17 Eylül 2019 Salı

Kırkı çıkmış bir okuma serüveninden hatıralar


40 yılı geçmiş okuma yazma öğrenmemin üzerinden. Bu 40 yıl içinde kaç kitap, dergi, gazete, köşe yazısı, duvar yazısı, tanıtım levhası, sokak levhası okudum acaba? "Yolda bulduğu gazete parçasını bile okuyor!" şeklinde yakın dost ve hısımlarımın tarizlerine maruz kalmamdan bu yana da belki bir 30 yıl geçti. Belki de artık yolda belde bulunan gazete parçalarının okunurluk değeri kalmadı. Okumuyorum artık onları elbette. Peki ama bu 40 yılda neler oldu, neler kaldı zihnimde bütün bu okumalardan, okuduklarımdan, okumaya yeltendiklerimden? Ayrıca, bu 'okuma uğraşı' içinde edindiğim tecrübeler, anılar yok mudur?
Aşağıdaki satırlar biraz da hafızamı bu yönde yoklamamı gerektirdi. Zorlandım kimisinde, "Olur mu, bu da yazmaya değer mi?" dediklerim oldu aralarında. Yine de yazdım. Yazdım çünkü onları yazmasam hafızamda kalışlarının ödülünü onlara vermemiş olacaktım. Onların hafızamda kalışlarının demek ki kendiliğinden bir değeri de var. Beni ben yapan bir tarafları yani. Beni başka insanlardan ayıran. Diğer insanlardan farklılaşmak doğru mudur, yanlış mı? Bu yazımızda konu edilecek bir şey değil. Başka bir vesileyle sorulsa bu soruya vereceğim cevap üstelik gayet açık olurdu: Başka insanlardan farklı olmaya gayret etmek  o farklılığın ne olduğuna yakından bağlıdır. Eğer bu farklılığın özü yanlışsa gayret de yanlıştır; başka insanların umursamadığı, ama umursanmaya değer bir şeyi gerçekleştirmeye çalışıyorsan zaten bu da gerekli olandır.
Birazdan aktaracağım hatıralardan sadece ilki benim hafızamdan değil, bana anlatılandan, rahmetli annemin anlatımından. Madem kitapları, kendimi, diğer insanları ve dünyayı okuma serüvenimin hatim duasına girişecek, erbainini çıkaracağım; bu da gerekliydi.

İLK OKUMA/İLK ÖDÜL
Rahmetli dedemin beş bin m2'lik bir bahçe, dört ev, bir bağ, bir kuyu, bir havuz, bir ahır, bir tandır, 4-5 maltız, iki büyük avlu (hayat), iki dut, dört söğüt, bir meşe, bir alıç, bir iğde, üç-dört kayısı, beş-altı kızılağaç, sayısız ot, sayısız domates, biber, patlıcan, mısır, kabak mandal (tarh) ve puştası, sayısız meris, sayısız yer elması, patates vb. yumrusu içeren ve Konya şehir merkezine son derece yakın, çiftlik desen çiftlik olmayan bir ikametgâhta eşi, üç oğlu, üç gelini ve torunlarıyla birlikte yaşadığı bir ortama doğmuşum. İkinci oğlunun hayatta kalmayı başarmış ilk oğlu olarak. Altı yaşına girdiğimde komşu kadının oğlunu hemen bahçemizin yanındaki ilkokula yazdıracağını duyan annemin dedeme gidip "Murat'ı da yazdırsak!" deyişi, dedemin ise buna "O henüz küçük!" diyerek geri çevirişi. Annem ama -kendi deyişiyle -kölemen inadını (yani Çerkes inadını) haiz bir kadın. Komşu kadınla birlikte gidip okula yazdırılmam ve ardından bir kaç ay sonra ilk veli toplantısı zamanı...
Aldı lafı Murat'ın merhum annesi: "Komşu kadın giyinmiş, süslenmiş. Bense ev halimle katıldım yanına. Okula gittik. Öğretmen Ayfer hanım, sınıfta uzun uzun konuştu, çeşitli öğütler verdi, çocukların durumlarını tek tek velilerine anlattı. Ama ne komşu kadının oğlunu ne de seni sözlerine konu etti. Sustu sıra size gelince. Atladı. Toplantı bitti. Diğer herkesle birlikte biz de kalkıp çıkmak istedik sınıftan. Bırakmadı öğretmenin. Siz dedi, kalın biraz, sizinle konuşacaklarım var. Kaldık, çıkamadık sınıftan. Dedenin söylediği geldi aklıma. Büzüldüm iyicene. Yoksa başarısız mıydın, okumaya geçememiş miydin? Bunu mu söyleyecekti öğretmenin? Sözlerini son derece seçe seçe kurdu. Önce komşu kadına konuştu. Oğlun dedi okuma yazmayı Murat'la birlikte ilk öğrenen çocuk. Ona dikkat edin, yardımcı olun, bol bol kitap okutun. Sonra bana döndü. Sınıfta okumayı söken ilk çocuk oğlun. Değerini bilin bunun. Murat bir farklı. Onu mutlaka okutun."
(Bu satırları yazarken neler hissettiğimi kelimelere aktaramıyorsam eğer, bütün okurlardan özür dilerim. Cümlelerim, kelimelerim yetmiyorsa gözlerimden süzülen yaşlar için bir karşılık olmaya, bu tamamen benim yetersizliğim.) Eve dönünce dedem çağırmış yanına annemi. "Ne oldu?" demiş, "söylediğim oldu değil mi?" Annem, olup biteni olup bittiği şekliyle anlatmış. Dedem inanamamış ilkin ve beni yanına çağırmış. Açmış o günkü gazeteyi, "Oku bakalım" demiş bana. Çatır çatır okuyunca haberleri, gözleri ışımış, eli önündeki leblebi kâsesine gidip bir avuç leblebiyi bana uzatmış. Ve yanaklarımı öpmüş. "Haydi oğlum" demiş sonra, "haydi Allah seni muvaffak etsin!"
İlk okuma ödülüm o leblebileri tek başına mı yedim, yoksa emmi oğullarıyla birlikte mi, bunu bile hatırlayamıyorum şimdi!

