29 Eylül 2023 Cuma

Moğol Anadolu'sunun sosyolojisi

 Türkiye Selçukluları ordusunun 1243'te Baycu Noyan yönetimindeki Moğol birliğine Sivas'ın doğusundaki Kösedağ'da savaşı kaybetmesiyle Moğol vassallığına düşmesi sonucu Anadolu'da Moğol iktidarının başladığı söylenebilir. Yaklaşık 140 yıl süren Anadolu'daki Moğol hakimiyetinin Osmanlı devletinin kuruluş dönemine denk geldiği de vurgulanmalı.

Akademik dünyada genellikle bu dönemde "kapsamlı bir ortodoksi tanımı yapıp kendi tanımını kati bir surette dayatmaya çalışan bir devletten azade olma hali" yaşandığının söylendiğini veya bu dönemin Anadolu'sundaki İslam'ın senkretik veya heteredoks olarak tasvir edildiğini görürüz. Hatta bu görüş sahiplerine göre bu dönemin Sünni dindarlığı bile kastedilen anlamdaki "heterodoksi"yi hatırlatacak ölçüde birçok unsur içerir. Elbette ortodoksi ve heterodoksi gibi kategorilerin sorgusuz sualsiz bu döneme atfı epey tartışmalıdır.

Kritik bir dönem

Moğol Anadolu'sunda İslam, Edebiyat ve Toplum adıyla Türkçeleştirilen kitabında A. C. S. Peacock, Anadolu'da giderek artan sayıda Hıristiyan'ın İslam'ı benimsediği, burada yaşayan Müslümanların derin değişimler geçirdiği kritik bir dönem olan 1243 Kösedağ Savaşı'ndan Moğolların Anadolu'daki son temsilci beyliği Eretna Beyliğinin yıkılış tarihi olan 1381'e kadar süren zaman diliminde Anadolu'daki İslamiyet'in özellikleri bakımından daha incelikli bir bakış açısı geliştirmeye uğraşıyor.

Peacock'un temel tezi açık: Moğolların Anadolu'nun İslamlaşmasında çok önemli bir rol oynadığını ileri sürüyor. Kitabında Orta Anadolu şehirlerine, yani Konya, Kayseri ve Sivas gibi şehirlere özel bir ilgiyle yaklaşan Peacock bu ilginin sebebini ise bu şehirlerin Müslüman Anadolu'nun kültürel merkezleri, Selçuklu sultanlarının, Moğol-İlhanlı valilerinin ve Eretnalıların yaşadığı şehirler oluşundan kaynaklandığını belirtiyor. Bir yerde buna mecbur da kalıyor, çünkü Peacock'un belirttiği üzere bu bölge, yani Orta Anadolu tarihi kaynaklarda büyük bir farkla en çok tanıklık edilen bölgeydi. Dönemi anlatan birçok vakayiname genellikle bu bölgede üretildi.

Selçukluların fiilen yetki kullanamadıkları, ama sultan unvanını kullanmaya devam ettikleri, Selçuklu toprakları üzerinde Moğol hegemonyasının sürdüğü, ancak 1330'larda İlhanlıların gerilemesiyle birlikte güçlenen birçok Türkmen beyinin Moğol iddialarına karşı koyduklarını belirten Peacock bu beyliklerden en başarılısının da daha sonra imparatorluğa dönüşecek Osmanlı beyliği olduğunu vurguluyor.

Moğol hegemonyasının oluşturduğu siyasi değişime elbette kültürel değişimler de eşlik ediyordu. Türkçe'nin bir edebiyat mecrası olarak 13. yüzyılın sonlarında Farsça'ya eklenerek (daha sonra onu ekarte ederek) Anadolu Müslümanlarının başlıca edebiyat ve metin dili olduğunu vurgulayan Peacock, Mevlâna Celaleddin Rumi ve oğlu Sultan Veled'in, İbn Arabi'nin üvey oğlu Sadreddin Konevi'nin, Gülşehri ve Aşık Paşa'nın Moğol hegemonyası sırasında faal olduklarını belirtiyor.

