27 Mart 2022 Pazar

Çift yönlü bakışla piyasa

 En kısa deyişle "sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçlara bir karşılık bulma çabası" olarak nitelendirilen iktisat biliminin üretim, dağıtım, tüketim, ticaret, değişim, bölüşüm vb. faaliyetlerini irdelediğini söyleyebiliriz. İktisat bilimi içinde sık sık kalkınma, arz-talep eğrisi, fiyat oluşumu, iş gücü piyasaları, iktisadi organizasyonlar, işletme verimliliği, kârlılık vb. konuların da çeşitli incelemelere konu edildiği ve böylelikle bir toplumun bütün iktisadi ilişkilerinin çözümlendiği zannedilir. Bu bakış açısı büyük ölçüde problemli ve eksik kalır halbuki. Çünkü duygu ve refleksleriyle, karar alma mekanizmaları ve davranışları, ait olduğu aile, meslek grubu, ideolojik görüşü, sosyal sınıfı ve kültürel varoluşuyla insanı hesap dışı addeden ya da en azından bütün bu faaliyetlerde onu etkisiz bulan bir bakış açısıdır bu.

Oysa tüm iktisadi olaylar ve fenomenlerin tamamen toplumsal alanda, bu alana gömülü bir sosyal iletişim ağı içinde vuku bulduğuna dikkat etmek gerekir. İktisat biliminin kendine özgü bulgularının, sosyolojik bir perspektiften uzak düştükçe eksik kalacağı, bakış açılarını güdükleştireceği açıktır. Sadece ekonomik teorilerle, ekonometrik modellemeler ve sayısal yaklaşımlarla herhangi bir topluluğun iktisadi yapısını, refahını, üretim ve tüketim ilişkilerini, pazar döngüsünü, temel iktisadi parite ve parametrelerini veya parasının değerini anlamaya çalışmak bu açıdan epey müşkül çıkaracaktır ilgililerine. Bu tür konularda daha sağlıklı tespit ve çıkarımlar yapabilmek için iktisat ile sosyolojinin kendileri kalarak var olabilecekleri pratik bir soruşturma alanı açabilmek gerekir.

Prof. Dr. Köksal Alver'in baş editörlüğünde yılda iki kez yayınlanan sosyoloji dergisi Sosyoloji Divanı'nın 18. sayısının dosya konusunu teşkil eden 'piyasa' olgusu bu bakış açısına dayanarak işlemselleştirilmeye çalışılıyor.

Bu olguyu ekonomi ve sosyolojinin perspektifleri aracılığıyla çok boyutlu bir tarzda okuma amacını taşıyan makalelerin yer aldığı dergide bir toplumun iktisadi alanını en canlı hali ve detaylıca görebilmek, en basit düzeyden en karmaşık düzeye derinlik kazanabilmek ve oldukça somut ya da anlaşılması epey güç müteal boyutların işe karıştığı bir alan olarak kavramak bakımından epey elverişli bir kavram ve olgu olan piyasa, önemli bir sosyo-ekonomik enstrüman olarak kullanılıyor.

Örgütlü emek

Arzu edilen mal ya da hizmeti bedelini ödeyerek satın almak isteyen alıcı ile sözkonusu mal ya da hizmeti satanın buluştuğu; örgütlülük esasına dayalı, belirgin kuralları olan, değer ve ritüelleriyle kendine has özellikler taşınan; aktör ve şartlarıyla hepimize aşina; değişen ve dönüşen kırılganlığıyla hassas; ölçekleri itibariyle sınırsız; muhit, mekan ve mekanizmalarıyla yerleşik; zamanı aşan boyutlarıyla sürekli güncel kalabilen bir olgu olarak piyasayı ele alan makalelerde piyasa kültürü ve iş ahlakı ilişkisinden sosyal devlet ve emeğin örgütlenmesine, semavi dinlerin ekonomik yüzlerinden Konya Bedesteni, çarşıları ve pazarlarının tarihi süreçteki yerine, bankacı ve kargocu gibi piyasa tiplerinden piyasa döngüsünün modern çarkı addedilebilecek kredilere, futbol piyasasından sağlıklı yaşam ve fitness pazarındaki marka iletişimine kadar birçok konu bağımsız makalelerde çeşitli araştırmacılar tarafından ele alınıyor. Dergide ayrıca Kenar Kayıt, Hayat Sahnesi ve Kitaplık bölümlerinde de çeşitli yazılar bulunuyor.