İLK KAYIP/İLK KÜSKÜNLÜK
Rahmet-i Rahman'a dedemin ardından ilk erişen aile büyüğüm babaannemdi. Onun bir kitabıydı el-İrşad. Sayılarla dolu. Şunu şu kadar okursanız şu derdinize şöyle deva bulursunuz. Şunu istiyorsanız şu zikri şu kadar çekin, şunu şu vakitte bu kadar okuyun tarzı bir kitap. Müellifiyle 1984'te İstanbul'daki Sahaflar Çarşısı'nda tanışacaktım 14 yaşında. El-Hac Muzaffer Özak'la yani. Ama daha öncesi var elbette bunun. Babaannemi kandırıp bir şekilde okumak için almıştım o kitabı elinden. Çocukluk işte. Bir gün okula da yanımda götürdüm kitabı. Eve döndüğümde çantamda yoktu kitap. Sınıftaki sıramda unutmuşum. Ertesi gün sınıfta o kadar aramama rağmen kitabı bulamadım. Büyük ihtimalle bizden sonra sınıfı temizleyen müstahdemlerden biri kitabı da yanında alıp götürmüştü. Bir daha geri gelmeyecek o kitabı. Babaannem kitabını istediğinde durumu bütün açıklığıyla anlatmıştım: "Okulda unuttum. Bir daha da bulamadım."
Rahmetli benimle üç ay küs kaldı, hiçbir sözüme, talebime cevap vermedi. Benimle konuşmadı. Ta ki bir bayram gününe dek. Barıştık. Tabii ki dünyalar benim oldu. Çok sever miydi beni, diğer torunlarından ayırır mıydı, zannetmem. Ama onları ne kadar seviyorsa bir o kadar da beni sevdiğine şahidim. Şunu da o zaman öğrendim böylelikle: Bir kitap için en sevdiğinizden bile vazgeçmeyi göze alabilmelisiniz.
Elbette şimdiye dek birçok arkadaşımda birçok kitabım kayboldu, üzüldüğüm olmadı mı o kitaplara. Üzüldüm. Ama okumuşsam bir kitabı, üzüntülerim geçici kaldı. Zaten şimdiye dek 4-5 kez bütün kitapları elimden de çıkardığım oldu. O yüzden ne elimden çıkardığım kitapları ne de arkadaşlarımda kalanları bir kayıp saymadım kendi açımdan. Aksine belki birer kazançtı onlar. Böylelikle birçok arkadaşım da olmuştu. Çünkü onların da birçok kitabı bende kalmıştı.

