sınıf öğretmenimiz Ayfer Uysal, belki, zamanını aşan mürebbiyelerdendi. Kıyıda köşede bir okul olan, herhangi bir eğitim başarısı bulunmayan, genellikle alt orta sınıf ailelerin çocuklarının okuduğu, bir kütüphanesi bile bulunmayan okulda bir sınıf kütüphanesi kurdu. 50-100 kitaplık bu kütüphanede her hafta 50'den fazla öğrenci bir kitap alıyor, okuyor; haftaya da başka bir kitap almak üzere sınıf kütüphanesine iade ediyordu. Bir öğrenci de kütüphaneden sorumluydu. Elbette ben değildim o sorumlu, ben çoktan bir çeteye üye olmuştum sanırım. Beş-altı kişilik çetemizle okulda kimseye yan bile baktırmıyorduk. Az kulağımızı çekmedi Ayfer hanım bu yüzden, ama bunun da ötesine pek geçmedi. Bununla yetindi.
Sınıf kütüphanesinde yer alan kitaplar arasında diğer öğrenciler kadar benim de favorilerim içinde Ömer Seyfettin'in öyküleri ve Kemalettin Tuğcu'nun romanları başta gelirdi. Ama bir gün çok ilginç bir kitabı okudum. Halbuki onu bilerek seçmemiştim. Nasıl seçtim, yoksa bana o kitabı Ayfer hanım mı seçti, bunu hatırlamıyorum. Sadece kitabı ve ismini hatırlıyorum. Okurken aldığım büyük zevki. Sonradan çokça aramama rağmen bir türlü bir daha bulamadığım bir kitap: Erenlerin Bağından. O zaman bir hikaye kitabı gibi okumuştum Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun kitabını. Elbette üslubu Kemalettin Tuğcu gibi müşahhas çocuk kahramanların anlatımına dayanmıyordu. O kitaptaki kahramanların hem kendileri hem de erişmeye çalıştıkları şeyler belirsizdi. Ama onların çabalarını anlatan üslup ise eşsiz gelmişti bana, o yaşımdaki aklıma. Şimdiki aklım o zaman olsa "Bunlar kesinlikle mensur şiirler" derdim.
Elbette yıllar geçtikçe okuduğum şairlerin ve şiirlerin sayısı arttı. Sayılmayacak kadar da çoğaldılar. Ama, Erenlerin Bağından zihnimden hiç çıkmadı, bu gidişle çıkmayacak da. Keşke Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun yeğeni, bu hesapla eserlerinin varisi, ortağı olduğu yayınevi vasıtasıyla o kitabı tekrar bassa da benim zihnimdeki bu tortu da yok olsa...

