25 Mayıs 2014 Pazar

Siyasi çoğulculuk ya da paganizm

Yazdığı Postmodern Durum adlı “rapor”la 25-30 yıldır dünyanın entelektüel gündeminde en çok tartışılan konuların başında gelen postmodernite düşüncesine kapı aralayan Lyotard, Türkiye’de yine de çok iyi bilinmeyen bir düşünür. Bunda elbette çeviri politikalarının güdümlülüğü kadar, Lyotard düşüncesinin zorluğu ve çizdiği “sapkın” zikzaklar da önemli bir rol oynar. Hazmedilmesi oldukça güç görüş ve fikirler ileri süren bu sıra dışı filozof Fransa’da “Sosyalizm Ya da Barbarlık” olarak bilinen Carlos Castoriadis’in politik grubundan kopuşu ve ardından yazdığı Libidinal Ekonomi ile entelektüel bir “skandal”a imza atar. Aynı Lyotard, Postmodern Durum’u kaleme aldığı yıl eski bir Maoist düşünür Thebaund’la kelimenin tam da Türkçe’deki anlamıyla bir “sohbet”e girişir. Hakkıyla bu sohbetlerin yayınlanmış halini içeriyor.
Hakkıyla’da Lyotard, dil felsefesinden, Kant’tan ve Lévinas’tan ödünç aldığı kavramlarla, Libidinal Ekonomi’nin yarattığı “skandaldan” sonra kendi politik duruşunu hazırlar ve ilan eder. Burada söz konusu olan, ne politik sorunun naif bir poetik düşünce adına terk edilmesi, ne de Lyotard’ın totaliter eğilimler taşıdığından şüphe ettiği spekülatif Hegel düşüncesinin yarattığı hayal kırıklığının ardından, basitçe Kant’a geri dönülmesidir. Söz konusu olan daha ziyade, Lyotard’ın politik düşüncesinin adalet sorusu etrafında yeniden şekillenmesidir.
Lyotard adalet sorununu Platoncu mimesis ve metafizikten arındırmak amacıyla, doğru ile iyi, güzel ve adil arasında kurgulanan özdeşliği yıkmaya yönelir. Ona göre, “olması gereken” “olan”dan zorunlu olarak çıkmaz. Lyotard, verili bir hakikat söyleminin meşrulaştırıcılığına muhtaç bir adalet fikrine inanmaz. İyi, Doğru ve Güzel’den farklı bir dil oyunudur Adil Olan’ın belirlendiği dil oyunu. Niteleyici (descriptive)dil oyunu ile buyurucu (prescriptive) dil oyunu arasındaki farklara dikkat çeken Lyotard için bu ikisi birbirinden bağımsızdır. Bu açıdan son derece voluntarist bir siyasi felsefeye omuz verir Lyotard. Son derece farklı görüşlerin yarıştığı bir alanda yargı vermek için dayanılabilecek bir üst merci yoktur ona göre. (Lyotard, aynı dönemde yazdığı Postmodern Durum’da detaylı şekilde yeniden ele alacaktır bu temaları. Böylelikle Türkiye’de algılandığı şekliyle Postmodern Durum’un bir anti-politik kitap olmadığı da görülebilecektir.) Meta-anlatıların meşrulaştırıcılığından yoksun kalmak politik bakımdan paganlığa sürükler. Paganlık, bu noktada Lyotard’ın savunduğu asıl siyasi felsefeyi oluşturur. Hakkıyla, siyasi çoğulculuğa yol açan bu paganizmin, “hakkıyla” ele alındığı bir kitap.

Hür ve kabul edilmiş liberaller

Öteden beri düşündüğüm bir şey: Türkiye’de gerçek bir “liberal” var mı? Türkiye’de “liberal” olmak ne anlama gelir? Siyasi liberalizmle iktisadi liberalizm arasında bir fark bulunur mu? Türkiye’de kendisini liberal olarak tanımlayanlar siyasi liberal mi, iktisadi liberal mi?
Bu sorularıma geçen yıl Kasım ayında vuku bulan “dershaneler” tartışması ve Şubat ayında bazı yurtlarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aleyhine “tebbet” okumak istemeyen ya da yine Başbakan aleyhine gösterilmek istenen videoları seyretmekten imtina eden öğrencilerin yurtlardan atılması dolayısıyla gözlemlediğim bir sessizlik dolayısıyla kısmen bir cevap bulabildim.
Dershaneler tartışması esnasında kendini “liberal” olarak tanımlayan bazı zevat sosyal medyada dershanelerin kapatılamayacağını, çünkü bu kurumların hür teşebbüsün kaleleri olduğunu ileri sürmüşlerdi. Kısmen haklıydı bu eleştiri. Sonuçta birileri para kazanmak için birtakım kurumlar oluşturmuşlardı ve eğer Türkiye piyasa ekonomisi çerçevesinde eğitim mevzuunu piyasanın taleplerine göre şekillendirmek isteyen bir iktisadi strüktüre ve anlayışa sahipse bu kurumlar kapatılamazdı.
Peki, Şubat ve Mart aylarında karşılaştığımız olay neydi? Bazı özel yurtlarda ülkenin başbakanına dair kötü sözlerin edildiği bazı ritüellere katılmak istemeyen, ülkenin başbakanını seven bazı öğrenciler kapı dışarı edilmişlerdi. Üstelik yurt paralarını da ödemelerine rağmen bir gece ansızın kapının önüne konmuşlardı. Dikkatle izledim sosyal medyayı, bu konuda dershaneler tartışmasında meseleye hür teşebbüs nokta-i nazarından yaklaşanların ileri sürecekleri görüşleri merak ediyordum. Heyhat! Onca gün geçti, ne ağızlar açıldı, ne de klavyelere tuşlandı. Müthiş bir sessizliğe gark olmuştu kendini “liberal” tanımlayan çevreler. Oysa Türkiye’de yerleştirilmesine özen gösterilen iktisadi strüktür ve anlayışa göre parasını ödediği hizmetten yararlanırken sözleşme şartlarında yer almayan bir husus dolayısıyla o hizmetten mahrum bırakılmak kim ne derse desin öncelikle “tüketici hakları”na mugayirdi. Piyasa ekonomisini savunan liberal anlayışlılarımız nedense bu konuda konuşma mecburiyetinde hissetmiyorlardı kendilerini.
Peki ama öyleyse bu sessizliği nasıl yorumlamalıydı?  Ya bu sessizlikte bir aksaklık vardı ya da kendini liberal olarak lanse eden çevrelerin sözüm ona liberalizminde. Başka bir seçenek de söz konusu edilebilirdi lafın tam bu noktasında. Bu liberallerin liberalliği bir tür inisiyasyon içeriyordu. Birileri vakti zamanında bunları “liberal” olarak kutsamış ve kabul etmişti. Liberal olarak kutsanıp özgürleştirildiği var sayılan bu zevat da “kabul edilmişliğin” verdiği özgüvenle, her sözlerinde hikmet arayanlara gönüllü sözcülüğe soyunmuşlardı. Üstelik liberalliklerine artı bir değer olarak (“artı-değer” pek liberal bir kavram olmasa da!) bir gereği olarak muhalifliği ekledikleri için, belki de muhalif olmaları şartıyla liberal olarak inisiye edildikleri ve “kabul buyuruldukları” için mevcut iktidarla çatışan dini bir gruba dolaylı olarak destek olmanın yolunu suskunlukta bulmuşlardı. O dini grubun yararına olmadıkça ağızlarını bıçağın açmaması başka neye delalet ederdi ki?
O dini grupla iktidar arasındaki çatışmada taraf olmadan doğruları “kısmen” de olsa söylemenin yolu ‘liberal’, ‘sağcı’ ya da ‘solcu’ olarak addedilmekten geçmiyor. Türkiye’de en güvenli şekilde liberal olmanın gerek şartı piyasa ekonomisine, piyasa ekonomisinin ortaya koyduğu kurallara sonuna kadar sadık kalmak elbette. Ama bu yine de “liberal” olarak değerlendirilmeye yetmiyor. Ayrıca “muhalif aydın” olarak inisiye edilmeniz de gerekiyor.  Bu “muhalif aydın” ise öncelikle ülkede yerleşik kültüre, ülkenin tarih boyunca ürettiği medeni değerlere ve bu değerlerin menbaı olan dine ‘yabancı’ olmasanız bile ‘karşı’ olmanızı icbar ediyor. Yani muhalifliğin göstergesi iktidar karşıtlığı değil, toplum karşıtlığı. Öteki türlü bu ülkede “muhalif” bile saymıyorlar sizi.
Böylelikle sonuçta ortaya karışık bir “hür ve kabul edilmiş liberaller” locası çıkıyor. Bu locanın “hür ve kabul edilmiş masonlar” locasından farkı ise dilinde ve dimağında. Masonları aratmayan anlayışına rağmen dilleri masonlardan daha gevşek, dimağları ise daha karışık ve sinsi.  İktisadi liberalizmden siyasi liberalizme dönüşleri bile o açıdan şüphe içeren bir muhtevaya sahip. Ne iktisadi ne de siyasi açıdan güven uyandırıyor çünkü topluma, onun kültürü ve dinine karşı yürüttükleri şedit muhalefetleri.