İLK OKUDUĞUM ŞİİRLER: ERENLERİN BAĞINDAN
Sınıf öğretmenimiz Ayfer Uysal, belki, zamanını aşan mürebbiyelerdendi. Kıyıda köşede bir okul olan, herhangi bir eğitim başarısı bulunmayan, genellikle alt orta sınıf ailelerin çocuklarının okuduğu, bir kütüphanesi bile bulunmayan okulda bir sınıf kütüphanesi kurdu. 50-100 kitaplık bu kütüphanede her hafta 50'den fazla öğrenci bir kitap alıyor, okuyor; haftaya da başka bir kitap almak üzere sınıf kütüphanesine iade ediyordu. Bir öğrenci de kütüphaneden sorumluydu. Elbette ben değildim o sorumlu, ben çoktan bir çeteye üye olmuştum sanırım. Beş-altı kişilik çetemizle okulda kimseye yan bile baktırmıyorduk. Az kulağımızı çekmedi Ayfer hanım bu yüzden, ama bunun da ötesine pek geçmedi. Bununla yetindi.
Sınıf kütüphanesinde yer alan kitaplar arasında diğer öğrenciler kadar benim de favorilerim içinde Ömer Seyfettin'in öyküleri ve Kemalettin Tuğcu'nun romanları başta gelirdi. Ama bir gün çok ilginç bir kitabı okudum. Halbuki onu bilerek seçmemiştim. Nasıl seçtim, yoksa bana o kitabı Ayfer hanım mı seçti, bunu hatırlamıyorum. Sadece kitabı ve ismini hatırlıyorum. Okurken aldığım büyük zevki. Sonradan çokça aramama rağmen bir türlü bir daha bulamadığım bir kitap: Erenlerin Bağından. O zaman bir hikaye kitabı gibi okumuştum Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun kitabını. Elbette üslubu Kemalettin Tuğcu gibi müşahhas çocuk kahramanların anlatımına dayanmıyordu. O kitaptaki kahramanların hem kendileri hem de erişmeye çalıştıkları şeyler belirsizdi. Ama onların çabalarını anlatan üslup ise eşsiz gelmişti bana, o yaşımdaki aklıma. Şimdiki aklım o zaman olsa "Bunlar kesinlikle mensur şiirler" derdim.
Elbette yıllar geçtikçe okuduğum şairlerin ve şiirlerin sayısı arttı. Sayılmayacak kadar da çoğaldılar. Ama, Erenlerin Bağından zihnimden hiç çıkmadı, bu gidişle çıkmayacak da. Keşke Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun yeğeni, bu hesapla eserlerinin varisi, ortağı olduğu yayınevi vasıtasıyla o kitabı tekrar bassa da benim zihnimdeki bu tortu da yok olsa...

