31 Ekim 2020 Cumartesi

Lacan, psikanaliz ve tüm diğer disiplinler

 20. yüzyılın başlarında Sigmund Freud’un kurmaya çalıştığı psikanalitik söylem içinde yer alan, ancak buna karşın “ben psikolojisi”, “nesne ilişkileri teorisi” vb. gibi Freud’un ölümü sonrası psikanaliz içinde ayrışan eğilimlerin yanında Lacan’ın psikanalizi ilk bakışta yüzyılın ikinci yarısında neredeyse fikri bir moda haline dönüşmüş yapısalcılığın etkisi altında gelişen başka bir psikanaliz çeşidi olarak görülmüştü genellikle. Bunda hiç kuşkusuz, Lacan’ın ünlü seminerlerinde sarf ettiği “bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır” vb. sav sözlerin, seminerlerine katılan Claude Levi-Strauss gibi önemli yapısalcı düşünürlere olan kavram borçlarının rolü de büyüktür. Ancak yine de bu tür söz ve borçlara karşın, 1970’li yıllarda Deleuze ve Derrida gibi yapısalcı/postyapısalcı addedebileceğimiz düşünürlerle arasında vuku bulan çeşitli polemikler, Lacan’ın ‘yapısalcılıkla’ arasındaki ilişkilerin zannedildiği kadar berrak olmadığını, etkilenme yahut benimseme vb. süreçlerle açıklanamayacak bir karmaşıklık içerdiğini de bir şekilde ifade etmek gerekli. Gerçekte Lacan’ın bu eğilimlerle arasındaki ilişki, genel olarak psikanalizin bilimle arasındaki lişki gibi.

Yapısalcılığın standart eleştirileri, kurgulanan ‘yapı-özne’ karşıtlığı içinde onun ‘özneye alan bırakmama’, her şeyi ‘yapı’ya indirgeme eğilimlerine odaklanır genelde. Ancak bu eleştirileri Lacan’a yöneltmenin müşkil olduğu da görülmektedir. Lacan’ın yapısalcılıktan etkilendiği, yapısalcılık içinde addedilmesi gerektiği sav ve varsayımlarını savunmayı güçleştirecek ölçüde Lacan’ın ‘özne’ye ve ‘özne-oluş’a önem atfettiği görülür. Esasen Lacan’ın psikanalizinde özneyi ve özne kavramını vazgeçilmez bulup özne olmanın ne demek olduğunu, nasıl özne olunduğunu, özne olamamaya (psikoza) yol açan şartları ve başvuranı/danışanın özneliğini restore edebilmek maksadıyla analistin hazırlayacağı zemin için gerekli gereçleri irdelediğini de biliyoruz.

İngilizce okuyan dünyada Lacan ile ilgili efsanelerin çoğuna “öznelik meselesini kenara itmiş, en kıymetli, en dokunulmaz addettiğimiz benliklerimizin orta yerinde bir ‘yapı’nın işlediğini iddia eden bir psikanalist portresinin hakim olduğuna dikkat çeken Bruce Fink, Türkçe’ye Lacancı Özne adıyla çevrilen kitabında hem bu portredeki yanlış bulduğu hususları tashih etmeye hem de Lacan’ın “özne” meselesine yaklaşımını bir bütün olarak toparlayıp serimlemeye, onun “özne teorisi”ni anlaşılır kılmaya çalışıyor. Lacan’ın çalışmalarının seyri içinde bu teorinin epeyce bir değişim geçirdiğine işaret eden Fink, dört bölümlük kitabının ilk kısmında Lacan’ın Ötekilik incelemelerinden başlayarak özne teorisinin gelişimini irdeliyor. Çünkü Fink’e göre, Lacan seminerlerinde ve yazılı metinlerinde durmadan özneyi anmasına karşın, öteki sorunu onun ilgisinin odağında daha çok yer kaplamaktadır. Ancak bunu yaparken, Lacan yapı veya onun yerini tutacak şekilde kullanırsak ötekilik kavramını en uç noktaya taşır ve yapıya meydan okuyan bir şeyler görmeye başlarız: özne ve nesne. Lacan’ın 1950’lerde kendi fenomenolojik kabullerinden kopuşuyla beraber gerek Ötekiliğe gerekse özneliğe bakışının da değişmeye başladığını ifade eden Fink, Lacan’a ait “özne bir gösterenin başka bir gösteren için temsil ettiği şeydir” tanımını aydınlatacak şekilde özne, öteki ve arzu arasındaki pozisyonel değişimleri irdeler. Kitabının üçüncü kısmını Lacancı öznenin ne demek olduğunu anlamak bakımından önemli sayılabilecek Nesne teorisini de tıpkı Özne teorisinde yaptığı gibi “Öteki” ve “Öteki’nin arzusu” üzerinden okuyan Fink, Lacan’ın nesne teorisinde nesnenin bir arzuyu doyuran şey değil, tam tersine o arzunun ortaya çıkmasının sebebi olarak görülmesinin onun psikanaliz tekniğine yaptığı katkıları anlamamızı kolaylaştıracağına dikkat çeker.