İLK SATIN ALDIĞIM DERGİ
Konya'da Uzun Çarşı içindeki Kapu Camii'nin güneybatısında kalan Yılanlı Medrese'deydi babamın küçük amcamla ortak işlettiği dükkan. O zamanlar Bit Pazarı olarak da adlandırılırdı Yılanlı Medrese. Genelde eski elbise satanlar olurdu orada çünkü. Terziydi babam, terzilik haricinde müstamel (kullanılmış) elbise alım satımı işleri de yapılırdı dükkanda. Elbette bu müstamel elbiselerin yenileştirilmesi, eğer Avrupa işi ise Türk modasına uydurulması vb. işleri de yapardı babam rahmetli. Bunların yanısıra konfeksiyon mağazasıydı da işyeri. Kendi pastallarıyla (model) kestiği kumaşlardan başka terzilere ceket-pantolon diktirirdi yani.
Hemen her hafta sonu babamla birlikte dükkana gitmeyi severdim. Çingenoğlu Fırını'nın başlangıcında yer aldığı Arnavut kaldırımlı yokuşu çıkarken sağda hep bir dilenci gördüğümü hatırlıyorum mesela. Göğsünün üstünde dilenme sebebini oluşturan hastalığı anlatan bir levhayla hep dururdu orada o adam. Ve geçerken mutlaka babam o adamın önündeki mendile bir şeyler bırakırdı, genelde bir miktar para. Dükkana vardığımızda kepengi açmaktan içerdeki malzemeden sergilenecek olanlarını dışarı çıkarmaya, çeşitli ve genellikle alımlı elbiseleri kapı önündeki veya saçaktaki çengellere tutturmaya varıncaya dek yarım saati bulan bir de dükkan açma seremonisi vardı ki hem müthiş derecede yorucu hem de insana yaşadığını hissettiren tarafları çoktu.
Bütün bu işler bittikten sonra babam yakası benzinle silinecek, yahut yırtığı söküğü dikilecek veya telası değiştirilecek müstamel elbiselere yönelirdi. Bazen de dikiş makinesine oturur, önceden hazırladıklarını makinesinde dikerdi. O arada benim de pazarın dışında, hemen batı yanındaki Çaycı Ali abinin dükkanına gidip çay söylemem icap ederdi. Babama çay söylerdim, kendime ise ıhlamur.
Saat 10'a doğru gelirdi müvezzi Hüseyin abi. Bisikletiyle dağıtırdı abonelerine gazetelerini. Aboneler gazeteye değil, Hüseyin abiye aboneydi. Esasen veresiye gazete satmanın bir şekliydi Hüseyin abiye abonelik. Her hafta topluca ödenirdi o haftanın gazete paraları. Babamın her gün aldığı ve eve de bir şekilde mutlaka getirdiği tek bir gazete vardı: Tercüman. Hüseyin abiden o gazeteyi de genelde ben koşar alırdım hemence. O cumartesi selesinde gördüm Tercüman Çocuk'u. Merak ettim. "Kaç lira bu" diye sordum, söyledi, cebimde o kadar miktar para vardı. Uzattım ve aldım dergiyi.
Babam gazetesini okuyordu, ben de dergimi karıştırıyordum. Bir kaç hafta aynı olaylar gerçekleşti. Artık alışmıştım Tercüman Çocuk'a. Çizgi romanlar, kısa öyküler, çocuk şiirleri, ilginç bilgiler içeren bir dergiydi. Sonradan fark ettiğim kimi ideolojik yanları da vardı bu çizgi romanların elbette. Özellikle Yüzbaşı Volkan tam bir soğuk savaş çizgi romanıydı. NATO'cu pilot Volkan, hep Ruslarla falan mücadele ederdi. Hep okuyordum bu dergiyi, kendi harçlığımla alıyordum üstelik. Bir Cumartesi gidememiştim dükkana. Hastaydım. Evde yatıyordum. Akşam babam eve geldiğinde gazeteyle birlikte dergiyi de bana uzatınca dünyalar benim olmuştu. Ve o haftadan sonra kendi harçlığımı dergiye verdirmedi merhum, dergimi hep kendisi aldı. Arada elbette kendisi de okuyarak.

İLK TOKAT
Ortaokul ikinci sınıftaydım. İngilizce dersi. Sıranın gözüne sınıf arkadaşım Nebi'nin okumam için verdiği Ahmed Günbay Yıldız'ın Figan romanını açmış, telaffuzu bozuk İngilizce öğretmeninin anlattığı dersi dinlemek yerine bu romanı okuyordum, Ermeni mezalimini anlatan. Dersin ortalarına doğruydu sanırım.Romana dalmıştım. Bir anda ensemde patlayan tokatla uyandım o dalgınlıktan. Öğretmen dersi dinlemediğimi ve kitap okuduğumu fark etmiş, tokadı ensemde patlatmıştı. Kitap okuduğum için yediğim ilk tokattı bu. Kalleşçe vurulmuştu üstelik, yüzüme değil enseme. Hep böyle hissettim ahir ömrüme dek ve o bodur boylu öğretmenin (biz ortaokul çocuklarıyla aynı boydaydı) ismini de hafızamdan çıkardım.