Derrida'nın Nietzsche'si

 Çağdaş felsefenin ufkunu kuşatan filozoflar arasında yer alan, ancak belki de en ilgi çekici, en sıra dışı, en çok okunan ve yorumlanan ve buna rağmen hakkında yazılanların ve tartışmaların bir türlü sonlandırılamadığı isim Friedrich Nietzsche'dir. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde kaleme aldığı eserlerle, ömrü boyunca mücadele ettiği bedensel hastalıklarla ve zihinsel bir çöküntü sonrası trajik ölümüyle son derece iyi tanınan Nietzsche'nin günümüzdeki imgelerinden en önemlisi belki de Parisien olandır. 1960 sonrası Fransa'sında varoluşçu, yapısalcı ve Marksist düşünme biçimlerinin yerlerini terk ettiği yapısalcılık sonrası düşünme çabaları bakımından önemli figürler sayabileceğimiz Deleuze, Foucault gibi isimler, Klossowski, Irigaray gibi felsefecilerin kahir ekseriyetini ürettiği Nietzsche yorumları demetine en büyük katkının Derrida'dan geldiği kuşkusuzdur.

Yapısalcılık sonrası

Platon'dan beri süregelen Batı tarzı felsefe yapma biçimlerine müdahalesinde Nietzsche'ci mahmuzları sık sık kullanan Derrida'nın Nietzsche'yi nasıl ve niye temellük ettiğini soruşturan bir kitap Derrida'nın Nietzche'si: Bir Ortak İmza Geliştirmek. Bir felsefeci (Ali Utku) ve bir İngiliz filoloğunun (Mukadder Erkan) birlikte kaleme aldıkları, bir anlamda birlikte imzaladıkları kitapta Fransız Nietzscheciliği'nin postyapısalcılığın kaynaklarına, karakteristiklerine ve yönelimlerine de bir anlamda ışık düşürülebileceği savlanarak Derrida'nın Nietzsche metni/imzası etrafında geliştirdiği tespitleri ele alıyor. Kitap bu bakımdan yapısalcılık sonrası döneme dair bir okuma-tartışma sürecinin bir örneği.

Derrida'nın kendi yapıbozumcu (decontructionist) yaklaşımının muhtemel soykütüğünde yer alan Nietzschee'nin metninin geleceğinin açık oluşuna dair tespiti başta olmak üzere Nietzsche etrafındaki tüm atıf ve yorumlarını irdeleyen Utku ve Erkan onun Nietzsche'nin imzasını taklidini ve temellükünü konu edinerek Derrida'nın Nietzsche metinlerinden yararlanarak kendi düşüncelerini ifade etme şekline yoğunlaşıyorlar.

Klasik Nietzsche sorununa ilişkin yapılan yorumların yanısıra bizatihi Nietzsche'nin ismi, imzası ve metni denebilecek genel bir tasavvurun düşünülme şartlarını soruşturan Derrida'nın genel yorum politikası, özel isim ve imza, öğretim kurumları ve üniversite, Heideggerci Nietzsche okuması, Nazizmin Nietzsche gösterdiği ilgi; üslup, varlık, hakikat/kadın sorusu; simülasyon, ayartma, vaat, bulaşma (sirayet/dissemination), demokrasi, gelecekteki demokrasi, felsefe, gelecekteki felsefe, adalet, Mesihçilik/mesihsellik gibi Derrida'ya özgü addedebileceğimiz birçok konunun tartışıldığı ortak makalelerinde Utku ile Erkan öncelikle "isimler, takma isimler, eşişimler, maskeler arasında Nietzsche" sorununu belirginleştirerek Nietzsche etrafında oluşmuş yorumların belli başlı olanlarını ele alıyorlar. Nietzsche'yi "son metafizikçi" olarak yorumlayan Heidegger'in Nietzsche etrafında yaptığı okumaları Derrida'nın okuma şeklini de irdeleyen Utku ve Erkan onun Nietzsche'nin kadın ve hakikat kavramlaştırmalarına yaklaşımını ve ayrıca tehlikeli "belki"nin bir düşünürü olarak Nietzsche etrafında geliştirmeye çalıştığı gelecek politikasını da tartışıyorlar.

Nietzsche'ye ilişkin felsefi, metafelsefi, psikanalitik ya da politik bütün inceleme ve açıklamalara Nietzsche'nin eserlerinin taşıdığı hareketlilikler, teşhisler, önseziler, şiirsel-felsefi biçimlerin tiyatrosu, maskeler ve özel isimlerle trajik olmaktan öte bir oyun tarzında kurulan ilişkilerin meydan okuduğunu ileri süren Derrida'nın entelektüel soykütüğünde Husserl, Heidegger gibi isimlerle birlikte belki en önemli halka addedilebilecek Nietzsche'yi okuma tarzını belgeleyen iki önemli eserinin (Otobiyografiler: Nietzsche'nin Öğretimi ve Özel İsim Politikası, İmzaları Yorumlamak (Nietszche/Heidegger): İki Soru) ve bir söyleşinin (Nietzsche ve Makine) de yer aldığı kitap modern felsefenin tartışma konularına dair kapsamlı bir giriş mahiyeti arz ediyor.

Felsefe beşeri bir eserdir

 Felsefe, tarihi boyunca kendini bir 'hakikat araştırması' olarak meşrulaştırır. Platon'un dünyayı 'görünenler' ve 'düşünülenler' olarak ikiye ayırmasından modern bilim ve felsefenin 'kesinlik' iddialarına dek gelişen birçok mantıksal ve akli çıkarımlara dayalı sistem ve teori, her türden öznelliği, önyargıyı, tikelliği ve olumsallığı aşan, değişmez, sabit temellere sahip bir 'hakikat' kavrayışıyla hareket eder. Bu hakikat kavrayışının kendi başına eleştirilemez olduğunu düşünmek belli ki felsefi soruşturmaların en önemli geçerlilik kaynağını oluşturur.

Sokrates'ten beri felsefi soruşturmaların ana karakterini bildiren soru "nedir?"dir. Filozoflar genelde "adalet nedir?", "iyilik nedir?", "hakikat nedir?" vb. sorularla örerler kendi düşünme biçimlerini. Bu soru kipinin en temelde tümel olduğuna dikkat etmek gerekir. Ancak felsefenin ana tanımlarından birinin 'nedir sorusuna cevap verme girişimi' oluşundan yola çıkarak onun bir 'dogmatik' sayılması gerektiğini düşünebiliriz Alman filozof ve kültür tarihçisi Erich Rotracker'in savına göre.

Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Dilthey, Rickert, Windelband gibi bir yerde yeni-Kantçı sayabileceğimiz felsefi bir kuşağın temellendirmeye uğraştığı tin bilimleri/kültür bilimleri/manevi bilimler/insan bilimleri/beşeri bilimler/sosyal bilimler konusundaki çabalara yirminci yüzyılda önemsenecek ölçüde katkı yapmış sayabileceğimiz Rotracker'in mantık, epistemoloji,bilim felsefesi, tarih felsefesi ve kültür felsefesi alanlarının kesiştiği ve iç içe geçtiği bir kertede dil bilimlerinin temellendirilmesi sorunsalını derinlemesine işlediğini belirtiyor Doğan Özlem hoca Rotracker'den Türkçe'ye çevirdiği Tarihselcilik Sorunu adlı eserde. Kitabında her hukuk, her sanat, her bilim ve her felsefenin bir stile sahip olmak zorunda olduğunu, dolayısıyla hayata nüfuz etmeyi denediği sürece felsefenin de belirli bir stile sahip bir dogmatik olduğunu ileri sürüyor. Felsefenin konusunu rasyonel ve sistematik olarak ele almaktan başka bir şey yapamayacağını belirten Rotracker, tinsel hayatın ise yaratıcı ilham ve telkinlerle hareketlenen bir süreç olduğunu, tinsel hayatın rasyonel yoldan inşa edilmiş ya da inşa edilebilir olmadığını vurgulayarak hiçbir felsefenin yaşanan anın ilgilerinden bağımsız olamayacağı gerçeğinden hareketle felsefenin de beşerî bir eser olduğunun altını çiziyor.

Bir sorun olarak tarihselcilik

Rotracker "Çok sayıda insani kültür çevresi ve kültür çağının hep bir dogmatik ışığında yaratılmış eserler üretmiş olması ve üretmeye devam etmesiyle" tarihselcilik sorununun açığa çıktığını düşünmektedir. Sözlerinin devamında "Bu eserlerin yaratıcıları biçimsel olarak 'doğruluk'u bulma iddiasında uyuşurlar; ama buna rağmen içeriksel olarak bu konudaki kanaatleri doğrultusunda birbirlerine karşı çıkarlar. Bu durumun, mutlak geçerlilik iddiası taşıyan çok sayıda dogmatik stilin bulunmasından kaynaklandığı da söylenebilir. Kısacası, bir stiller çokluğu vardır ve tarihselcilik sorununun temel motifi, bu çok sayıdaki stillerin rekabetidir."

Bu bakımdan hiçbir bilim ya da felsefenin genelgeçerlilik ve evrensellik iddiasına sığınamayacağını göstermeye çalışan Rotracker'in kullandığı biçimiyle dogmatik kavramı ünlü bilim tarihçisi ve felsefecisi Thomas s. Kuhn'un 'paradigma' kavramını hatırlatıyor. Ölümünden önce yayınlanmış son kitap olan eserinde 'felsefe'sinin son aşamasını özetlediği düşünülebilecek Rotracker'in özellikle epistemolojik bakımlardan 'bilimselciler'e yönelttiği eleştiriler de epey ilgi çekici.