Fink, psikanalizin sadece kendine has dayanakları olan bir disiplin söylem olmanın ötesinde, diğer disiplinlerin kör noktalarını aydınlatan, yapılarını ve işleyişlerini çözebilen yegâne söylem olduğunu iddia ediyor. Lacan gibi o da bir gün bilimin de psikanalizi kabul edebilecek kadar usta bir hale dönüşeceğini umuyor. 

Karşıtlıklar üzerinden çocukluk teorisi

 Modern gündelik hayatın insan için iyice rutinleşmiş, her gün binlerce olay yaşamamıza ya da dünyanın dört bir köşesinde yaşanan olaylardan haberler almamıza karşın ne toplu taşımada ne alışveriş yaptığımız marketlerde ne televizyon seyrederken ne bir etkinlik için alacağımız bilet için kuyrukta beklerken ne asansörde tanımadığımız insan yüzlerine bakmaktan sıkıldığımız dakikalar bizim için kalıcı sayılabilecek öneme kavuşurlar. Yani aslında gerçek anlamıyla birer deneyime dönüşmezler. Gündelik hayatın bu rutinliği içinde iyice sıradanlaşmış, deneyim bakımından yoksullaşmış, hatta neredeyse sıfırı bile tüketmişizdir. Gündelik hayat bizim açımızdan öyle büyük bir sıkıntıya dönüşmüştür ki sanat ve edebiyat alanında üretilen birçok “fantastik” öykü ve ayrıntıya kapılıp gider, kendi içimizde ve dışımızda yaptığımız yolculukların büyüsüne kapılırız.

Yaşadığımız gündelik hayatları bizim için dayanılmaz hale getirenin bu hayatların deneyime dönüştürülemez olduğundan kaynaklandığını iddia ediyor İtalyan filozof Giorgio Agamben Türkçe’ye Çocukluk ve Tarih adıyla çevrilen kitabında. Modern şartlar altındaki gündelikliğin ürettiği sıkıntılar sadece gündelik olanın “bayağılığından” türemiyor elbette. Çünkü yüzyıl öncesine kadar deneyim doğrudan gündelik olandan yapılıyordu Agamben’e göre, sıradışı sayabileceğimiz olaylardan değil. Deneyim kendine gereken bağlantıları bilgide aramadan otoritede, yani söz ve öyküde buluyor, ne kadar bilindik ve önemsiz olursa olsun her olay, istiridye kabuğu altında bir incinin oluşumu gibi, çevresinde deneyimin kendi otoritesini tesis ettiği bir toz zerreciğine dönüşüyordu.  Günümüzdeki deneyim yoksulluğunun sebeplerinden en önemlisini burada bulguluyor Agamben: Günümüzde hiçbir kimse bir deneyimin hakikatini garantileyebilecek otoriteyi elinde bulundurmamaktadır; böyle bir otoriteye sahip olsa bile, kendi otoritesinin kökünün de bir deneyimde yattığını pek düşünmez.

Günümüzün ayırt edici özelliğini her otoritenin ilk ve belki en önemli mesnedinin dile getirilemez olanda yattığı ve hiçbir kimsenin tek meşruluk garantisini deneyimden alan bir otoriteyi geçerli saymaya yanaşmadığı olduğunu ileri süren Agamben, gündelik hayatlarımızda atasözleri ve vecizeleri kullanma frekansımızdaki düşüşün bir sebebinin de onların bir yerde deneyimin otorite kılığına bürünmesinde aranabileceğini de düşünüyor. Günümüzde atasözleri ve vecizelerin yerini sloganların tuttuğunu savlayan Agamben’e göre, “sloganlar deneyimi yitirmiş bir insanlığın atasözüdür.”

Yine de Agamben için deneyimler büsbütün yok değil. Deneyimler var fakat bu deneyimler insanların dışında gerçekleşiyor. İnsanlar genelde bu deneyimleri turistik bir gezide ya da müze ziyaretlerinde seyretmekten haz alıyorlar. İnsanların bu deneyimleri seyretmek, fotoğraflamak, onların önünde selfi çekinmek gibi iç rahatlatıcı davranışlarına hayıflanmak yerine doğrudan bu durumu göz önüne alarak belki de deneyim eksikliğine ilişkin bu hissizlikte bir tür “bilgelik kırıntısı” olabileceğini düşünüyor. Gelecekte filizlenebilecek bir deneyimin tohumunu içerebilecek bu bilgelik kırıntısı varsayımıyla Walter Benjamin’in “gelecek felsefe” programının mirasını sırtlanan Agamben, sözkonusu tohumun filizlenmesine elverişli bir mantıksal yatağı hazırlama görevini uhdesine alıyor.

Kitabında Agamben Kant, Hegel, Husserl, Heidegger, Benveniste, Benjamin gibi düşünürleri takip ederek günümüz düşüncesindeki bir takım tema ve karşıtlıklara yeni bir yorum getiren bir çocukluk teorisi geliştiriyor. Bu açıdan Agamben’in Marksist altyapı ve üstyapı kavramlarından, zaman ve tarih, ritüeller ve oyunlar arasındaki farklar gibi birçok konuyu, doğa ve kültür, konuşma ve dil, özne ve bilinçaltı vb. zıtlıkları böylelikle yenilenmiş bir perspektifle ele aldığını görüyoruz. 

Taşköprülüzade'nin ameli bilimler fikriyatı

 Üzerinde bulunduğu topraklarda altı yüzyıl hükümferma olan Osmanlı devletinin bu başarısını sırf askeri ve idari teşkilatının kudretine bağlı olarak düşünmek bir yerde bizi hataya sürükler. Bu başarılı askeri ve idari teşkilatın arka planında yer eden toplumsal, ahlaki ve siyasi umdelerin türediği hayat anlayışlarının ana gövdesi 9 ila 13. yüzyıllar arasında teşekkül etmiş İslam düşünce geleneğinde uç bulan tekvini (kainat) ve tenzili (Kur’an-ı Kerim) kitaplara yönelik yorumlama çabalarından filizlendiğini de görmek gerekir. Sözümona Gazzali ya da Fahreddin Razi ile kesintiye uğradığı ileri sürülen İslam düşünce geleneğinin Osmanlı’daki fikri çabalarda sürdüğü de bu tespite eklenebilir.

Davud-u Kayserî’nin başmüderrisi olduğu İznik medresesinden itibaren klasik İslam düşünce geleneğinin büyük bir önem atfettiği tekvini ve tenzili kitapların yorumlanması için gerekli alet ilimleri arasında yer alan dil bilimlerine ağırlık verildiği, bu çerçevede nahiv ve sarf gibi temel dilbilimlerinin yanında meani, beyan ve bedii adlarıyla da anılan belagat ilimlerine ve ayrıca mantık bilimine de Osmanlı medreselerinin eğitim programlarında esaslı bir yerin ayrıldığı vurgulanmalıdır. Osmanlı ilim geleneğinde dil bilimlerini mantık ve usul bilimleriyle ilişkilendiren ismin Molla Fenari olduğunu biliyoruz. Ayrıca Ali Kuşçu’nun delaletiyle de günümüze “rasyonel dil teorisi” şeklinde izah edebileceğimiz ilmu’l vaz dersleri Osmanlı medreselerinin müfredatına girmişti.

14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dil ve mantık bilimlerinin kelam ve felsefenin ilgili konularıyla birlikte düşünülmeye başlanması ve dil bilimlerinde gerek kelam ve felsefenin genel konularında gerekse özel meselelere dair metinlerin üretilmesi, İslam tarihinde ilk kez ve tek olarak Molla Lütfi’nin dil bilimlerini vaz’ kavramı çerçevesinde tasnifi ve kendi düşüncelerini de dilsel seviyede Kur’an-ı Kerim’le irtibatlandırmasıyla Osmanlı felsefi düşüncesinin ana konturlarının da ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

16. yüzyılda İstanbul’da yetişen ve dili mutlak varlık kavramının bir tecellisi kabul eden önemli bir Osmanlı düşünürü olan Taşköprülüzade Ahmet Efendi’nin “dil, ahlak ve siyaset” olarak tasnif edebileceğimiz pratik (amelî) bilimler etrafında oluşturduğu fikriyatı incelemeye ayrılmış bir derleme kitap Taşköprülüzade’de Dil, Ahlâl ve Siyaset. İlmi Etüdler Derneği (İLEM) ile İlim Sanat Tarih Edebiyat Vakfı (İSTEV) tarafından yürütülen Taşköprülüzade Projesi kapsamında 2016’da İstanbul’da düzenlenen “Luluslararası Taşköprülüzade Sempozyumu”na sunulan tebliğlerin derinleşmesiyle yazılan makalelerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan derlemede Taşköprülüzade’nin siyaset teorisi, ahlak felsefesi ve dil bilimlerine katkılarını irdeleyen önemli çalışmalar bulunuyor.

Sözgelimi Taşköprülüzade’nin siyaset düşüncesinin arka planını felsefe, fıkıh, tasavvuf literatürüyle i-yorumlayan Mustakim Arıcı, Taşköprülüzade’nin idealist bir siyaset tasavvuru ve değerler anlayışı ekseninde siyaset pratiğini tasavvufi bir dille yorumlama çabasında olduğuna işaret ederek onun siyaset bilimi ve daha genel olarak siyasal bilimlere bakışını ortaya çıkarmaya uğraşıyor. Böylelikle Taşköprülüzade üzerinden Osmanlı ulemasını siyasal bilimler tasavvurunu örnekliyor. Aynı şekilde, Özkan Öztürk’te Taşköprülüzade’nin Risale fi beyani esrar’il hilafet’il insaniye eserinde geliştirdiği “maddi ve manevi siyaset” tasavvurunu, bu tasavvurun içinde vücut bulduğu söylemin soykütüğünü İbn Arabi’nin eserlerine dek izleyerek meydana çıkarmaya gayret ediyor. Ahmet Tahir Nur ise Osmanlı ilim ve fikir hayatının İslam düşünce mirasına süreklilik kazandırdığını vurgulayarak başladığı makalesinde Taşköprülüzade’nin siyaset kavramı ve kaynakları hakkındaki bazı gözlemlerini aktarıyor.

Editörlüğünü İhsan Fazlıoğlu ile İbrahim Halil Üçer’in yaptığı kitapta ayrıca Taşköprülüzade’nin dil bilimleri ve ahlak felsefesine katkılarını da inceleyen makalelere yer verilmiş. 

Deleuze antik felsefeye dair ne söyler?

 Hemen hemen bütün önemli eserleri Türkçe’ye çevrilmiş çağdaş bir Fransız felsefeci Gilles Deleuze. Lyotard, Foucault, Derrida ve Lacan ile birlikte 1960’lardan günümüze ileri sürdüğü görüşlerle dikkatleri üstünde toplayanlar arasında. Bu dönem Fransız düşüncesine hâkim temalar sebebiyle gerek muhalifleri gerekse sevenleri tarafından kabaca postyapısalcı/postmodernist olarak adlandırılan kuşağa dahil. Aynı kuşakta yer aldığı bazı isimlerle, sözgelimi Lacan’la polemikleri ve psikanalize karşı, Felix Guattari ile birlikte önerdikleri şizoanalizle gündeme gelen Deleuze’ün Bergson, Spinoza ve Nietszche üçlüsüyle şekillendirdiği okumalarını göz önünde tutmanın onun düşüncelerini tam olarak kavrayabilmek bakımından yeterli olmayacağı iç görüsüyle hazırlanmış bir kitap Deleuze ve Antik Felsefe.

Kitapta yer alan makaleleri derleyen ve Türkçe’ye çeviren Sadık Erıol Er’in deyişiyle felsefe tarihine dair ilişkisinde “ikircikli bir tutum” izlemiş Deleuze’ün bir yandan David Hume, Leibniz, Kant, Bergson, Spinoza ve Nietszche gibi majör addedebileceğimiz isimleri gah olumlayarak gah olumsuzlayarak anlattığını görürüz. Hume, Bergson, Spinoza ve Nietszche gibi isimlerde kendi felsefi yaklaşıma yarayacak unsurları, olumlayarak özümseyen Deleuze’ün Leibniz ve Kant’a karşı kısmen düşümanca bir tutum takındığı da iyi bilinir.

Kitaba yazdığı sunuş yazısında Deleuze’ün felsefe tarihine karşı tutumunun onun “boğucu etkisinden” kaçmaya çabalamak ve bu tarihe egemen olan hattın, yani aşkınlık ve temsil hattının hegemonyasını kırmak olarak özetlenebileceğini kaydeden Er, bu tavrı sadece “felsefi” değil, aynı zamanda “siyasal” bir tavır olarak da niteliyor. Deleuze’ün siyasal tavrına uç veren yaklaşımının antik felsefe ile tarihsel bir bağı da kurduğunu düşünen Er, Deleuze’ün Platonculuğun ters çevrilmesini basit bir ontoloji meselesi olarak kabul etmeyip bunu daha çok gücün ahlaki ve politik bölüşümü olarak değerlendirdiğini kaydediyor.

Deleuze, felsefe tarihine egemen Platonculuğu yıkmak için temelde Bergson, Spinoza ve Nietszche’ye yaslansa da Aristoteles, Stoa, Lucretius, Epicuros vb. isimleri de sık sık anar. Özellikle Fark ve Tekrar, Anlam’ın Mantığı gibi eserlerinde bu isimlere yaptığı atıflar dikkat çeken Deleuze’ün antik felsefe ile kurduğu bağa bir ışık düşürmeyi amaçlayan kitapta John Sellars, Daniel W. Smith, A. Jacob Greenstine, Michael J. Bennett, Keith Ansell-Pearson, Gina Zavota gibi isimlerden yapılmış makale çevirileri yer alıyor.

Bu makalelerde Plotinos’un Platonculuğuna verilebilecek Deleuze yanlısı cevaplardan Deleuze’ün felsefe tarihine yaklaşımının değerlendirilmesine, Deleuze’ün Epikurosçu ilke ve anlayışlar üzerinde temellenmiş olumlayıcı natüralizminden Deleuze’ün Epikurosçu ve Stoacı kavram, anlayış ve ilkeleri kendi çalışmalarında nasıl istihdam ettiğine, onun Aristoteles’i yanlış okumasından Parmenides, Aristoteles ile birlikte ontolojiye bakışının seyrine kadar önemli sekiz makale yer alıyor.

Yirmibirinci yüzyılın Deleuze yüzyılı olacağı söyleyen Deleuze’ün de yakın dostu diğer bir Fransız düşünür Michel Foucault’un haklı olup olmadığı bir yana, Sadık Erol Er Deleuze’ün düşüncelerinin antik felsefeyle ilişkilerini soruşturan derlemesiyle bize felsefi düşüncenin kendi tarihi üstüne bükülen yanlarını hatırlatıyor

6 Ekim 2020 Salı

ŞİİR OKUMA GÜNLÜĞÜ-10

Nima Yuşiç’in şiirleri

“her şeyde ve her yerde

geçişi o güneşin benden

bilmem ki yavaşlığımdan mı

yoksa hızımdan?

beni ışıtmıyor, tamam

ama başkalarının da güneşi o

ırmağın kıyısında”

Özellikle modern şiirimizde kökleri Ahmet Haşim’in o ünlü Piyale önsözüne dek uzanan bir anlayış vardır: Şiirde ‘musiki’nin önemli olduğunu vurgulamaya bayılır bu anlayış. Ahmet Haşim neyse de çoğu kez şiirde vezin savunmalarının temelinde de bu yatar. Garip şiirinin yıktığı ‘şairane’liğin bir bileşenidir gerçi vezin yoluyla şiirin ihtiyaç duyduğu musikiye ulaşma kaygısı. Sözkonusu ‘musiki’ anlayışı Garipçilerin öncelikle karşı çıktığı şairaneliğe mahsus ‘eda’ ve ‘ahenk’in oluşumundaki ilk müsebbibidir.

Modern İran şiirinin kurucu ismi sayılan Nima Yuşiç’ten bazı şiirleri derleyerek Türkçeleştiren M. Bülent Kılıç’ın hazırladığı Ey İnsanlar adlı kitapta rastladığım Ferudun Moşiri’nin yazdığı bir yazıdaki şu sözleri tam da bu bakımdan ilgimi çekti doğrusu: “Şiiri doğal bir dille yazmalıyız; doğal bir dille ve konuşma diline yakın yazmalıyız. Müziğin gücünden çok fazla yararlanmamalıyız.”

Ahmed Şamlu, Furuğ Ferruhzad, Sohrap Sipehri gibi modern İran şiiri içinde uluslararası çapta popülerleşmiş birçok ismi de etkilediğini bildiğimiz Nima Yuşiç’in bu görüşlerini ne zaman ifade ettiğini merak ediyorum aynı şekilde. Hayat hikayesinden 1920 ila 1960 yılları arasında şiir yazdığını çıkarsadığım Yuşiç’in ilk şiirleriyle birlikte klasik tarzda yazılan İran şiiriyle arasındaki mesafeyi açtığı düşünülüyor. Hatta bu sebeple epey de eleştiri almış 1923’lerde Yuşiç. Ama yine de bana kalırsa aruz veznini kıran, ya da dizeler arasında bölüştüren Yuşiç’in modern İran şiirinin oluşumuna katkısı belki de Mehmed Akif’in Türk şiirine katkısı gibidir. Otobiyografisinden aktaracağım şu sözler durumu bütün sarahatiyle ortaya koyuyor diğer yandan: “Benim özgür şiirimde kafiyenin ve veznin başka bir işlevi var. Dizelerin kısalıp uzaması bir fantezi ve oyun değil. Ben ölçüsüz şiirin de bir ölçüsü olması gerektiğine inanıyorum. Her sözcüğüm bir başka sözcüğüme şaşmaz bir kaideyle bağlıdır. Ve serbest şiir benim için öteki şiirden daha zordur.”

Kılıç’ın hazırladığı kitap çevremizdeki ülkelerde üretilen edebiyat verimlerinden bigâne kalmamamız gerektiğini tekrar hatırlattı bana. (4 Nisan 2018)

Şiirin toplumsal bir işlevi var mıdır?

“Ülkemizde edebiyatın, hatta bazı ölçülerde toplumun birçok sorunları açık kapalı, şiirde tartışılır, şiirde çözülür yahut çözülmez veya sorunlardan şiirde vazgeçilirdi.” Böyle yazmış Turgut Uyar, Korkulu Ustalık’ta bir araya getirilen yazılarından birinde. Şiirin toplumumuzun tarihsel bir anında salt ‘sanat’ olmaktan öte bir anlam ve işlev kazandığını ortaya koyuyor elbette onun bu sözleri. Uyar’ın yaptığı bu belirlemeyi İsmet Özel’in koştuğu o şartla, yani ‘Türkiye’yi anlamak için şiire başvurma’ gerekliliği ile birlikte düşünmek elbette mümkün. Lakin Uyar’ın sözlerini sarf ederken kullandığı geçmiş sigası da bize çok şey anlatıyor. En azından İsmet Özel’e nazaran Turgut Uyar açısından toplumsal sorunları -en azından bir kısmını- şiir yoluyla konuşmanın günümüz için bir gereklilik olmadığını belirtmeliyim.

Toplumun kendi sorunlarını tarihin bir anında şiir yoluyla tartışmak zorunda kalışı, bu sorunlar şiir yoluyla ister çözülsün ister çözülmesin, onun yani şiirin önem ve işlevini her ne kadar gösteriyor olsa da toplumca karşılaştığımız sorunları tartışmanın bu şeklinin geçerliliği de kalmamış olduğunu gösteriyor bu geçmiş sigası. Bugün sorunlarımızı şiir yoluyla tartışmanın bir anlamı, önemi ve işlevi yok bana kalırsa. Üstelik bir zamanlar sorunları şiir yoluyla tartışmanın toplumsal düşünce açısından bir nevi çocukluk evresi olarak algılanması bile mümkündü. Böyle algılayanlar da olmuş üstelik. Sözgelimi bu açıdan Descartes’in Usul Hakkında Nutuk’unu yazılışından yaklaşık 200 yıl sonra Türkçe’ye kazandıran İbrahim Ethem’in bu kitaba yazdığı önsöz okunursa, onun şiir yoluyla düşünmeyi bir ‘çocukluk’ olarak gördüğünü de söylememiz garipsenmeyecek. Dahası sorunları şiir yoluyla düşünüp tartışmanın modern zamanlarda bize bir avantaj kazandırmadığı, aksine bu sorunları daha da çözümsüz bıraktığı ortada. Eğer bazı toplumsal sorunlar şiir yoluyla tartışılıp çözümlenebilseydi, o sorunlar hâlâ devam ediyor olmazdı.

Elbette İbrahim Ethem’in düşünme açısından şiiri toplumların çocukluk evrelerine ait sayarak felsefe yoluyla sorunları tartışmanın daha gelişkin bir toplum olmanın emaresi olarak betimleyen yaklaşımı da ayrıca eleştirilebilir. İbrahim Ethem, bu yaklaşımıyla on dokuzuncu yüzyılın pozitivist anlayışının bir takipçisi neticede. Aynı zamanda bu yaklaşım büyük ölçüde klasik oryantalizmin ve Avrupamerkezci tezlerin silik bir yansıması şeklinde de görülebilir.

Herhangi bir toplumsal sorunun çözümünde öncelikli olanın şiir, felsefe, siyaset, iktisat ya da başka bir fikri kalıp olmadığı görülmeli bence. Bir toplumsal sorunun çözümünde gerekli olan ilk şeyin o sorunu çözme iradesi olduğunu söylemeliyim. Bu irade çoğu kez suiistimal edilerek başka bazı çıkarların hizmetine sunuluyor esasen. Sözgelimi Türkiye’de sosyalizmin popülerleştirilmesinde Nazım Hikmet’in, Büyük Doğu fikriyatı bakımından Necip Fazıl Kısakürek’in bayraklaştırılmasına da bu veçheden bakmalı. Şiir, toplumsal düşüncelerin yaygınlaştırılması, geniş yığınların bu düşüncelere bağlanması için başvurulan bir enstrümana dönüştürülüyor. Dahası şiir bütün bu vetire içinde bir meşrulaştırma mekanizması olarak işlev görüyor çoğu kez. Bu pek şiirin hayrına bir durum olmasa gerek. (5 Mayıs 2018)

Sadık Koç’un iki kitabı

1981 doğumlu genç bir şair Sadık Koç. İkinci şiir kitabı Topraktan Ayrılalı geçtiğimiz aylarda yayınlandı. Dergâh, Fayrap, İtibar, Kertenkele, Aşkar, Temmuz gibi dergilerde hem şiirlerini hem de yazılarını gördüğümüz Koç’un ilk şiir kitabı Yara Bandı da 2014’te yayınlanmıştı. İki kitapta toplam 37 şiiri yer alıyor Koç’un.

İlk kitabı Yara Bandı’nda kısmen retorik sayabileceğimiz, doğrudan söyleyişe dayalı şiirleri yer alıyordu Koç’un. Koç, ikinci kitabında da aynı tutumunu sürdürüyor. Şiirine gündelik hayat parçalarını bu doğrudan söyleyişle dahil ederek yazıyor Koç. Avantajı da dezavantajı da burada aslında. Teknik bakımdan aynı tutumu sürdürmenin bir alışkanlığa dönüşmesi, kişinin kendisini çoğaltması gibi bir tehlikesi var çünkü bunun. Yine de nispeten başarılı saymak mümkün Koç’u şiirde.  Diğer yandan Koç’un şiirlerinin kompozisyon bakımından tümleşik bir yanı da var. Çarpıcı, diğerlerinden hemence ayırt edilebilecek dizeler çekip çıkarmak bu yüzden güç bu şiirlerden. Peki bu iyi mi kötü mü? Şimdilik bunun kararını vermek zor. Şimdilik halkçı-memleketçi tavrıyla şiirini kotarıyor Koç, ya sonra? (17 Nisan 2020)

Şehristani'nin İbn Sina'da bulduğu çelişkiler

 İslam felsefesi dendiğinde akla gelen ilk üç isimden biridir İbn Sina (diğer ikisi elbette Farabi ve İbn Rüşd’dür). Beytu’l Hikme’de sürdürülen tercüme çalışmalarının beslediği fikri bir ortamda el-Kindi ile şekillenmeye başlayan felsefi düşünmenin meşşai formunun muallim-i evvel sayılagelen Aristoteles sonrası muallim-i sani (ikinci öğretmen) unvanıyla da anılan Farabi’nin bir takipçisi olarak düşünülse de, İbn Sina’nın manevi üstadı Farabi’yi birçok bakımdan aşarak Meşşai felsefenin zirvesine yerleştiğini ve sonrasında “Şeyhur’reis” unvanıyla da anılmaya başladığını biliyoruz. İbn Sina için bu unvanı sadece felsefeyle ilgili kişilerin değil, Sadreddin Konevi vb. sufilerin de aynen kullanmaları onun yaklaşımının, fikri çaba ve eserlerinin itibarını göstermesi bakımından önemlidir.

İbn Sina’nın felsefi bakımdan kendisinden önceki tüm düşünme eğilim ve yaklaşımlarının zirvesini temsil ettiği, ondan sonra yeni bir felsefi sistem oluşturmaya çalışanlar için de hem bir kaynak hem de bir hesaplaşma zemini sunduğu söylenebilir. Öyle ki, Ebu Hamid Gazzali, felsefecileri üç konuda tekfir edip, başka bazı konularda da eleştirilerini sıralarken aklında elbette Farabi ve İbn Sina ile temsil edilen Meşşai felsefe vardır; ancak, Gazzali’nin filozofların görüşlerini eleştirirken esas aldığı metinler İbn Sina’nın eserleridir.

Doğruluk ve tutarlılık

Ortaçağ felsefe dünyasında benzeri olmayan bir isimdir belki de İbn Sina. Gazzali, Fahreddin Razi, Şehristani gibi isimlerin eleştirilerine karşın İbn Sina’nın klasik dönem sonrası Müslüman entelektüel dünyada önemli bir rol oynadığı da kuşkusuzdur. İbn Sina belki İslam düşünce tarihi açısından kavşakların buluşma noktası addedilebilir. Onun, kendisinden önce var olan bazı düşünme eğilimlerini reddettiğini biliyoruz; bu eğilimler İbn Sina’dan sonra varlıklarını sürdürememişlerdir. İbn Sina’dan önce felsefe ve kelam arasında herhangi bir münasebet yokken İbn Sina ile birlikte çoğu kez çatışmacı da olsa bir ‘ilişki zemini’ ortaya çıkmış, İslam düşünce geleneğinin kendine ait bir modus vivendi icat edilebilmişti. Gazzali’nin İbn Sina’yı eleştirmesiyle birlikte ve bu eleştirilere rağmen, İbn Sina sonrası kelamın, İbn Sina metafiziğiyle İslam öğretisinin bağdaştırılması ya da bu bağdaşıllıkların eleştirisi etrafında şekillenen bir seyir çizdiğini biliyoruz. Yine öyle ki, İbn Sina’nın metafizik alanda yaptığı katkılar ondokuzuncu yüzyıla kadar kelamcıların eserlerinde yer bulmuş, tartışılmıştır.

İbn Sina’nın metafiziğinin kalbini teşkil eden ve çoğu kelamcının şimşeklerini üzerinde toplayan “Tanrı-Alem ilişkisini” ve Şehristani’nin bu bağlamda İbn Sina’ya yönelttiği eleştirileri ele alan kitabında NEÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Hüseyin Bircan, Şehristani’nin hedefinin İbn Sina’da bulduğu çelişkileri, özellikle onun metinlerinden hareketle ortaya koyarak İbn Sina’yı insanlar seviyesine indirmek olduğunu vurguluyor. Felsefenin geçerliliği ya da geçersizliği gibi bir meselesi olmayan Şehristani’nin, zaman zaman İbn Sina’yı son derece sert bir şekilde eleştirse de, Gazzali’nin aksine onu hiçbir şekilde bidatle ya da tekfirle suçlamadığına dikkat çeken Bircan, onun İbn Sina’yı eleştirmek için yazdığı Musaraa adlı kitabında bazı Eşari refleksler olmakla birlikte İsmaili eğilimin ağır bastığını, dolayısıyla Şehristani’nin bu eserde bizde “eklektik Batıni bir filozof” olarak göründüğünü vurguluyor. Kitabında Şehristani’nin İbn Sina’ya yönelttiği eleştirileri doğruluk/uygunluk ve tutarlılık/yerindelik kriterleriyle irdeleyen Bircan, aynı zamanda İbn Sina’nın metafizik görüşlerinin panoramasını da ortaya çıkarıyor.

Tüm yönleriyle Doğu Akdeniz'de Türkiye

 Son dönemlerde Türkiye’nin dış politikasının en önemli kalemlerini teşkil eden sorunların birçoğunu Doğu Akdeniz başlığı altında toplamak mümkün. Suriye, Libya, Filistin, Kıbrıs bu kalemler arasında elbette en öncelikli olanlar. Ayrıca Türkiye’nin güvenliğini dolaylı olarak etkileyen başka bazı sorunların da Doğu Akdeniz havzasında ele alınması gerektiği açık: Mısır ve Lübnan’daki gelişmeler de bunlardan. Türk dış politikasını 1950’lerden beri yoğun olarak uğraştıran Kıbrıs sorunu yanında halen çatışmaların sürdüğü Suriye, Filistin ve Libya’daki olayların seyrinin Türkiye’nin güvenliğini doğrudan ilgilendirdiği de biliniyor.

Tarihsel yakınlık

Bölgede BAE, Yunanistan, Suudi Arabistan, İsrail gibi Trkiye karşıtı bazı ülkeler haricinde Rusya, ABD ve AB’nin de hesaba katılması gereken faktörlerden olduğu düşünülürse Türkiye’nin Doğu Akdeniz’e yönelik sürdürdüğü dış politakanın çetrefilli yanları da ortaya çıkıyor. Doğu Akdeniz havzasının Türkiye’yi sadece güvenlik ve bölgeden elde edilebilecek enerji kaynakları bakımından ilgilendirmediğini, aynı zamanda Türkiye’nin bu bölgeyle tarihsel bakımdan da yakın bağlara sahip olduğunu vurgulayan bir kitap Doğu Akdeniz ve Türkiye’nin Hakları adıyla SETA tarafından yayınlanan eser.

Kitapta yer alan diğer makalelere temel oluşturan yazılarında Kemal İnat ve Burhanettin Duran Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasını şekillendirirken uluslararası hukuku dikkate alacak biçimde hareket ettiğini vurgulayarak, Türkiye’nin Libya’da, meşru Trablus hükümetiyle deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması yapıp bu meşru hükümetin çağrısıyla Libya’ya askeri destek verirken, Filistin’de İsrail işgaline, Mısır’daki Sisi darbesine, Güney Kıbrıs Rum yönetiminin Türklerin haklarını yok sayarak adanın doğal zenginliklerini uluslararası şirketlere pazarlamasına ve Suriye’deki Esed rejiminin ve Rusya’nın sivil halka uyguladığı katliamlara karşı çıkarken sürekli uluslarararsı hukuka uygun bir şekilde hareket ettiğini belirtiyorlar.

Güç mücadelesi

Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının temel parametreleri olan güvenlik, ekonomi, tarihsel bağ ve uluslararası hukukun her biri üzerinde duran makalelerinde bu parametrelerin Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikası nasıl şekillendirdiğini tartışan İnat ve Duran, ABD, Rusya ve AB gibi küresel güç odaklarının da konumlanışını analizlerine dahil ediyor. Kitapta bu toparlayıcı yazının ardından Doğu Akdeniz sorununu siyaset ve güvenlik bakımından, ekonomik ve hukuksal boyutlarıyla da tartışan diğer yazılar yer alıyor.

Sorunun siyaset ve güvenliği yakından ilgilendiren boyutlarını tartışan ikinci bölümde Kıbrıs sorunundan Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesinin tarihsel süreci, bölgedeki mevcut askeri güç dengesinden batılı ve bölge ülkelerinin Doğu Akdeniz politikalarına, Rusya ve Çin’in Doğu Akdeniz politikalarından küresel ve bölgesel aktörlerin Libya politiklarına dek birçok yazı yer alıyor. Üçüncü bölümde Doğu Akdeniz sorununun ekonomik boyutlarını tartışan Yunus Furuncu, İsmail Kavaz ve Erdal Tanas Karagöl’ün makaleleri ile birlikte dördüncü bölümde uluslararası hukuk bakımından Doğu Akdeniz sorununun temel konularını teşkil eden münhasır ekonomik bölge, deniz alanları, kıta sahanlığı, adaların deniz alanı sınırlandırmasına etkileri gibi meseleleri ele alan yazılar yer alıyor. Kitap bu bakımdan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de izlediği politikayı nasıl şekillendirdiğini dört başı mamur bir şekilde okura aktarmayı başarıyor.