RESMİ KÜTÜPHANELERE ISINAMADIM HİÇ
Ne ortaokul kütüphanesine ne lise kütüphanesine ne ODTÜ'nün kütüphanesine ne de Selçuk Üniversitesi'nin kütüphanesine çokça gitmişliğim vardır. Konya İl Halk Kütüphanesi'nde de çocukluk ve gençlik yıllarında çok vakit geçirdiğim söylenemez. Herhangi bir ödev konusunu araştıracaksam ilk uğrak yerim hep Hayra Hizmet Vakfı Kütüphanesi olurdu. Kitaplara sanki orada daha kolay ulaşıyor gibiydim.
Bütün bunlara rağmen gerek ortaokul, gerek Fen Lisesi, gerek ODTÜ kütüphaneleriyle ilgili ilginç anılarım da oluştu. Ortaokul kütüphanesinden okuduğum ilk kitap Sosyal Darvinizm'le ilgili sosyolojik bir kitaptı. Kitabı okuyup bitirdiğimde zihnimde kitaptan tek bir cümle, tek bir kelime bile kalmamışken evrim teorisini çürütmeyi amaçlayan bir roman yazmaya girişiverdiğimi hatırlıyorum. Epey de yazmıştım 13 yaşımda bu romanı. elbette son derece kötü bir romandı,  Ahmed Günbay Yıldız'ın romanını hatırlatan tarafları da çoktu.
Fen Lisesi'nde ise zenginliği yaşadım. Birçok ilginç kitaba ulaştım. Birçok hafta sonu bir şekilde kütüphaneye gidiyordum. Elbette Sahaflar Çarşısı'na gitmek için okuldan ayrılmadığım hafta sonları. İdeolojik bakımdan özgür bir kütüphaneydi sanki Fen lisesinin kütüphanesi. Seyyid Kutup'un Fizilalil Kur'an'ı da yer alıyordu, İletişim yayınlarının Latin Hikayeleri Antolojisi de. Elbette okulun Fen Lisesi olmasından kaynaklı olarak Plazma Fiziği, Kozmolojiye Giriş vb. kitaplar da bulunuyordu. Kozmolojiye Giriş, ilginçti şimdi hatırlıyorum da. Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre'ye aitti. Sırf bir fizik kitabı sayılmazdı aslında. elbette kitap Özemre hocanın Teorik Fizik Kürsüsü'nde verdiği yüksek lisans derslerini (bu yüzden benim gibi tıfıl bir başlangıç öğrencisi için anlaşılması epey güç formüller yer alıyordu kitapta) içeriyordu, ama her bölümün başına da bir şekilde bizim kültürümüzün nadide örnekleri serpilmişti. 1987 yılında TAEK Başkanı olan Ahmet Yüksel Özemre, Çernobil Nükleer Santrali kazası sonrası yaptığı açıklamalar dolayısıyla epey eleştirilmişti de. Bu eleştirilerin çoğunun ideolojik saiklere dayalı olduğunu belli belirsiz sezebiliyordum. Ama bilimsel herhangi bir dayanaklarının olmadığını da sonuçta görebiliyordum.
1987 Ramazan'ında Fen Lisesi'ni ziyaret eden dönemin darbeci Cumhurbaşkanı Kenan Evren'i karşılama kıtasında yer alan oruçlu öğrencilerdendim. Biz bahçede vakit geçirdik, Kenan Evren ise aşağıda yemekhanede oruç tutmayan öğrencilerle birlikte yemek yedi, sonra okulu denetledi, kütüphanede gördüğü Fizilalil Kur'an tefsirini de "Ne işi var bu kitabın burada? Kaldırın bunu!" diyerek kaldırttı. Kenan Evren'e eşlik eden solcu sınıf arkadaşlarımın yalancısıyım.

BANA RAMAZAN YELKEN KEFİL OLDU
1992'de Konya'ya dönmüştüm. Üniversite sınavına yeniden girmiş, bu kez Selçuk Makina'yı ilk yazmıştım, okumayacağımı bile bile. Sırf rahmetli babamın gönlünü hoş etmek için. Kazandım da. Okula kayıt yaptırabilmem için ODTÜ'de kalmış diplomamı geri almam gerekiyordu. Bunun için gerekli bütün işlemleri ODTÜ Öğrenci İşleri'nde tamamlamış sayılırdım, ama ODTÜ Kütüphanesi'yle ilişiğimin olmadığını da göstermem isteniyordu, kütüphane kartını iade etmem gerekiyordu yani. İyi de ben bir kütüphane kartı almamıştım ki! ODTÜ Kütüphanesi'nden kart almadan, yani ödünç kitap almadan, doğrudan kütüphanede oturarak/okuyarak yararlanmıştm.
Durum böyle olsa bile kendime bir kefil bulmam gerektiği söylendi. Kefil olarak aklıma gelen ilk isim ise o sıralar ODTÜ Sosyoloji'de doktora yaptığını bildiğim Ramazan Yelken hoca oldu. Ulaştım bir şekilde kendisine. Ve onun bana kefil olmasıyla ODTÜ Kütüphanesi'yle herhangi bir ilişkimin olmadığını ibraz ederek lise diplomamı ODTÜ zindanından kurtardım.
ÇETO, 10


15 Eylül 2019 Pazar

‘Bilinç’ tarihse ‘bilindışı’ kaderdir

YİRMİNCİ yy. felsefesi, büyük ölçüde fenomenoloji, psikanaliz, analitik felsefeler ve yapısalcılık gibi birbirinden farklı birçok düşünce tarzı, yöntemi ve geleneğinin başlangıçta birbirlerinden ayrıyken iç içe geçerek melezlenmeleri ve kendilerini hermenötik bir bağlamda tüketmeleriyle karakterize edilebilir. Bu tükenme tümüyle bitiş değil, bütün bu yöntem ve geleneklerin dünyaya ilişkin farklı yorum stilleri olduğuna ilişkin bir anlayışın doğmasına sebebiyet verir.

