30 Ekim 2021 Cumartesi

Kopernikçi devrim ve Kant

 Çağdaş felsefede bütün düşünmesini varlık sorusunu yeniden hatırlatmaya adayan Alman filozof Martin Heidegger, özellikle Varlık ve Zaman'da geliştirdiği çözümlemeyle kendisinden sonraki hemen bütün önemli düşünme şekillerini şöyle ya da böyle etkilemiştir. Heidegger'in vaat ettiği, ama asla yazmadığı Varlık ve Zaman'ın ikinci cildi yerine özellikle 1935'lerden sonraki meşhur metinlerinde daha şairane sayılabilecek bir düşünmeye yöneldiği, hatta meşhur Kehre'sini ("Dönüş") takip eden bu metinlerin toplamının Varlık ve Zaman'ın vaat ediliş ikinci cildi olabileceği yargısı Heidegger yorumcuları arasında yaygındır.

Varlık ve Zaman'ın yayınlanmasının hemen akabine denk gelen bir dönemde, yani 1927-28 güz döneminde Freiburg üniversitesinde verilmiş derslere dayanan Kant ve Metafizik Problem kitabı Varlık ve Zaman'da ele alınan konuların Kant'ın temel eseri dolayısıyla geliştirilmesi olarak görülebilir. Kitapta ayrıca Heidegger'in yeni Kantçı olarak bilinen Ernst Cassirer'le tartışmaları da yer alıyor. 1929'da gerçekleşen meşhur Davos Toplantısı'nda Kant kitabına ilişin Cassirer'in eleştirilerini cevaplıyor.

Platon'dan bu yana bütün bir felsefe tarihinin varlığın unutulmuşluğu çerçevesinde okunabileceğini savlayan Heidegger'in, Varlık ve Zaman'ın yazım sürecinde üzerinde durduğu önemli filozofların biri de elbette Immanuel Kant olarak görünür. Genellikle klasik metafiziğin çelişki ve çatışmalarını konu edinerek numenleri, yani 'kendinde şeyler'i ne akılla ne de deneyle bilebileceğimizi savlayan Kant'ın Salt Aklın Eleştirisi adlı temel kitabında ileri sürdüğü savların metafizik düşünmeye önemli kısıtlar getirerek onun etkinliğini azalttığını söyleyebiliriz.

Ontoloji problemi

Heidegger, Kant'ın kitabını "metafiziğin temellendirilişi" olarak yorumlamaya ve böylelikle metafizik problemini bir temel ontoloji problemi olarak ele almaya gayret ediyor. Salt Aklın Eleştirisi'ni metafiziğin açıkça bir temellendirilişi okumayı yeğleyen Heidegger böylelikle özellikle Yeni-Kantçılığın Salt Aklın Eleştirisi'ni epistemolojinin kurucu metni haline dönüştürme hamlesini eleştirme fırsatı da ediniyor. Heidegger'e kalırsa Salt Aklın Eleştirisi, matematiksel-doğa bilimsel bilişin teorisi olmadığı gibi bir epistemoloji de değildir. Kant'ın prensiplerden hareket eden a priori biliş yetimize 'salt akıl' dediğini hatırlatan Heidegger, yine Kant'ın sözleriyle bu aklın "bir şeyi haddizatında a priori olarak bilmenin prensiplerini içeren" akıl olarak niteliyor. Salt Aklın Eleştirisi'ni bir "deneyim teorisi" ya da "pozitif bilimler teorisi" olarak yorumlamanın Kant'ın bu kitabında amaçladığını ilkece yanlış anlamakla mümkün olacağını savunan Heidegger, bu kitapla ontolojinin bir bütün olarak metafiziğin temel parçası olmak bakımından gerekçelendirildiğini ve ilk kez ontolojinin kendine taşındığını ileri sürüyor.

Varlık sorusu

"Aklın kendisi dışındaki hiçbir şeyi verili almayan bir sistem içinde düşünmek suretiyle kendini ona yavaş yavaş dahil eden kararlı bir okuru" talep eden Kant'ı takip eden Heidegger, kendi varlık sorusunu formüle ediş tarzıyla Kant'ın temel eserinde gerçekleştirdiği Kopernikçi devrimi yorumluyor.

Kitap bu haliyle epey teknik-felsefi bir dile sahip olmakla birlikte modernliğimizin remzi olan temel tartışma konularının birçoğunu da içermesi bakımından önemli. Modern epistemolojilerin skolastik metafizik anlayışları eleyen bir esin kaynağı olarak gördükleri Salt Aklın Eleştirisi'nin esasen metafiziğin elenmesinden çok onun temellendirilmesini amaçlayan bir kitap olduğunu vurgulayan bakış açısıyla Heidegger'in yorumu bizatihi varolanlara ilişkin soruyu ele alma tarzlarımızı da sorgulamamızı gerektiriyor.

9 Ekim 2021 Cumartesi

Coğrafya sadece kader değildir

 Sık sık 16. yüzyılın Müslüman düşünürleri arasında yer alan ve ilm-i umran'a bir giriş olarak yazdığı şaheseri Mukaddime ile iyi bilinen İbn Haldun'a atfedilen "Coğrafya kaderdir" sözü insan yaşamının değişmez sabiteleri arasında bulunan mekânın özelliklerinin onun tüm faaliyetlerini etkileyen önemli bir unsur olduğunu vurgular. Gerçi coğrafya da bir şekilde mekânın siyasi, kültürel, dini ya da ekonomik çeşitli faktörlerin yardımıyla yapılır, üretilir; ama mekânın kendi düzeninin bu üretimi bir şekilde belirlediğini ileri sürmek de mümkündür. Sözgelimi büyük ölçüde dağlık bir arazi yapısına sahip bir ülkede ekonominin tarımsal faaliyetlere dayandırılması işin doğası gereği imkânsız görünür. Ya da 20. yüzyılın başlarında sıkça telaffuz edilen ve çoğu kez çeşitli ırkçı söylemlere meze de olmuş ünlü tezi hatırlamalı. Bu teze göre orta enlem kuşağında bulunan toplumların enerjilerini de tropikal bölgelerde yaşayan toplumların rehavetini de iklime (yani bulundukları coğrafyanın çevresel etkisine) bağlayabiliriz.

Beşerî hayatın şekillenmesinde yapısal özellikler ve zaman (tarih) kadar mekânın (coğrafya) da etkisinin bulunduğunu kabullenebiliriz elbette, tabii ki beşerî hayatın şekillenmesindeki asli gücü çevresel etkenlere indirgemedikçe.

Bilgi güç mü?

Küreselleşen, hiç olmadığı kadar girift, aşırı nüfuslu, gittikçe daha rekabetçi ve tehlikeli bir hale dönüşen dünyada bilginin güç olduğu düşüncesiyle gezegen ve onun hassas doğal muhitleri, başka insanlar ve kültürler, siyasi düzenler ve ekonomiler, sınırlar, tutumlar ve tutkularla ilgili ne kadar çok şey bilirsek bu dünyada karşılaşılabilecek tehlikelere karşı o kadar hazır olunacağını ileri süren bir kitap Harm De Blij'in "Coğrafya Neden Önemlidir" adıyla Türkçeleştirilmiş kitabı. Bir yerde ABD'li karar vericilerin coğrafya bilgilerinin yetersizliği sebebiyle Vietnam'da, Irak'ta ve Afganistan'da birçok olumsuzluk yaşadığına işaret eden Blij, kitabının baskın mesajını "demokratik bir toplum olarak, kararları sadece Amerika'yı değil, tüm dünyayı etkileyen hükümet temsilcilerini seçen Amerikalıların, zaten küçük ve fonksiyonel olarak daha da küçülen gezegenimizi tanıma sorumluluğunu özellikle vurgulamak" olarak özetliyor.

İngilizce'de ikinci baskısı 2012'de yapılmış olan kitabında Çin'in yükselen gücünden Avrupa Birliği'nin istikrarsız yapısına Kuzey Kore'nin nükleer arzularından Arap Baharı sürecinin devrimci umutlarına, tehlikeli bir düşman olarak Rusya'dan başta açlık ve susuzluk olmak üzere çeşitli felaket tehlikeleriyle yüz yüze kalan Afrika'ya kadar birçok jeo-stratejik meseleyi coğrafyanın mekânsal bakış açısıyla çözümlemeye uğraşıyor. Coğrafyanın "mekânsal" şemsiyesinin altında süreçleri, sistemleri, davranışları ve mekânsal boyut içeren başka birçok olguyu analiz eden bir disiplin olarak niteleyen Blij, fiziki coğrafyanın yanı sıra beşerî bir coğrafyanın da olduğunu hatırlatıyor. Bir disiplin olarak coğrafyanın ve coğrafi bilgilerin neleri içerdiği kadar neden önemli olduğunu da vurgulamaya adanmış bir kitap Harm De Blij'in kitabı. Coğrafi cehaletin giderilmesine ilişkin ciddiye alınması gerekli bir kaygısı bulunan kitaptaki bazı çözümlemelerin ve doğrudan Blij'in Amerikan bakış açısının ise tartışmalı kaldığı gayet açık.