5 Mart 2022 Cumartesi

İbn Tufeyl'in modern Avrupa düşüncesine etkisi

 Modern Batı düşüncesinin ortaya çıkışında Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma dönemlerindeki bilimsel, felsefi, kültürel ve sanatsal faaliyetlerin büyük önemi olduğu savunulur; hatta düşünce tarihinin modern kökenlerinin 18. yüzyıl aydınlanmasına atfedildiğine sık sık şahit oluruz. Modernlik söz konusu edildiğinde Rönesans ve Reformasyon'a yapılan atıflarda bu dönemlerin ilham ve rehberlik arayışıyla geçmişe bakılan dönemler olma niteliğine vurgular yoğunlaşır. Roger Bacon, Galileo Galilei, Isaac Newton, Leibniz vb. birçok Batılı astronom, fizikçi ve matematikçinin katkıda bulunduğu yeni bilgi anlayışı ve bilim pratiğinin insanlık tarihinde esaslı bir dönüşümün başlangıcında yer aldığı, Batı toplumlarını bu tarihte 'biricik' kıldığı ileri sürülür. Öyle ki, Batı toplumları kendi bütünlükleri içinde dışarıya kapalı bir tarzda işleyen ve diğer toplumlardan, onların etkilerinden bağımsız bir şekilde var olan bir yapı olarak resmedilirler. Hatta Edward Said'in gösterdiği üzere dünya söylemsel bir biçimde Batı ve Doğu olarak ayrıştırılır; bu parçaların her birinin de diğerine kapalı olduğu savlanır. Hatta bu perspektif içinde birbirine zıt Batılı zihin ve Doğulu zihin şeklindeki kurgular da ileri sürülebilir.

İlham ve rehberlik

Batı olarak tasavvur edilen toplumların Ortaçağ'lardan çıkışında ya da yeni bir bilgi türünü keşfetme tarzlarında salt kendi geçmişleriyle yetindikleri, başkalarından etkilenmek sözkonusu olduğunda da -özellikle Rönesans ve Reformasyon dönemlerinde- kendi geçmişlerinden, ilham ve rehberlik aldıkları (ki bu noktada ilham veren unsur antik Grek ve Roma mirasıdır) düşünülür.

Bu tasvirlerde ilginçtir deneyimsellik, şüphe, hoşgörü gibi kavramlara sadece ilgisiz değil, aynı zamanda düşman olan toplumlarda bir anda yeni fikirler oluşur ve bu fikirler her nedense sadece Batılı toplumlar içinde oluşur. Bu fikirlerin başka toplumlardan, sözgelimi Çin'den, Hindistan'dan ya da İslam dünyasından gelmesi düşünülemez. Varsa bile böyle bir durum, bunlar kaleme alınan metinlere kolay kolay yansıtılmaz; bu farklı kökler ısrarla bastırılır, gösterilmez, görünmesi kabul bile edilmez. Sözgelimi Dante'nin İlahi Komedya'sındaki yolculuğun Hz. Peygamber'in miracı ile ilişkili düşünülmesi mümkündür; Dante'nin eserini yazarken İbn Arabi, el-Maarri vb. birçok Müslüman müelliften esinlendiği açıktır; ancak bunu bu kadar kolayca söyleyebilmemize karşın, bu apaçık olguyu herhangi bir Batılının kabullenmekte epey zorlanacağı da muhakkaktır.

Hayy Bin Yakzan'dan esinle

İnsanların tarih boyunca "küresel bir köyde" yaşadıkları fikrine yakın duran Samar Attar, Batı düşüncesinde etkileri bastırılmış, ismi ısrarla görmezden gelinen Müslüman müelliflerin başında gelen İbn Tufeyl'in modern Avrupa düşüncesi üzerindeki etkilerinin izini, onun muhalled eseri Hayy Bin Yakzan'dan esinlenerek-yararlanarak yazılan ada romanlarından felsefi eserlere dek sürüyor.

Hayy bin Yakzan ile henüz bilimi keşfetme yolunda olan Ortaçağ Avrupası'nın önüne yeni bir insan prototipinin konduğunu, bu insanın yalnızca ateş yakmayı öğrenen, aletler icat eden değil; aynı zamanda nasıl hekim, biyolog, astronom, fizikçi, psikolog ve filozof olunacağını gösteren, kendi aklı ve bilimsel deneyleri haricinde başka herhangi birinden yardım almayan biri olduğunu da söyleyen Attar, Francis Bacon'dan Daniel Defoe'ya İbn Tufeyl'in felsefi romanı Hayy bin Yakzan'ın modern Avrupa edebiyatı, bilimi ve felsefesindeki etkilerini soruşturuyor. Bu soruşturma aynı zamanda modern Batı'nın ve düşüncesinin kendisine atfettiği 'tarihsel biriciklik' statüsünü de yıkacak sonuçlara gebe.

Sekülerleşme kavramı ve Müslüman toplum

 Türkiye'de gündelik hayatı sosyal bilimler diliyle açıklama çabasındaki birçok tefekkürün başvurduğu bazı vazgeçilmez kavramlar vardır. Bu kavramların delalet ettiği olgulardan uygulandıkları konulara analitik güçlerinin yetersiz, zayıf ve hatta yaşadığımız gerçekliği çarpıtıcı özellikler, bazı yan anlamlar taşıdığı da söylenebilir. Bu tür kavramların başında gelir sekülerleşme ve ondan genelde pek ayırt edilmeyen sekülerizm.

Yaşadığımız gerçekliği analiz etmede yetersiz kalışı bir yana, işin ilginç tarafı sekülerleşme kavramının da genelde hep yanlış içeriklendirildiğine, tutarlı bir tanıma bir türlü kavuşturulamadığına şahit oluruz bu tefekkür çabalarında. Bu kavramla ele almaya çalışılan "olgu"nun başka kavramlarla izah edilebilip edilemeyeceği de genelde hep meşkuk bırakılır ya da ele alınan konuyu izah etmemizde faydalı addedilebilecek başka kavramların üretilmesi mümkün görünmez nedense. O kavrama handiyse mahkûm ediliriz. Doğru ve tutarlı bir biçimde tanımlanıp tanımlanmaması da önemli değildir kavramı kullananlar açısından, yeter ki amaçladıkları hedefi ya da arzuladıkları siyasal etkiyi üretebilsinler.

Seküler sayılanın çoğu kez çağdaş, modern ve laik olanla karıştırıldığı ya da yaygın analizlerde bu dörtlünün her birinin rahatça diğerinin yerine ikame edildiği bir tefekkür biçiminin ve vasatın hakim olduğu tartışmalarda da Türkiye'deki sosyal bilimsel dilin paramparça, kolaylıkla tutarsızlaşan ve dağılan bir örgüyle meselelerimizi düşünmeye çalıştığı söylenebilir.

Sosyal bilimlerin meselelerimizi tartışmamızda bize yardımcı olmasını umduğumuz yerlerde Türkiye'deki yerleşik sosyal bilimsel pratiğin kavramsal, siyasal ve gramatik sorunlarıyla boğuşmak zorunda kalışımız; sekülerleşme gibi zaten birbirine zıt birçok tanımlamaya maruz kalan, çok parçalı, açıklanması gerekeni çıkış noktası edinen, bu yüzden ne olduğu tam olarak ortaya konamayan kavramları da kullanmayı ihtar eden Avrupamerkezci bir perspektifin güdümünde kendi anlatılarımıza bir alan açma çabasının yetersizliğini gösteriyor.

Kavramlar ve sahipleri

Sekülerleşme kavramının Türk sosyal bilimler geleneğinde kullanımın taşıdığı problemler bir yana, bizatihi bu sosyal bilimsel düşüncelerin özünde Avrupai sayabileceğimiz bir perspektifle Türkiye'de yaşanan gerçeklikleri, siyasal, sosyal, kültürel, bilimsel vb. süreçleri açıklamada düştüğü yetersizlikleri de ortaya çıkarmak bakımından değerli kılınabilecek bir noktayı işaret ediyor Tezkire'nin 77. sayısı. Kendi meselelerimizi başkalarının kendi meselelerini tartışırken kullandıkları bir dille tartışmanın işlevsizliğini gösteren bir perspektifi araştırıp geliştirmemiz gerektiğini düşündüren bir arayışla hazırlanan dergide yeni bir dil ve gramerle Türkiye'deki gündelik hayatın izah edilmesi gerektiği vurgulanıyor. Dosyayı oluşturan araştırma makaleleri Mustafa Kemal Şan, Hüseyin Tutar, Peter L. Berger, Büşra Nur Topal, Yasin Yılmaz, Şükrü Macun ve Gamze Şenyayla'ya ait. Bu makalelerde sekülerleşme karşısında Türkiye gerçeğinden, Amerikan üniversitesinin ruhuna, dijital kiliselerden muhafazakâr tüketim reklamlarına kadar birçok frklı konu ele alınıyor. Prof. Dr. Yasin Aktay sekülerizmin Batılı bir anlatı olduğunu vurguladığı makalesinde onun evrensellik iddiasını ele alırken Mazhar Bağlı, Necdet Subaşı, Kamil Ergenç ve Şevki Bakırcı da gündem yazılarıyla "sekülerlik, sekülerizm" konusunda okuyucularla hasbihal ediyor. Dergide ayrıca merhum Maşallah Nar'ın Arap Baharı'nın 10. Yıldönümü üzerine Salman Sayyid'le yaptığı bir röportaja da yer verilmiş.

Anlamı hayatın dışında arama!

 Modern dönemlerde doğal hayat ile kültürel hayatı birbirinden ayrı, yer yer birbirine zıt ya da birbiriyle ilgisiz düşünme eğilimindeyizdir. Doğa ile kültürü, hayat ile doğa ve kültürü, eylemek ile söylemeyi zıtlaştırma ya da birinin diğerini takip ettiği bir sürecin bir kertesi olarak değerlendirme de aynı eğilimlerimizin bir parçasıdır. Akıl ile kültür, rasyonalizm ile görecilik arasında varsayılan zıtlığı da benzer bir biçimde değerlendirebiliriz. Modernlik handiyse bir tür ikili karşıtlıklar rejimi gibi görülür: Birey ve toplum, devlet ve toplum, hakikat ile tarih, anlam ile önem, modernlik ile gelenek, akıl ile inanç, bilim ile din gibi birçok kavramsal zıtlıklar türetilir sürekli. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkan pozitivizm, ilerlemecilik vb. yaklaşımlara karşı Alman felsefe geleneğinin kültürcü yaklaşımları dikkat çeker. Hatta, Heinrich Heine'ın ipucuna dayanarak Karl Marx, 1789'da gerçekleşen Fransız Devrimi'ne karşı Almanların felsefi bir devrim yapmış olduğunu ileri sürmüştü. 18. yüzyıldaki Fransız politik devrimi "ilerlemeci" addedilirse, 19. yüzyıldaki Alman felsefi devrimi de "kültürcü" sayılabilir.

Yaşamsallık kavramı

Düşüncesinde metatarihsel bir bakışla nesil, bir neslin hassasiyeti (ki Gasset'ye göre her nesil kendine göre bir hassasiyetten ibarettir), yaşamsallık kavramlarını geliştiren 20. yüzyılda yaşamış en önemli İspanyol filozof Ortega y Gasset 1921-22 akademik yılında üniversitede verdiği dersin çeşitli eklerle genişletilmiş bir haline dayanan eseri Çağımızın Meselesi'nde bütün felsefi uğraşın iki zorunluluğu, yani (i) varlığın, var olanların, eşyanın nasıl olduğunu ve (ii) şimdiye kadar bunlar üzerine neler düşünüldüğünü irdelemeye dayandığını savlıyor. Ortega y Gasset, buradan hareketle bazı dönemlerin barışçı bazı dönemlerinse savaşçı felsefe dönemleri olduğunu da belirterek ders verdiği yıllardaki İspanya ve Avrupa'daki neslin kendilerine sadık olmayan, kendilerine emanet edilen tarihi niyete ihanet ettiğini, kendilerinden önce oluşturulmuş ve böylelikle kendi mizaçlarıyla alakalı olmayan fikirlerin, kurumların, hazların içine gömülmeyi tercih ettiklerini ileri sürüyor. Bu durumu yorumlarken Batı duyarlığının pusulasının en az doksan derece saptığı kanaatine varan Gasset, bilimsel sistemler, nesiller ve dönemler arasındaki yakınlığı soruşturarak rasyonalizm ile görecilik (tarihselcilik) tartışmasını ele alıyor ve "ne aklı kutsayıp hayatı hiçe sayan salt akılcılık ne de mantığı buharlaştırıp hayatı kutsayan bir görecilik"in çare olamayacağını vurguluyor.

Yaşadığımız çağın asıl meselesinin aklı yaşamsallığa tabi kılmaktan, onu biyolojik şema içine yerleştirmekten, spontan olana teslim etmekten geçtiğini öne süren Gasset için yeni çağın misyonu hayatın kültüre değil; kültürün, aklın, sanatın ve etiğin hayata hizmet etmesi gerektiğini göstermek olarak belirlenebilir. Bu belirlemenin saf aklın kendi imparatorluğunu yaşamsal akla teslim etmek mecburiyeti anlamına geldiğini ifade eden Gasset, kültürcülüğün bizatihi "Tanrı'sız bir Hıristiyanlık" olduğunu da söylemekten geri kalmıyor.

Modern tarihin en radikal krizini yaşayan neslinin (Bu "radikal kriz"in Birinci Dünya Savaşı olduğunu vurgulamak gerekir) anlamı hayatın dışında aramak yerine hayatın kendisine bakmasının doğru olacağını düşünen Ortega y Gasset'nin kendi "hayat felsefesi"ni geliştirirken Goethe ve Nietzsche'nin değerlere ilişkin ürettikleri görüşlere çok şeyler borçlu olduğu eklenmeli.

Ortadoğu'nun geleceği ve aşiretler

 Amerika Birleşik Devletleri'nin Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak'ı 2003'teki işgali Ortadoğu'daki bütün kartların yeniden karılması anlamına geldiği gibi, bölgenin bütün sosyolojisini de alt üst eden gelişmelere yol açtı. Bölgedeki tüm etnik, mezhepsel ve ideolojik çekişmeleri yeniden formatlamayı gerektirecek bu işgal beraberinde de birçok yük getirdi hem işgalcilere hem de -elbette bu daha önemliydi- bölge sakinlerine.

ABD'nin Irak'a askeri müdahalesinin Ortadoğu'daki güç dengelerini ve ilişkilerini önemli ölçüde değiştirdiği, ulus altı (etnik ve mezhebi) toplumsal fay hatlarını harekete geçirdiği, sadece Irak'ın toplumsal ve siyasal hayatında değil, bölgedeki birçok ülkenin de toplumsal ve siyasal hayatında kalıcı birçok hasara sebebiyet verdiği söylenebilir. Sözümona Irak'a demokrasi getirme bahanesiyle düzenlenen askeri müdahale ile birlikte Irak'ta müdahale sonrası oluşan siyasal atmosferi ve gelişmeleri anlamak bakımından önem arz eden ve etnik yapılar içi ya da mezhepsel güç dengelerini ve dinamiklerini de belirleyecek ölçüde etkili sayabileceğimiz aşiret aidiyetleri ve yapıları gündeme gelmiş, "devletlerin geçici, aşiretlerin ise kalıcı" olduğu şeklinde ifade bulan siyasal söylemlere sık sık rastlanmıştır. Sadece Irak'ta değil, genel olarak hemen bütün Arap toplumlarında neredeyse "tarihsel-siyasal bilinçdışı"nın en etkin unsuru olan aşiret yapılarının yabancı bir gücün işgal girişimine direnişinde ya da işgalci güç lehine iktidar yapılarının teşekkülünde nasıl bir rol oynadığı sorusu da son derece anlamlı bulunabilir.

Asabiyet teorisi

Furkan Torlak, Ortadoğu'da Aşiret Siyaseti adını taşıyan çalışmasında İbn Haldun'un asabiyet teorisi referans alarak ABD müdahalesi sonrası Irak'ta aşiret yapılarının bu müdahaleden nasıl etkilendiğini, işgal otoritesinin aşiretlerle kurduğu ilişkileri, Irak'ta yeni bir ulus devlet inşa etmeye çalışan ve genelde ideolojik zeminlerde söylemlerini dile getiren siyasi partilerle gelenekten devraldıkları çıkarlarını kollayan aşiretlerin iş birlikleri, rekabet ve mücadelelerini araştırıyor. Torlak'ın temel varsayımı modern Irak devletinin kurulmasından önce etkili olan nesep dayanışması ve aşiret yapılarının bu devletin kurulması sonrasında da etkili olduğu, aynı şeyin Amerikan müdahalesi içinde söylenebileceği. Yani, şehirlerin çevresinde konumlanarak iktidarlarını sürdüren aşiret yapıları Amerikan müdahalesi öncesinde olduğu gibi sonrasında da -bazı inişli çıkışlı süreçler yaşansa da- bu rollerini sürdürmekte son derece başarılılar ve gelecekte de durumun böyle olmaması için herhangi bir sebep yok. Torlak'ın kendi doktora tezini baz alarak yaptığı çalışmada sadece literatür taraması ve çalışmasıyla yetinmediğini, eski Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi'den, IKBY ve KDP lideri Mesut Barzani'ye, ABD işgaline karşı gelişen Sünni Arap direnişinin liderlerinden Şeyh Haris el Dari'den Şii Arap direnişinin önemli ayaklarından Seyyid Mukteda el Sadr'a kadar birçok önemli aktörle de yapılmış derinlemesine mülakatlardan derlediği bilgilerle Irak'ta etnik ve mezhepsel dinamiklerle karakterize olan siyasal sürecin İbn Halduncu asabiyet teorisi zemininde nasıl yorumlanabileceğine dair ufuk açıcı bir perspektif çıkarıyor.

Torlak'ın kitabında ulaştığı "Görünen o ki aşiretler, cari merkezi otoritelerin çoğundan daha derin bir hafızaya sahip, iktidar ve güç ilişkilerinin yönetiminde tecrübeli yapılar olarak varlıklarını gelecekte de sürdüreceklerdir" sonucu Ortadoğu'daki tarihsel-siyasal bilinçdışının etkilerini araştırmak isteyenlere yeni kapılar açıyor.

Nesnel bir sosyoloji arayışı

 İsim babalığını Auguste Comte'un yaptığı modern bir disiplin olarak sosyolojinin gelişiminde Alman sosyoloji geleneğinin özel bir yeri olduğu söylenebilir. Bilhassa toplumu ve toplumsal olguları "açıklama"ya dayalı, bu bakımdan pozitivist addedebileceğimiz Saint Simon, Auguste Comte, Henry Spencer, Emilie Durkheim vb. isimlerin gelişimine öncülük ettiği Fransız sosyolojisine karşı Ferdinand Tönnies, Max Weber, Georg Simmel, Werner Sombart gibi isimlerin yer aldığı Alman sosyoloji geleneğinin "anlama" kavramına (bilhassa Weber'de) daha farklı ve ayrıcalıklı bir önem atfettiğini savlayabiliriz. Saydığımız bu isimler ve açıklama ile anlama kavramları arasındaki gerilimli birlikteliğin sosyolojinin modern bir bilimsel disiplin olarak ortaya çıkmasında önemli ölçüde etkili olduğunu söyleyebiliriz. Tarihsel olarak Sabri F. Ülgener gibi bazı önemli isimler haricinde Türk sosyolojisinde ve Türk sosyal bilimler geleneğinde etkin unsurun Fransız geleneği olduğunu da bu söylediklerimize eklemeliyiz.

Sosyolojik bilginin üretimi

Türkçeye Sosyolojinin Öncüleri adıyla Özgüç Orhan'ın çevirdiği kitabın 3 Ocak 1909'da Berlin'de Alman Sosyoloji Cemiyeti'nin 1910'da düzenlediği ilk kongrede yapılmış konuşma ve tartışmaların önemli bir bölümünü içerdiği görülüyor. Kitapta konuşma ve tebliğlerine yer verilen isimler ise Georg Simmel, Ferdinand Tönnies, Max Weber, Werner Sombart, Ernst Troeltsch ile Hermann Kantorowicz.

Kongrede yapılan konuşma, tebliğ ve tartışmalardan seziyoruz ki üzerinde en sık durulduğu görülen konuların başında güncel politik tartışmalardan, daha doğrusu değer yargılarından uzak, herhangi bir pratik amaç gözetmeden bilimsel olarak sosyolojik bilginin nasıl üretilebileceği geliyor. Cemiyetin üç eş başkanının, yani Tönnies, Sombart ve Simmel'in, cemiyetin saymanı olan Weber'in de dahil Sosyal Politika Cemiyeti'nden ayrılıp Sosyoloji Cemiyeti'ni kurmalarına sebep olan meselenin de aynı mesele olduğu ileri sürülebilir: Değer yargılarından bağımsız, nesnel bir sosyoloji arayışı.

Kitapta yer alan "Sosyalliğin Sosyolojisi" başlıklı konuşmasında sosyolojinin temel nesnesi olarak sosyalliği gören ve sosyolojiyi toplumu oluşturan unsurların etkileşimini inceleyen bir disiplin addeden Simmel'in bu kavrama dair bir analiz geliştirdiğini söylemek mümkündür. Toplum, toplumlaşma, oyun-biçimi olarak sosyallik, sosyallik dürtüsü, sosyallik eşikleri, sosyalliğin demokratik doğası vb. temalar etrafında "sosyallik dışında başka hiçbir bağlamda görünmeyen kendine özgü bir yapı" şeklinde nitelenebilecek "sosyal bir varlık olarak insan"ı ve onun oyunlarını irdeliyor.

Ferdinand Tönnies ise "Sosyolojinin Yolları ve Hedefleri" başlığını taşıyan kongrenin açılış konuşmasında "Biz tüm gelecek programlarını, tüm sosyal ve politik görevleri oyunun dışında bırakıyoruz; onları hor gördüğümüz için değil, bilimsel düşüncenin bir gereği olarak, çünkü bu tür fikirlerin bilimsel temellendirilmesindeki zorlukların şimdilik aşılmaz olduğunu düşünüyoruz... sosyologlar olarak var olanla meşgul olmak istiyoruz, herhangi bir görüşe göre, herhangi bir nedenle, olması gerekenle değil" sözlerini kullanarak cemiyetin kuruluş amacını da belirtir. Kitapta ayrıca Sombart'ın "Teknik ve Kültür", Troeltsch'un "Stoacı-Hıristiyan Doğal Hukuk ve Modern Seküler Doğal Hukuk", Kantorowicz'in "Hukuk Bilimi ve Sosyoloji" konularında yaptığı sunum ve bu sunumlar etrafındaki tartışmalar da yer alıyor.