Anadolu'daki 140 yıllık Moğol hegemonyası esnasında oluşmuş dini, toplumsal ve edebi manzarayı, Mevlâna Celaleddin Rumi ve Baba İlyas'ın soyundan gelen sufilerin yönetenlerle ilişkilerini inceleyerek tasavvuf ile siyasi gücün yakın ilişkileri, fütüvvet denen sufi teşkilatlanmaları, 13.-14. yüzyıllarda Türkçe'nin bir edebiyat dili olarak yükselişini siyasi ve toplumsal bağlamında irdeleyen Peacock, Moğol Anadolu'sundaki kıyametçiliği ve mehdi beklentisini de ele alıyor. Kitabında Moğol hakimiyetinin toplumsal hayatın din, dil ve edebiyat gibi çeşitli alanlarında Selçuklular döneminden daha derin bir Müslümanlaşma sürecini hızlandıran bir tepkimeyi başlattığını ileri sürüyor.

Moğol Anadolu'sunda İslam, Edebiyat ve Toplum

A. C. S. Peacock

24 Eylül 2023 Pazar

KENDİ GÖLGESİNDE KEŞİŞ

 

Sesi hep siyah!

 

Mantık okuyor nicedir

Nicedir Borges ve bocurgat

Ve yalnızca yalnızlığına güveniyor

Aşka ve ölüme güvenilmez çünkü

Ve aslında hayata da

Benzemiyor yalnızlığı ama asla

Kızgın güneşle kavrulmuş asma yapraklarından

Kayarak düşen

Dolgun tenli bir yağmur damlasına

 

Ya ya! Benzemiyor kimsenin yalnızlığı kimseninkine

Abanoz bir kapım var benim mesela

Kimsenin çalmadığı bir kapı, saba rüzgârı bile

Arada bir şöyle dokunup geçiyor sadece

Çok acayip bir kış belki kapıldığım gamze

Çok mu acayip kış?

Kış mı dedim?

Kuş diyecektim oysa, rengarenk bir kuş

Kartal değil kaknüs değil sülün değil

Bütün bilinen kuşlardan başka

Papağan değil tavus değil albatros değil

Renkli ama

Rengi bilinen kuşlarınki gibi değil

 

Sesi hep siyah!

Siyah mı dedim beyaz diyecektim oysa

Çünkü en çok beyaz yakışır yalnızlığa

Halbuki yalnızlığım bile benim değil

 

Hatırla ki sesi hep siyah

Belagat biliyor nicedir

Nicedir el-milel ve’n-nihal

Ve yalnızca yalnızlığına güveniyor

Siyah kan bulaşmış yalnızlığına

Gece kanı, kuş kanı!

O kanı silmeye uğraşıyor durmaksızın

Durmaksızın kendi gölgesinde keşiş

Aşkı ve ölümü düşünüyor

Ve akşamı,

Güneşin tunç kalbinden yontulmuş

Bir sunak taşı mı ki akşam

Sadece bir gölge seçilir

Sıyrılıp geçen abanoz kapıdan

Ve ah rüzgâr!

Evet rüzgâr!


Çöl yılanlarının kutsal ıslığı

Kumların kutlu velvelesi

Kudümler

Neyler

Güneş neşideleri yani tereddüt

Her şeyi

Ve hatta bütün şüpheleri kaplayan

B          i           r              a           n              

 