İLK SATIN ALDIĞIM DERGİ
Konya'da Uzun Çarşı içindeki Kapu Camii'nin güneybatısında kalan Yılanlı Medrese'deydi babamın küçük amcamla ortak işlettiği dükkan. O zamanlar Bit Pazarı olarak da adlandırılırdı Yılanlı Medrese. Genelde eski elbise satanlar olurdu orada çünkü. Terziydi babam, terzilik haricinde müstamel (kullanılmış) elbise alım satımı işleri de yapılırdı dükkanda. Elbette bu müstamel elbiselerin yenileştirilmesi, eğer Avrupa işi ise Türk modasına uydurulması vb. işleri de yapardı babam rahmetli. Bunların yanısıra konfeksiyon mağazasıydı da işyeri. Kendi pastallarıyla (model) kestiği kumaşlardan başka terzilere ceket-pantolon diktirirdi yani.
Hemen her hafta sonu babamla birlikte dükkana gitmeyi severdim. Çingenoğlu Fırını'nın başlangıcında yer aldığı Arnavut kaldırımlı yokuşu çıkarken sağda hep bir dilenci gördüğümü hatırlıyorum mesela. Göğsünün üstünde dilenme sebebini oluşturan hastalığı anlatan bir levhayla hep dururdu orada o adam. Ve geçerken mutlaka babam o adamın önündeki mendile bir şeyler bırakırdı, genelde bir miktar para. Dükkana vardığımızda kepengi açmaktan içerdeki malzemeden sergilenecek olanlarını dışarı çıkarmaya, çeşitli ve genellikle alımlı elbiseleri kapı önündeki veya saçaktaki çengellere tutturmaya varıncaya dek yarım saati bulan bir de dükkan açma seremonisi vardı ki hem müthiş derecede yorucu hem de insana yaşadığını hissettiren tarafları çoktu.
Bütün bu işler bittikten sonra babam yakası benzinle silinecek, yahut yırtığı söküğü dikilecek veya telası değiştirilecek müstamel elbiselere yönelirdi. Bazen de dikiş makinesine oturur, önceden hazırladıklarını makinesinde dikerdi. O arada benim de pazarın dışında, hemen batı yanındaki Çaycı Ali abinin dükkanına gidip çay söylemem icap ederdi. Babama çay söylerdim, kendime ise ıhlamur.
Saat 10'a doğru gelirdi müvezzi Hüseyin abi. Bisikletiyle dağıtırdı abonelerine gazetelerini. Aboneler gazeteye değil, Hüseyin abiye aboneydi. Esasen veresiye gazete satmanın bir şekliydi Hüseyin abiye abonelik. Her hafta topluca ödenirdi o haftanın gazete paraları. Babamın her gün aldığı ve eve de bir şekilde mutlaka getirdiği tek bir gazete vardı: Tercüman. Hüseyin abiden o gazeteyi de genelde ben koşar alırdım hemence. O cumartesi selesinde gördüm Tercüman Çocuk'u. Merak ettim. "Kaç lira bu" diye sordum, söyledi, cebimde o kadar miktar para vardı. Uzattım ve aldım dergiyi.
Babam gazetesini okuyordu, ben de dergimi karıştırıyordum. Bir kaç hafta aynı olaylar gerçekleşti. Artık alışmıştım Tercüman Çocuk'a. Çizgi romanlar, kısa öyküler, çocuk şiirleri, ilginç bilgiler içeren bir dergiydi. Sonradan fark ettiğim kimi ideolojik yanları da vardı bu çizgi romanların elbette. Özellikle Yüzbaşı Volkan tam bir soğuk savaş çizgi romanıydı. NATO'cu pilot Volkan, hep Ruslarla falan mücadele ederdi. Hep okuyordum bu dergiyi, kendi harçlığımla alıyordum üstelik. Bir Cumartesi gidememiştim dükkana. Hastaydım. Evde yatıyordum. Akşam babam eve geldiğinde gazeteyle birlikte dergiyi de bana uzatınca dünyalar benim olmuştu. Ve o haftadan sonra kendi harçlığımı dergiye verdirmedi merhum, dergimi hep kendisi aldı. Arada elbette kendisi de okuyarak.

İLK TOKAT
Ortaokul ikinci sınıftaydım. İngilizce dersi. Sıranın gözüne sınıf arkadaşım Nebi'nin okumam için verdiği Ahmed Günbay Yıldız'ın Figan romanını açmış, telaffuzu bozuk İngilizce öğretmeninin anlattığı dersi dinlemek yerine bu romanı okuyordum, Ermeni mezalimini anlatan. Dersin ortalarına doğruydu sanırım.Romana dalmıştım. Bir anda ensemde patlayan tokatla uyandım o dalgınlıktan. Öğretmen dersi dinlemediğimi ve kitap okuduğumu fark etmiş, tokadı ensemde patlatmıştı. Kitap okuduğum için yediğim ilk tokattı bu. Kalleşçe vurulmuştu üstelik, yüzüme değil enseme. Hep böyle hissettim ahir ömrüme dek ve o bodur boylu öğretmenin (biz ortaokul çocuklarıyla aynı boydaydı) ismini de hafızamdan çıkardım.