Nihai yöntem ve hakikati araştırma programı olarak ortaya atılan bütün bu düşünme biçimlerinin sonuçta yorumlar içinde bir yorum haline dönüşmeleri yirminci yüzyıl düşüncesini nesnelcilik ile görececilik arasındaki meydan muharebesinin alanı kılar.

Bir arabulucu
Bu büyük çatışmalar ve savaşların ardında kalanları bir araya getirmek, taraflar arasında hakkaniyetli bir barış anlaşması imzalanmasını sağlamak, kazanımları ortak paydada toplamak, bütün taraflar için esasen yenilgi olarak görülebilecek sonucu yine bütün taraflar için bir zafer haline dönüştürmek ise yirminci yüzyıla 19. yy.’dan kalan hermenötik felsefelere düşmüştür. İki dünya savaşının gerçekleştiği yirminci yüzyılda bu askeri savaşların yanı sıra birçok teori kavgasının da vuku bulması pek şaşırtıcı değilse de fenomenoloji ve psikanaliz haricindeki diğer birçok düşünce akımının kendi ötelerine geçmek ve meydandaki diğer akımlarla uzlaşmak zorunda kalışı ilginçtir. 19. yy’da Scheleirmacher ve Nietzche’den kök bularak Dilthey, Heidegger ve Gadamer aracılığıyla yirminci yüzyıl düşüncesine önemli bir müdahaleyi temsil eden hermenötik felsefeler sadece bir yorumlama ya da tefsir yöntemi olmaktan uzaklaşmış, neredeyse dünyaya bakışımızdaki temel felsefe haline dönüşmüştür.

Gabriel Marcel’in öğrencisi olan ve bir dönem Jacques Derrida’ya hocalık etmiş bir düşünür Paul Ricoeur. Çeşitli entelektüel konumlar ve fikri bakış açıları arasında uzlaşma arayan bir düşünce diplomatı. Yirminci yüzyıldaki entelektüel sahneyi bir çatışma alanına çeviren farklı yöntem ve felsefeleri hermenötiğin uzlaştırmacı yöntemiyle bir araya getirmeyi, bu düşünceler ve entelektüel konumlar arasında anlamlı bağlantılar kurmayı hedefliyor Yorumların Çatışması’nda.

Çatışan yorumlar
Yapısalcılık ile lengüistik analiz, psikanaliz ve özne sorunu, din ve inanç problemleri, dil ve hermenötik problemler kitapta ele alınan konulardan başlıcaları. Kıta Avrupası felsefe geleneğiyle, Anglo-Sakson felsefe geleneği arasında köprü kurmaya uğraşan belli başlı filozoflardan olan Ricoeur, varoluşçuluk ile yapısalcılık, hermenötik ile eleştirel teori, psikanaliz ile Hegelci diyalektik, tarihsel anlama ile bilimsel açıklama, etik ile politika, fenomenoloji ile beşeri bilimler arasında fikri bir mekik diplomasisi yürüten bir filozof. Belki de bu yüzden, ondan akılda kalan bakış açısı, farklılıklara özen göstermek, onları ortak noktalarda buluşturmaya çabalamak olarak görülebilir. Bir de bazı savsözler akılda kalıyor. Meselelerin çapraşıklığını anlaşılır hale getiren bu savsözlere işte bir örnek: ‘Bilinç tarih, bilinçdışı kaderdir.’

Modern felsefenin ana temalarını eleştirel bir gözle incelemek isteyen okurlar için biçilmiş bir kaftan Yorumların Çatışması.

11 Eylül 2019 Çarşamba

Türkiye her budağından sürgün atan bir böğürtlen çalısı

Klasik kültürümüzde kuşaklar arasındaki bilgi, görgü, tecrübe aktarımında son derece etkin eserler arasında yer alır nasihatname ya da pendnameler. Özellikle ahlaki, dini, siyasi ve toplumsal meselelere ilişkin öğütlerin yer aldığı nasihatnameler kültürel sürekliliğin ve yenilenmenin de bir kaynağı olagelmiş, hatta yetkin insan yetiştirmede günümüzdeki NLP kitaplarına öncü bile sayılmışlardır. Kültürümüzdeki nasihatname geleneğinin en önemli örnekleri Feridüddin Attar’ın Pendname’si, Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Gazzali’nin Eyyühe’l- Veled risalesi, Yunus Emre’nin Risaletü’n-Nushiyye’si olarak sayılabilir. Genelde ahlaki-didaktik nitelikler taşır nasihatnameler. Yazarı kendi gözlemleri, bilimsel çalışmaları ve kültürel birikimini aktarmaya çalışır eserinde. Daha çok çözülme dönemlerinde kaleme alınan nasihatnamelerde ise bozulma işaretlerinin belirdiği alanlara ilişkin çözüm önerilerine de yer verilir. Gündelik hayata ilişkin anlayışları yenilemeye yarar bu nitelikleriyle nasihatnameler. 
Cumhuriyet döneminde klasik kültürümüzdeki önemini yitirdiği ileri sürülen nasihatname geleneğine bu dönemden belki sadece Ali Fuad Başgil’in Gençlerle Başbaşa adlı eseri eklenebilir. 19. ve 20 yüzyıllarda nasihatname yazımının durması bir yerde kültürel süreklilikteki kopuşla da alakalıdır. Modernleşme sürecinde geçmiş ile bağın kopmasının bir remzidir handiyse “öğüt dinlememe” tavrı. Bu da kendiliğinden eserler kaleme alarak “öğüt verme”yi gözden düşürmüştür belki de. 
1990’larda Or’da kimse var mı? ortak adıyla yazdığı dört ciltlik nehir romanda “1970-1990 arası Türk ruhunun sosyalizmle, sosyal demokrasiyle, ülkücülükle, İslamiyetle, Kürtçülükle cenkleri”ni anlatan Alev Alatlı’nın kaleme aldığı Fesüphanallah ve Hafazanallah başlıklı iki ayrı ciltteki Nasihatname, hem klasik kültürümüzdeki nasihatname geleneğine eklemlenip onu yeniliyor, yeniden hatırlarımıza sunuyor hem de gelecek kuşakların üzerinde yaşadıkları topraklara, bu ülkeye, Türkiye’ye güvenlerini restore etmeyi amaçlıyor. Eserini “Elim henüz kalem tutarken, tecrübemi tecrübenize, bildiklerimi bildiklerinize, hadi lafı dolandırmayayım, ömrümü ömrünüze katarak, 21’inci yüzyıldaki yolculuğunuzda size belirli bir avans sağlama gayreti” ifadeleriyle sunan Alatlı, felsefeden sanata ve edebiyata birçok farklı alanda birden Batı medeniyetini irdeleyen bir tutum sergileyerek Batı hakkında bildiklerini okurlarıyla paylaşmayı amaçlıyor. 
Batı’nın değer yargılarının Hıristiyanlık üzerinden kurgulandığını savlayan Alev Alatlı, eserinin ilk cildini oluşturan Fesüphanallah’ta ABD ve Avrupa’da yaşanan zulümleri de konu ediniyor. Kızılderililere ve siyahi insanlara karşı girişilen zulüm örnekleriyle de hesaplaşan Alatlı, 11 cilt olarak planladığı Nasihatname serisiyle asıl amacının Batı medeniyetini irdelemek olduğunu da söylüyor. 
Bilginin kefareti
Kendisini yetiştiren, okutan ve bugünlere gelmesine imkan sağlayan Türkiye’ye borçlu olduğunu ve bu borcu Nasihatname külliyatıyla ödemeyi planladığını ifade eden Alatlı, ‘bilgisinin kefareti’ olarak gördüğü Nasihatname’nin önsözünde “İlle bir şeye benzetecekseniz, her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzeteceksiniz Türkiye’yi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğerinin kurumakta, ötekisinin meyve vermekte olduğunu görün. Tek bir sürgüne takılıp kalmayın, bütüne bakmayı âdet edinin. Unutmayın ki, düz akılla anlaşılmaz, pergele, cetvele gelmez, kendine has bir kimliği vardır Türkiye’nin. Batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar” demeyi de ihmal etmiyor. 

4 Eylül 2019 Çarşamba

Dört Fransız figür üzerinden sosyolojinin tarihsel sosyolojisi

Aydınlanma ve Fransız devrimi sonrası ortaya çıkan bilimsel disiplinler arasında sosyoloji önemli bir yer tutar. Sosyolojinin bir disiplin olarak ortaya çıktığı bu tarihsel dönemi karakterize eden en önemli özellik fikri, siyasi ve iktisadi hayatta peş peşe yaşanan ve bir ölçüde devrim niteliği de taşıyan toplumsal değişmenin ivmelenmiş olmasıdır. Modern vatandaşlık ve ulus-devletin doğuşu, sanayi devrimi, kırsal nüfusun büyük ölçekte şehirlere taşınması vb. olgularla birlikte sosyoloji Batı Avrupa toplumlarını saran buhran, anomi ve ahlaki sefaleti zirveye çıktığı bu dönemde sosyoloji, toplumsal değişim ve düzeni anlamak, toplumun statik ve dinamik bilgisini edinmek ve şiddetlenen toplumsal sorunlara bir çözüm üretme vaadiyle ortaya çıkar ve genel olarak da modern bilimlerin ilki, modernliğin bilimi olma statüsünü talep eder. 
Sosyoloji disiplininin kurucu isimleri, sözgelimi Saint-Simon, Comte, Spencer gibi isimler canlı bir varlık addettikleri toplumun belirli ve evrensel kabul edilebilir kanunlara tabi olduğunu düşünürler. Onlara göre sosyolojinin temel amacı bu kanunları keşfetmek olmalıdır, çünkü bu kanunlar bir kez keşfedildiğinde toplumsal hayatiyet ve işleyişe ilişkin kapsamlı bilgi edinilebilecek, gelecekte yaşanacaklara ilişkin kestirimler spekülatif olmaktan çıkıp bilimsel hükümlere dönüşebilecekti. Kendine has bir bilgi-iktidar denklemi kuran Comte'a göre "Öngörmek için bilgi, iktidar olmak için de öngörmek" gerekliydi. Toplumun bilgisine sahip sosyologlar, bu bilgi sayesinde onun nasıl ve nereye doğru evrileceğini öngörebilecek, bu öngörüye yaslanarak da toplumu yönetme, sevk ve idare etme iktidar ve salahiyetine kavuşacaklardı. 
Toplumsal açmazlar
Tocqueville gibi düşünürler genelde Comtevari 'evrensellik' anlayışına pek sıcak bakmaslar da onunla ortak bir fikre sahip görünürler: Onlar da sosyolojinin, toplumsalı sadece anlama ve açıklama ile yetinmemesi gerektiği, modernleşme süreçlerinin ortaya çıkardığı sorunlara, siyasal ve toplumsal açmazlara müdahale edebilmenin, çökmeye yüz tutmuş toplumsal düzeni tekrar ayağa kaldırmanın elverişli bir aracı olamaya yatkın bir bilim haline dönüşmesi gerektiğini savlarlar. 
Çalışmasında sosyoloji disiplinini kavrayabilmek üzere onun ilk kuruluş aşamasında etkili olmuş dört Fransız düşünürü merkeze alan Enes Kabakçı, sosyolojinin 18. yüzyıldaki habercisi Montesquieu'yu, Montesquieu'nun düşüncesini devralıp 19. yüzyıla aktaran Tocqueville'yi, sosyolojinin kurucusu addedilen Comte'u ve sosyolojinin özerk bir bilim dalı olarak kurumlaşmasındaki katkısı azımsanamayacak Durkheim'ı birer bölüm ayırarak detaylıca irdeliyor. 
Enes Kabakçı bu dört figürün her birinin düşünsel kaynaklarını, toplumsal çözümlemelerini, teori ve yöntemlerini olduğu kadar onların entelektüel biyografilerini, muarızlarını ve siyasal pozisyonlarını da irdeliyor. Böylelikle çalışması bir yerde en azından Fransız sosyolojisinin kuruluş aşamasını kendine "örnek-olay" seçen bir tür sosyolojinin tarihsel sosyolojisi haline dönüşüyor. Kitabın perde gerisindeki saik ise Montesquieu'dan Durkheim'a geçen birbuçuk asırdaki fikri süreklilik ve farklılaşmalar. Montesquieu ile Tocqueville, Comte ve Durkheim arasındaki fikri süreklilik ve farklılaşmaları, kesişme ve ayrılamaları da analizine dahil eden Kabakçı böylelikle sosyolojik düşüncenin ortaya çıkış, gelişim ve kurumsallaşma sürecini temsil edebilecek kırattaki dört Fransız figür aracılığıyla bir disiplin sosyolojinin nasıl kurulduğunu gözler önüne seriyor.