***

Girip deyre biraz incil

Havarilere dair bir kıssa okusam

II

Durmaksızın kendi gölgesinde keşiş

Aşkı ve ölümü düşünüyor

Ve akşamı

Öyle ki siliniyor

Entarisine bulaşan seslerin siyah lekesi

Tohum olarak saçılıyor arzu toprağına

Güvenilmez bulduğu bikr-i mana

Yani yelve kuşları

Ten oyunları

Tarih

Ve bütün bakireleri Babil’in

Kemerlerinde bozulmamış büyüler taşıyan

Yalnızlık mabedleri

Ki Hadrianus’un Anıları’nı okuduğu kahverengi günler

Geliyor aklına gele gele hafıza denen boşluktan

Kırlangıç fırtınaları

Boğa güreşleri

Av partileri

A  n  i  m  u  l  a    V  a  g  u  l  a    B  l  a  n  d  u  l  a

Anlamsız olan anlamsızdır oysa

İçindeki göğün serçeleri

Sireng bir yalnızlığa uçmuşken çoktan

Aşkı ölümü ve akşamı kavradığı gibi

Kavrıyor kendi gölgesinde keşiş

İnsanları telaşlandıran bu meş’um bilgeliği:

Her kalbin bir yalnızlığı var

Ve her kalb kendi yalnızlığını arar


İnsanları telaşlandıran halbuki

Mevsimsiz artan tütün fiyatları

Ya da yaşlı bir göçebenin kırçıl sakalları

Bozkır sabahlarının yağlı postundan

Koparılmış bir tutam tüy gibi duran

Yayvan çenenin anlamlı çukurunda

Dünyanın en anlamlı çukurunda öğrendim bunu

Ve boynumu uzattım kitaplığın örümcek ağları

Ve tozlu sayfalarla kaplanmış raflarına

Ama anlamı yok!

Ölmüş dediler inanmadım ama anlamı yok

Üstelik içimde aradım ama yok dışımda yok

Korktum dediler

Korkulası bir şey yok:

Her kalbin bir yalnızlığı var

Ve her kalb kendi yalnızlığını arar


Sanki bir üfleyişte sönen lambalar

Talan edilmiş pamuk tarlaları

Arzular

Ağıtçı kadınlar

Dağların dalgın mihveri

Dönüp duran dönüp duran dönüp duran

A  n  i  m  u  l  a    V  a  g  u  l  a    B  l  a  n  d  u  l  a

 

***

 

Her kalbin bir yalnızlığı var

Ve her kalb kendi yalnızlığını arar

III

 

O ki yalnız kendi gölgesinde keşiş

Siyah kan bulaşmış bilgeliğin vaizi


Bu kenti düşlediğim ne zaman anlaşılacak

Fısıh yemeğine gecikmiş bir havari

Ya da birazdan saati soracak biri

Kürdanıyla karıştırırken diş kovuklarını

Zaman yorgunu bir kumarbaz belki

Avcuna sakladığı kemik zarların şıkırtısı

Lades kemiğinin

Kafataslarının şıkırtısı

Gölgemin bulanık yankısına karışacak sürekli

Sesi dediydim halbuki

Sesi hep siyah

Asfaltta çiğnenmiş ışık kırıntıları

Düşler

Oval bir haklılık lastik izleri

Öpüp başına koyan yok

Öpüp başına kuru ekmeği yağmuru kaderi

Hayır saati soramam ona

Yalnızlığıma ki saati yok kaderi yok ekmeği

Vakti yok bekleyecek

Beklemekten başka herhangi bir şeyi


Bu gölgekent ki kentlerin en düşseli

Şiraz İsfahan Delhi Viyana Paris Napoli

İlkin bu irkiltici bulutlara yakışan ilahi

Çok yakınında kin ovalarının

Karanlık dehlizlerin

Yoksul tepelerin nefrete dönük yüzünde

Yalnızlığın öğle vakti ikindi demi

Sadece Kahire Şam Semerkant

Yahut hırs damarlı

Bir kayanın kemirgen dili

Turuncuya çalan çatlaklarında

Gezinen bir küçük yılan ayağı eli

Sadece Ombuktu Beyrut Floransa değil ki


“Hayya alel aşk!

Hayya alel aşk!”

Değil Wagner değil Verdi

Kalbimin aşk boşluğunda çınlayan

Abdülkadir-i Meragi

Ne zor ölmeden söyleyebilmek bunu

Güneşin

Ve günlerin sağırlaştığı bu yaşlılık ikliminde

Ayın yıldızların bile sağırlaştığı

Çok yakınında kin ovalarının

Karanlık dehlizlerin

Bile bile dönmez olduğu dünyanın

Tüm seslerin siyaha eriştiği

Bu ekinoks bu epilepsi

 

Ne zor düşlemek bu gölge kenti

Ki kentlerin en rüzgarsızı en düşseli

Yalnızlığın öğle vakti ikindi demi

***

Böyle yazdım ben ki

Yalnız kendi gölgesinde keşiş

Siyah kan bulaşmış bilgeliğin vaizi


1996-1999-Konya


21 Eylül 2023 Perşembe

Bilginin başlangıcı üzerine düşünmek

Bugün Sokrates öncesi felsefe dediğimizde akla gelen ilk isimlerden ikisi elbette Parmenides ve Herakleatos'tur. Bu iki isim anılmaksızın Sokrates öncesi felsefesinden konuşulmadığını iddia edebiliriz. Anaksimenes, Anaksimandros, Empedokles, Demokritos ve diğerlerini gölgeleyen bu iki isim belki de Sokrates'le birlikte felsefenin seyrine etkileri en fazla sayılması gereken figürlerdir.

Schleiermacher ve Hegel sayesinde, Alman Romantik dönemden itibaren presokratik adıyla anılan bu dönem aynı zamanda "felsefe" etkinliğinin de başı addedilir. Birçok yorumcu bu dönemi Batı kültürünün de başlangıcına yerleştirir. Ancak bu dönemden günümüze sadece çeşitli alıntılar ve fragmanların kaldığı da vurgulanmalıdır. Yirminci yüzyılda hocası Heidegger'in felsefi yaklaşımından istifade ederek Dilthey ve Schleiermacher okumalarının etrafında geliştirdiği "felsefi hermenötik"le dikkat çeken ve bir anlamda yirminci yüzyılın en önemli filozoflarından biri sayılan Hans-Georg Gadamer, Napoli Dersleri'nde fragmanter presokratik gelenekten ancak bize tam olarak kalan ilk felsefi metinler temelinde konuşulabileceğini vurgular. Gadamer'in kastettiği tam metinler ise Platon'un diyalogları ve Aristoteles'in yazılarının toplamıdır. Ancak yine Gadamer'in vurgusuyla presokratik gelenekten kalan fragmanların arasında önemli bir istisna bulunur: Parmenides'in didaktik şiirinin başlangıcındaki büyük ölçüde tutarlı metin. Buna karşın Herakleatos'tan kalan böyle tutarlı ve tam bir metin maalesef yoktur. Yine de Heraklitaos'ten helenistik çağlardan beri sürekli geniş ölçüde alıntılar yapıldığını, onunla ilgili büyük bir alıntı zenginliğine sahip olduğumuzu vurgular Gadamer.

Birbirlerinden haberdar mıydılar?

Parmenides ve Herakleatos'un birbirlerine çağdaş olmalarına rağmen (Gadamer, Herakleatos'un daha genç olduğunu düşünür) birbirlerinden haberli olup olamadıkları, eğer haberlilerse birbirlerine nasıl davrandıkları sorusu yaygındır. 19. yüzyılın filologlarının bu soruya şu cevabı verdiğini aktarıyor bize Gadamer: Parmenides'in didaktik şiiri, onun eleştirel olarak reddettiği Heraklitçi akış öğretisine karşı bir cevap sunar.

Akademisyenlerin bu iki düşünür arasında varsaydığı karşıtlığı tuhaf bulan Gadamer, bir yanda Parmenides'in didaktik şiirini diğer yanda Herakleatos'un aforizmalarının oluşturduğu tezata dikkat çeker. Her ikisinin de farklı bir nesir sunduğunu belirten Gadamer, Herakleatos'unkilerin tam olarak fragman olmadığını, ünlü ve yaygın olarak bilinen nükteli sözlerin alıntıları olduğunu da tespit eder. Bu tür sözlerin tutarlı bir düzyazı metni oluşturmadığına kanidir Gadamer; ona kalırsa Homeros ve Hesiodos'un epik sanat biçiminden tamamen farklı bir kökene sahip olduğundan bile kuşkulanılabilir bu üslubun. Bu üslubun yeni bir edebiyat biçimine işaret ettiğinin düşünülmesi de doğru yol olabilir. Teknik-hermenötik açıdan Heraklieatos fragmanlarının bu tür metinlerin anlaşılması için minimum açık erişim noktası sunması ve bağlamından koparılmış alıntılarının güvenilmezliğiyle tam bir ders kitabı örneği olduğuna işaret eden Gadamer, onun her tür düşünce için sürekli bir meydan okuma olmaya devam ettiğini de vurguluyor.

Presokratik felsefenin doğuşunu ele alan Felsefenin Başlangıcı kitabını Parmenides'e atıfla sona erdiren Gadamer Türkçeye Bilginin Başlangıcı adıyla çevrilen kitabında ise Heraklieatos'u ve Heraklieatos geleneğini konu ediniyor. "Değişendeki birliği tanımak ve onun sıkıca ttma"nın yeni bir buyruk gibi olduğunu söyleyen Gadamer tüm Heraklieatos önermelerini tek bir hakikate dönüştürdüğünü iddia eder. Demokritos'un atom teorisinden başlayıp Galileo'nun üzerinden geçerek insan bilgisine ve becerisine konan sınırları hatırlatan Gadamer, bilimsel kültürün yeterliliğinin aydınlanmanın eşlik etmesine borçlu olduğun vurgular. Heraklieatos'un özünde bir aydınlanma figürü olduğunu, sofistik teatralliği olmayan bir düşünür olduğunu ifade eden Gadamer'in bu sınırları düşünmeye Heraklieatos üzerine yorumlarla başlamasının da şaşırtıcı olmadığını söylemek gerekir.


17 Eylül 2023 Pazar

Milliyetçilik gerçekten yükseliyor mu?

Westfalya anlaşması sonrası dünya düzeninde modern ulus-devletlerin kuruluş ideolojisi sayılagelir milliyetçilik. Günümüze değin gelebilmiş ideolojilerin üzerinde asıl belirleyici faktör Fransız devrimidir. Fransız devriminin fitilini yaktığı ideolojilerin en önemlisi ve belirgini ise kesinlikle milliyetçiliktir. Mayıs ayında yapılan seçimler sonrasında milliyetçiliğin çok konuşulmasının sebebi elbette seçimlerde yükseliş trendi gösterdiği varsayılan tercihler kadar içinde bulunduğumuz siyasi, sosyal, iktisadi ve küresel şartlardır da. Buna rağmen siyasal bir yaklaşım olarak milliyetçilik sözkonusu olduğunda 1990'larda Soğuk Savaş'ın bitimiyle peydahlanan etnik milliyetçilikler ile 9-11 Eylül 2001'deki İkiz Kule saldırıları ve akabinde 2008 mort-gage krizi ve Arap Baharı ile birlikte ortaya çıkan uluslararası kargaşa, zorunlu göç, Proxy savaşları ortamının beslediği güvenlik arayışları sonrası oluşan milliyetçi dalgalanmaların ayırt edilmesinin gerekli olduğu da açıktır.

Biz ve onlar ya da dost ve düşman ayrımlarına dayalı bir duygu ve inanç birikiminin tezahürü addedilebilecek milliyetçiliğin teorik zeminde tanımlanmasına da elvermeyen şartlara yol açar biz ve onların belirsizliği. Bu açıdan milliyetçiliğin teorik temellerinin kısmen eksik ya da yeterli olmaması farklı sosyo-ekonomik ya da siyasi konjonktürlerde farklı anlamlara çekilmesini kolaylaştırır; onun anlamlandırılmasını zorlaştırır. Buna rağmen, yine de, hemen herkesin üzerinde uzlaşabileceği bir tanımı yapılabilir milliyetçiliğin: Aynı etnik kökenden gelen, aynı dili konuşan belirli sınırlar dahilindeki insanların birlikteliğinin "egemen devlet" ve "ulusal sadakat" ilkeleri uyarınca ideolojileştirilmesi. Bir anlamda millete kendi kaderini tayin yetkisini sunan ya da vaat eden bu ideoloji toplumsal birlikteliğe kaynaklık ederek bağlılarına mücadele ve dayanışma ruhu da aşılayabilir. Toplumsal dayanışmayı artıran niteliği onun olumlu sayabileceğimiz yanıdır elbette; ancak içerdiği bazı hususlar bakımından milliyetçiliğin toplumları olumsuz da etkileyebileceğini öngörebiliriz. Milliyetçiğin ırkçılık, şovenizm gibi olumsuz olduğu açık anlayışlardan etkilenerek ya da onların oluşmasına elverişli bir yatak vazifesi edinerek toplumların felaketine yol açacağını da öngörebiliriz.

Kızılderili temsilleri

Üç aylık "düşünce, siyaset ve sosyal bilim" dergisi Tezkire'nin "Milliyetçilik Nereye, Kimden Kime Yükseliyor?" sorusunu ve bu soruya verilebilecek muhtemel cevapları dosya haline getiren 83. sayısında Prof. Dr. Yasin Aktay, "Milliyetçilik Nereye Yükseliyor?" başlığı altında milliyetçiliğin günümüzde aldığı hali ve nereye yükseldiğini anlatıyor. Abdülkadir Diktaş ise "Değer Kaynaklarımız Perspektifinden Milliyetçilik Anlayışı" başlıklı yazısında Anadolu insanının manevi ve kültürel değerlerini baz alarak milliyetçilik kavramına nasıl bakıldığını değerlendiriyor. Sinema ve milliyetçilik arasındaki ilişkiler özelinde Holywood filmlerindeki Kızılderili temsillerinin Amerikan milliyetçiliğine etkilerini konu edinen Yekta Şirin böylelikle siyasi iktidarların sinema ve diğer sanatları araç edinerek milliyetçilik duygularını inşa etme/geliştirme yordamlarını gösteriyor.

Dokuz araştırma makalesine yer verilen sayıda Fahri Yetim, Ömer Obuz, M. Veysel Karataş, İlhami Aydın, Yegane Yiğit, Uğur Kılınç, Merve Sultan Akçakaya, Fredinant Hasmuça, Fatma Kılınç Hatipoğlu Kürt milliyetçiliğinden Arnavut milliyetçiliğine, milliyetçiliğin farklı fraksiyonlarından onun kültürel dokunun inşasında ya da dönüştürülmesinde kullanılan bir söylem sermayesi oluşuna, Ermeni diasporasının tarihsel serüveninden Çarlık Rusya'sında Müslümanlara dönük Hıristiyanlaştırma ve Ruslaştırma yoluyla asimilasyonu ve kimlik tasfiyesine kadar birçok ilginç konu ele alınıyor.


1 Eylül 2023 Cuma

Modern çağın en çok tartışılan sosyolojik kurumu: Aile

Aile, sadece en eski birliklerden biri olmayıp aynı zamanda her türlü topluluk ve toplumun yapı taşıdır da. Hemen her zaman huzur, güven, sevgi ve mutlulukla anılagelen aile her birimizin varoluşunu ve kaderini de önemli ölçüde belirler. Modern çağın en çok tartışılan sosyolojik kurumları arasında yer alan ailenin özellikle son yıllarda etkileri epey artan birtakım dönüşümler sebebiyle mercek altına daha fazla alındığını vurgulamalıyız. Bu tartışmalar esnasında gerek ailenin kökeni, gerek gerekliliği gerekse de varlığı sürekli sorgulanmaya uğraşılmış, ailenin geleceği, işlevi ve önemi de sorgulamalara dahil edilmiştir. Bu konuda ileri sürülen tezlerin yapılan etkinliklerin çoğaldığı bir tespit olarak söylenebilir. Özellikle evlenme oranlarının düşmesi, boşanmaların artması, toplam doğurganlık hızının 1.6'ya kadar gerilemesi gibi sosyolojik parametrelere yansıyan göstergelerin olumsuzlaştığı, LGBTİ vb. sapkınlıklara dair tartışmalarının çoğaldığı bir dönem yaşadığımız söylenmeli.