RESMİ KÜTÜPHANELERE ISINAMADIM HİÇ
Ne ortaokul kütüphanesine ne lise kütüphanesine ne ODTÜ'nün kütüphanesine ne de Selçuk Üniversitesi'nin kütüphanesine çokça gitmişliğim vardır. Konya İl Halk Kütüphanesi'nde de çocukluk ve gençlik yıllarında çok vakit geçirdiğim söylenemez. Herhangi bir ödev konusunu araştıracaksam ilk uğrak yerim hep Hayra Hizmet Vakfı Kütüphanesi olurdu. Kitaplara sanki orada daha kolay ulaşıyor gibiydim.
Bütün bunlara rağmen gerek ortaokul, gerek Fen Lisesi, gerek ODTÜ kütüphaneleriyle ilgili ilginç anılarım da oluştu. Ortaokul kütüphanesinden okuduğum ilk kitap Sosyal Darvinizm'le ilgili sosyolojik bir kitaptı. Kitabı okuyup bitirdiğimde zihnimde kitaptan tek bir cümle, tek bir kelime bile kalmamışken evrim teorisini çürütmeyi amaçlayan bir roman yazmaya girişiverdiğimi hatırlıyorum. Epey de yazmıştım 13 yaşımda bu romanı. elbette son derece kötü bir romandı,  Ahmed Günbay Yıldız'ın romanını hatırlatan tarafları da çoktu.
Fen Lisesi'nde ise zenginliği yaşadım. Birçok ilginç kitaba ulaştım. Birçok hafta sonu bir şekilde kütüphaneye gidiyordum. Elbette Sahaflar Çarşısı'na gitmek için okuldan ayrılmadığım hafta sonları. İdeolojik bakımdan özgür bir kütüphaneydi sanki Fen lisesinin kütüphanesi. Seyyid Kutup'un Fizilalil Kur'an'ı da yer alıyordu, İletişim yayınlarının Latin Hikayeleri Antolojisi de. Elbette okulun Fen Lisesi olmasından kaynaklı olarak Plazma Fiziği, Kozmolojiye Giriş vb. kitaplar da bulunuyordu. Kozmolojiye Giriş, ilginçti şimdi hatırlıyorum da. Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre'ye aitti. Sırf bir fizik kitabı sayılmazdı aslında. elbette kitap Özemre hocanın Teorik Fizik Kürsüsü'nde verdiği yüksek lisans derslerini (bu yüzden benim gibi tıfıl bir başlangıç öğrencisi için anlaşılması epey güç formüller yer alıyordu kitapta) içeriyordu, ama her bölümün başına da bir şekilde bizim kültürümüzün nadide örnekleri serpilmişti. 1987 yılında TAEK Başkanı olan Ahmet Yüksel Özemre, Çernobil Nükleer Santrali kazası sonrası yaptığı açıklamalar dolayısıyla epey eleştirilmişti de. Bu eleştirilerin çoğunun ideolojik saiklere dayalı olduğunu belli belirsiz sezebiliyordum. Ama bilimsel herhangi bir dayanaklarının olmadığını da sonuçta görebiliyordum.
1987 Ramazan'ında Fen Lisesi'ni ziyaret eden dönemin darbeci Cumhurbaşkanı Kenan Evren'i karşılama kıtasında yer alan oruçlu öğrencilerdendim. Biz bahçede vakit geçirdik, Kenan Evren ise aşağıda yemekhanede oruç tutmayan öğrencilerle birlikte yemek yedi, sonra okulu denetledi, kütüphanede gördüğü Fizilalil Kur'an tefsirini de "Ne işi var bu kitabın burada? Kaldırın bunu!" diyerek kaldırttı. Kenan Evren'e eşlik eden solcu sınıf arkadaşlarımın yalancısıyım.

BANA RAMAZAN YELKEN KEFİL OLDU
1992'de Konya'ya dönmüştüm. Üniversite sınavına yeniden girmiş, bu kez Selçuk Makina'yı ilk yazmıştım, okumayacağımı bile bile. Sırf rahmetli babamın gönlünü hoş etmek için. Kazandım da. Okula kayıt yaptırabilmem için ODTÜ'de kalmış diplomamı geri almam gerekiyordu. Bunun için gerekli bütün işlemleri ODTÜ Öğrenci İşleri'nde tamamlamış sayılırdım, ama ODTÜ Kütüphanesi'yle ilişiğimin olmadığını da göstermem isteniyordu, kütüphane kartını iade etmem gerekiyordu yani. İyi de ben bir kütüphane kartı almamıştım ki! ODTÜ Kütüphanesi'nden kart almadan, yani ödünç kitap almadan, doğrudan kütüphanede oturarak/okuyarak yararlanmıştm.
Durum böyle olsa bile kendime bir kefil bulmam gerektiği söylendi. Kefil olarak aklıma gelen ilk isim ise o sıralar ODTÜ Sosyoloji'de doktora yaptığını bildiğim Ramazan Yelken hoca oldu. Ulaştım bir şekilde kendisine. Ve onun bana kefil olmasıyla ODTÜ Kütüphanesi'yle herhangi bir ilişkimin olmadığını ibraz ederek lise diplomamı ODTÜ zindanından kurtardım.
ÇETO, 10


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder