26 Mayıs 2021 Çarşamba

Schmitt'in hukuk ontolojisi

 Türkiye'de kamusal olarak tartışılan müzmin konuların başında gelir hukuk ve elbette onun çağrıştırdığı tüm diğer meseleler. Sözgelimi tüm vatandaşların hukuk ve yasa önünde eşitliğinden hukuk devletine, hukuki sistemin kimlik ve kişiliğinden yargı bağımsızlığına, işlenen suçlara uygulanan cezaların yeterli veya uygun olup olmadığından, hukuki yetersizlik ve hukuki reformlara kadar birçok ikincil konu da bu tartışmalarla birlikte sürekli ülke gündemindedir. Özellikle 1850'li yıllardan bugüne, modernleşme dönemimizde ortaya çıkan ya da atılan düşüncelerin herhangi bir çözümü çağrıştırmadığı ya da sonuca ulaşmadığı da görülür. Hemen hemen birçok muhalifin dilindedir hak hukuk konuları ve hemen hemen hepsi hakkının yendiğini, hukukunun çiğnendiğini düşünmeye meyyaldir. Bunu düşünmenin ve söylemenin ötesinde müesses hukuki kurumlara ilişkin güvensizlik taşıyor ya da ısrarla böyle bir güvensizlik havasının yaygınlaştırılmasına çaba sarf ediyordur. Ülkede yerleşik hukuk sisteminin yetersizliğinden mahkemelerin iş yükünün fazlalığına kadar, adaletsiz kararlar verilmesinden adilane olduğu düşünülen kararların da verilmesinin gecikmesine kadar birçok ilginç gerekçe de bu güvensizliğe sebep olarak gösteriliyordur.

Bütün bu tartışmalara karşın, ülkede hukuk üstüne düşünmenin de yeteri kadar gelişkin olmadığı, hukuka ilişkin tasavvurlarımızın belirgin bir sistematik temellendirmeyle ifade bulmadığı da savlanabilir. Elbette bu tartışmalar boyunca dile getirilen her sav gibi bu sav da tartışmaya açıktır. Peki ama hukuk, siyaset, devlet, vatandaşlık vb. kavram ve konular, aralarındaki ilişkiler de gözetilerek bu tartışmalarda yeterince ele alınmakta mıdır?

Hukuk ontolojisi

Ülkedeki hukuki sistem hakkında konuşmaya başlayan herhangi bir kişinin yaşanan sorunları dile getirmede gösterdiği mahareti bu ilişkilerin 'adalet' bakımından herhangi bir yeni sorun ortaya çıkarmadan düzenlenmesine ilişkin bir fikri istikamet çizmede gösteremediğini düşünürsek bu soruya verilebilecek muhtemel cevapların hemen hepsinde olumsuzluğun ağır bastığını da görebiliriz.

Türkçeye Hukuki Düşüncenin Üç Türü başlığıyla çevrilen 1934 tarihli kitabında Carl Schmitt Batı hukuk bilimi tarihinde geçerli olmuş hukuki düşünce hatlarını Almanya, Fransa ve İngiltere'deki gelişimlerini de gözeterek birbirinden ayırt ediyor. Özellikle Siyasal İlahiyat ve Siyasal Kavramı gibi kitaplarında benimsediği politik ontolojiden kısmen uzaklaşarak bir tür hukuk ontolojisi geliştirmeye çalışıyor. Schmitt'in devleti bir varlık ve hukuku bir töz olarak ele alıp hukukun kaynağını halkın ortak varlığı üzerinden okuyan hukuk ontolojisinin, temelde hukuku siyasal kavramından ayrıştırarak ele alan, sadece kendi sınırları içinde işleyen ve meta-hukuki bakış açılarını da devre dışı bırakan Batı hukuk biliminin karşısında konumlandığını da sarahaten belirtmeli. Schmitt'e göre, hukukun kaynağını yasalarda arayan normativist rasyonel-doğal hukuk sistemi ile iradeyi hukuk kaynağı olarak belirleyen hukuki kararcılık arasına sıkışmış Batı hukuk bilimi şu basit gerçeği gözden kaçırır: "Düzenin kurulması meselesini yadsıyan bir hukuk kavramı işlerlik kazanmaz." Böyle bir hukuk kavramının teoride kalmaya mahkûm olduğunu ileri süren Schmitt, hukukun kaynağının normlara ya da kararlara değil, "hukuk kavramının gerçekliği"ne yönelen "düzen düşüncesi"nde yattığını düşünür.

Schmitt'in önceki çalışmalarında benimsediği "kararcı" bakış açısını eleştirerek "somut düzen"ci bir hukuk anlayışı benimsemesini yansıtan kitap birçok bakımdan Alman nazizmi ve İtalyan faşizmiyle birlikte de okunabiliyor. Kitaba editör O. Vahdet İşsevenler ile mütercim Toros Güneş Esgün yazdıkları birer yazıyla Schmitt'in eserinin nasıl okunabileceği konusunda okura katkıda bulunuyorlar. Kitapta ayrıca Schmitt'in "somut düzen" teorisini güncel olayları yorumlarken nasıl kullandığını gösteren "Uzun Bıçaklar Gecesi" üzerine yazdığı "Führer Hukuku Korur" başlıklı gazete yazısı da yer alıyor.

‘Kapitalist devrim bir efsane'

 Modern dünyanın oluşumunda 17 ile 18. yüzyılın büyük bir önemi olduğu düşünülür genelde. Bir hayat tarzı olarak modernliğin, ekonomik bir sistem olarak kapitalizmin, modern teknolojik gelişmelerin oluşumunda büyük bir "bilimsel" etkiye sahip doğa ve kâinat görüşünün ortaya çıkmasında bu yüzyıllardaki birçok olayın önemi olduğu düşünülür. Modern hukuk, ekonomi ve toplum modellerinin şekillenmesinde elbette Rönesans ve Reformasyon kadar bu yüzyıllarda ortaya çıkan ve devrim olarak nitelenen bilimsel, sınai gelişmelerin de önemi büyüktür. Peki ama bu gelişmelerin asli sebebi bu yüzyıllarda kalınarak mı araştırılmalı yoksa "karanlık Ortaçağ"a da bakılmalı mı? Bu gelişmelerin ilk görülmeye başlandığı bölgeler hangileri? İlk sanayileşen bölge olarak İngiltere'nin "kapitalizmin yurdu" olarak anıldığını biliyoruz, peki ama İngiltere'deki hangi toplumsal sebepler ve vetireler buna yol açmıştır? Kapitalizmin ilkin İngiltere'de görülmesinin sebebi nedir?

Batı'daki modern kapitalist ve sanayi toplumlarının kökenleri etrafında yapılan sosyolojik çalışmalarda Marx ile Weber'in teorilerinin etkili olduğu iyi bilinir. Genel olarak söylemek gerekirse her ikisi de Avrupa için 16. yüzyılı kilit önemde kabul eder ve bu yüzyılda yaşanan gelişmelerle feodal/köylü sistem yerini modern/kapitalist bir sisteme bırakır. Kapitalizmin niçin dünyanın diğer taraflarında değil de Batı'da ortaya çıktığını açıklamaya çalışan Weber'in Batı medeniyetinin hayatlarını akılcı bir ahlakla sürdüren insanların varlığından ötürü diğer medeniyetlerin ötesinde bir farklılığı haiz olduğunu savunduğu iyi bilinir. Diğer yandan her iki düşünürün de genel teorilerinin arka planında İngilizlerin whig dedikleri ve özellikle 19. yüzyılda yaygınlaşmış "evrimci" bir tarih anlayışı olduğu söylenebilir. Bu anlayışın ana hattı düğüm noktası modern tarihin, küçük ve 'köylülerin' yaşadığı yalıtılmış topluluklardan 18. yüzyılın piyasalaşmış, tekelleşmiş, 'açık' toplum yapısına geçişin olduğu 'evrimci' bir hikayedir.

'Evrimci' çerçeve

İngiliz Bireyselciliğin Kökenleri adıyla Türkçe'ye çevrilen kitabında İngiliz antropolog ve tarihçi Alan Macfarlane, tarihçilerin uzaklaşmayı pek istemedikleri bu 'evrimci' çerçeveyi yanlışlayan bir örnek olarak İngiliz istisnailiğini konu ediniyor. Ona göre "ekonomiyi toplumdan ve büyük ölçüde siyaset ve dinden ayırmak anlamında İngiltere en azından 12. yüzyıldan beri modern"dir. Marx, Weber ve Durkheim'ı baz alan sosyolojik gelenekle yakından ilişkili paradigmanın 15. ve 17. yüzyıllar arasında feodal ve köylü bir dünyadan modern, kapitalist ve bireyci bir dünyaya geçişi öngören 'kapitalist devrim'inin bir efsane olduğunu savlayan Macfarlane, kitabında ekonomik antropolojinin en büyük teorilerinden birini teşkil eden köylü toplumdan 'ekonomi ile toplum'un ayrıştığı modern kapitalist topluma geçişi işaret eden teorinin de yanlışlığını böylelikle ortaya koymaya çalışıyor. yanlışlığını ortaya koymaya çalışıyor. İngiltere'nin kapitalistleşme yoluna geç bir zamanda çıkmadığını ve ayrıca ortaçağ ekonomik hayatında mütevazı bir rol de oynamadığını savlayan Macfarlane, kasabalar ve köylerdeki küçük piyasaların toplumsal ve ekonomik yapısı ve zihin dünyasının önemine işaret ediyor.

Batının sanayi teknolojisinin herhangi bir şekilde alınırsa bunun yalnızca sadece fiziksel ya da ekonomik bir ürün almak anlamına gelmeyeceğine de değinen Macfarlane, bu ürünün kendi yanında çok sayıda bireysel davranış ve hakkı, aile yapısını, bir takım coğrafi ve toplumsal hareketlilik kalıpların da içerdiğini kaydediyor. Kazanılan ekonomik faydaların ürünün getireceği yalnızlık, güvensizlik ve ailevi gerilimlere değip değmeyeceği ise elbette tartışılabilir.

17 Mayıs 2021 Pazartesi

İlim amelin, amel de ilmin gereği

 İslam dünyasının önde gelen düşünürlerinden biri sayabileceğimiz Faslı dil, mantık ve ahlak felsefecisi Taha Abdurrahman, özellikle Wael b. Hallaq'ın tanıtımıyla son dönemlerde Batı etkisi altındaki dünyada da ön plana çıktı. O, çağdaş Arap entelektüellerin (sözgelimi Hasan Hanefi, Muhammed Cabiri, Muhammed Arkun gibi isimlerin) İslam düşünce geleneğiyle bir şekilde kurmaya çalıştıkları ilişkilerin başarısızlıklarının ve İslam dünyasında yaşanan birtakım yapısal ve entelektüel sorunların sebeplerinin modernliğe yönelik taklitçi ilgiden kaynaklandığını ileri sürerek tartışma masasını tersine çeviren bir fikri istikamet önerir. Ona göre Müslümanların yaşadığı sorunların tamamı İslam'dan değil, dış etken ve güçler sebebiyledir; dahası Müslümanların Batılı bilgi biçimlerine olan taklitçi bağımlılığı da bu sorunların katmerlenmesini getirir.

Taha Abdurrahman'ın Türkçe'ye "Amel Sorunsalı: Bilim ve Düşüncenin Pratik Temelleri Üzerine Bir Araştırma" adıyla çevrilmiş kitabı onun soyut evrenselciliği, moderniteyi, bilimciliği, küreselleşmeciliği, biyoteknoloji alanındaki gelişmeleri, rasyonalizm ve sekülarizmle özdeşleşen yaklaşımları eleştiren bir bakış açısı geliştiriyor. Taha Abdurrahman'ın kitabının ana konusunu Yaradan'a kulluk eden ve yaratılanlar üzerinde efendilik taslamayan amel oluşturur. Taha Abdurrahman için amel kelimesi sadece ibadetlerle ilişkili davranışları ifade etmez; o her türlü iş, tutum, davranış, üretim, hareket, etkinlik, uygulama, fiiliyata geçirme yahut gerçekleştirmeyi de amel olarak niteler. Ameli çok katmanlı ve birçok farklı yönden irdeleyen Abdurrahman, İslami ve Batılı amel anlayışlarını mukayese de eder. İslami açıdan kast ettiği amel kavramını içeriklendirmek amacıyla İslami dolaşım (tedavül) alanını bu zaviyeden tekrar inşa etmeye çalışan Abdurrahman, İslami alanın "ilim-amel ilişkisini tanımlayan ilkeler" olduğu konusunda ısrar eder. (Tedavül kavramı, kültür kavramından daha özel bir anlama sahiptir Abdurrahman'ın felsefi lügatinde. Ona göre her tedavülde olan kültüreldir, lakin her kültürel öge tedavülde olmayabilir. Bu noktada kültürün pratik karaktere bürünmemiş, birikerek teşekkül etmemiş ve tarihe mal olmamış unsurlar içerebileceği üzerinde hassaten durur.) Bu ilkelerden ilki amelin değerini önceler. Böylelikle herhangi bir amele istinat etmeyen birtakım sözler kolayca tartışma dışı bırakılabilir.

Bilginin kullanımı

İkinci ilke ise bilginin kullanımını içerir. Kişinin amel edeceği bilgiyi öğrenmesi ve elde ettiği bilgiyle amel edinceye kadar başka bir bilginin peşinde koşmamasını içerir bu ilke. Üçüncü ilke ise faydalı bilgi ilkesidir. Bu ilkeyle de kişinin ancak kendisiyle amel işleyebileceği bilgiyle ilgilenmesini kasteder. Bu noktada İmam Gazzali'nin "Amelsiz bilgi delilik; bilgisiz amel imkânsızlıktır" sözüne atıf yapmayı ihmal etmeyen Taha Abdurrahman, tarih boyunca birçok felsefi tartışmayı tetiklemiş "ilim-amel karşıtlığı" görüşünün Grek felsefesi kaynaklı olduğunu belirterek İslami alanda amelin bilginin, düşüncenin ya da teorinin bir şartı olduğunun altını çizer; üstelik "Allah bildiğiyle amel eden kimseyi bilmediğine varis kılar" hadis-i şerifine işaret ederek amelin kişiye, kendi kazandığı bilginin ötesinde başka bir bilgiye de mirasçı yapacağını belirtir. Arapça'da 'ilim' ve 'amel' kelimelerinin aynı harflerden ('ayn/ lâm/mîm) kaynaklandığını, bu iki kelimenin sözkonusu harflerin altı kombinasyonundan ikisini oluşturduğunu vurgulayan Abdurrahman, ilmi amelin, ameli de ilmin gereği olarak görür.

Bu kavrayış çerçevesinde klasik İslam felsefesine, akılcılığa, modern ahlak felsefelerine, liberalizm, sosyalizm, küreselleşme, sekülarizm vb. konulara dair eleştirilerini sıralayan Taha Abdurrahman'ın entelektüel ufkunu yansıtan bir çalışma neticede Amel Sorunsalı.