Yılda iki kez yayınlanan ve baş editörlüğünü Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Koyuncu'nun yaptığı Sosyoloji Divanı'nın 21. sayısının Aile dosyasıyla yayınlanmasının bu dönemdeki tartışmalarla ilgili olduğunu bu yüzden vurgulamak gerekir.

Dosyada yer alan "Değişen Aile Değişmeyen Aile Değerleri" başlıklı makalesinde Ertan Özensel ailenin dünden bugüne teşekkülünü ve devamını sağlayan temel değerlerini irdeliyor. Ailenin kurum değeri, nikah, sevgi, sadakat, saygı, hoşgörü, sorumluluk, geçim, paylaşım, sabır gibi değerlerin yanı sıra geçmişte çeşitli toplumlarda yaşanan ve ailenin yok edilmesini hedefleyen politikaları ve küreselleşen dünyada farklı birlikteliklerin aile kavramı altında tanımlanma girişimlerine meşruiyet kazandırma çabalarını ele alan Özensel, sosyolojik olarak ailenin kadın ile erkeğin nikah akdiyle evlenmesi esasına dayalı olduğunu belirtiyor.

Evlilik istikrarı

Dosyadaki yazısında genetik mühendisliği ve biyoteknoloji alanındaki gelişmelerle birlikte gündeme gelen alternatif aile modellerinin gerçeklik kazanma ihtimalini sorgulayan Mücahit Gültekin ise "anne", "baba", "doğum", "çocuk" gibi aile kurumunu oluşturan en temel kavramların anlamlarının yeniden tartışmaya açıldığı biyoteknolojik gelişmelerin aile kurumunda nasıl bir dönüşüme yol açabileceğini analiz ediyor.

Bir başka sosyolojik temel kurum olan dinin aile hayatına etkisini makalesinde tartışan Meryem Şahin de sadece Müslümanları değil, farklı inançlara sahip bireyleri de ele alan araştırmalarının bulgularından hareket ederek dindarlık ile aile arasındaki ilişkiyi evlilik kriterlerini belirleme, evlilik istikrarı, evlilik bağlılığı, aile içi problemlerin önlenmesi ve çözümü, evlilik doyumu gibi değişkenler üzerinden değerlendiriyor.

Dosyada yer alan yazılarında babalık etiğinden yaşlılık ve aile arasındaki ilişkilere, evlenme ve boşanma dinamiklerinden Türkiye'de aile politikalarının güncel durumunun değerlendirilmesine, ailenin hukuki, mesleki, mimari boyutlarına değinen Mehmet Fatih Güloğlu, Ayşe Canatan, Olgun Gündüz, Döne Ayhan, Hasan Hüseyin Taylan, İbrahim Nacak gibi birçok yazar-akademisyen bulunuyor.

Dergide söyleşi bölümünün konuğu ise Mustafa Ruhi Şirin. Çocuk edebiyatı, çocuk hakları, çocuk kültür ve sanatıyla ilgili çalışmalarından tanınan Şirin'le gerçekleştirilen söyleşide ailenin dönüşümü, çocuğun değeri, modern çocuk paradigmasının kurguları, sanal pedagoji, çocuk ve çocukluk felsefesi, zaman, mekan ve çocuk ilişkisi, yeni çocuk algısı, çocuğun dünya tasarımı, ideal çocuk anlayışı gibi birbiriyle ilişkili birçok konuda nitelikli ve keyifli bir sohbet okuyucuyu bekliyor.