Bu muhaliflikleri olmasaydı, iktisadi ve siyasi görüşleri ne olursa olsun, “aydın” ve “liberal” olarak tanımlanabiliyor olurlar mıydı? Hem yukarıda izah ettik, iktisadi ve siyasi görüşlerini onları “aydın” ve “liberal” olarak kabul edenler umursuyor mu ki?
Cafcaf, No: 61

20 Mayıs 2014 Salı

YAZGÜLÜ HANIMIN NİYAZİ MANTIĞI

Gazeteci-yazar Yazgülü Aldoğan, Soma’daki maden kazasında ölen işçiler için kullanılan “şehit” nitelemesini boşa çıkarmak için “Ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti niyazi” deyimini kullanmış bir twitinde.
Aldoğan’ın bu twiti günlerdir hem twitterda hem “normal” medyada eleştiriliyor, eleştirenler arasında maden ocağında vefat eden işçilerin yakınları, siyasiler ve faciadan sağ kurtulanlar da bulunuyor.
Ben ise Yazgülü Hanım’ı eleştirenler arasında bulunmuyorum, bunun sebebi onun sözlerine hak verişim değil katiyetle. Bu sebebi açıklamak üzere bu yazıyı kaleme alıyorum.
Yazgülü Aldoğan’ın notunu şahsen ben 20 Temmuz 1987’de vermiştim: sıfır! O günden sonra bu ismin zihnimde kalışı sadece arşiv merakımdan doğrusu.
Peki ama 20 Temmuz 1987’de ne oldu?
16 yaşında İstanbul Atatürk Fen Lisesi’nde okuyan bir öğrenciydim, yaz tatili için Konya’daydım. Bir gazete bayiinde gördüğüm Yeni Gündem dergisi ilgimi çekmişti.
Newsweek tarzı kapak kompozisyonunda sürmanşet bir dosya başlığı ilgimi çekmişti, dergiyi satın almıştım bu yüzden: İslami Fen Liseleri.
Haberin başlığı buydu, haberde bahsi geçen okul benim okuduğum okuldu, haberde eleştirilen birçok hususa yakından tanıktım üstelik.
Haberi yazan kişi Yazgülü Aldoğan’dı, haber metninin içerdiği bazı fantazmalar ise dikkat çekiciydi.
Sözgelimi, benim de aralarında olmaktan büyük kıvanç duyduğum Müslüman öğrencilerin (erkeklerin!) kardan kız yapıp kar topuna tuttuğunu yazıyordu Yazgülü hanım (Böyle bir şey ise hiç olmamıştı.) Yazgülü Hanım’ın bu olaya yorumu ise Müslüman erkek öğrencilerin birtakım cinsel rahatsızlıklarını bu yolla dile getirdiğiydi.
Bu satırlarını okurken gülümsemiştim kendi kendime, okuldaki solcu erkek arkadaşları düşünüp. Onlar da kardan adam yapıp kartopuna tutuyorlardı! Demek ki demiştim kendi kendime, solcu arkadaşlarımızın daha büyük cinsel sorunları var!
“Sağcılara soğan, solculara sarımsak” dediğimizi de yazmıştı Yazgülü hanım!
Bu ibareyi hemence üstüme alınmıştım, çünkü lisede platonik aşk beslediğim kızın soyadını evirerek “soğan”a çeviren bendim, üstelik sınıfın kara tahtasında tebeşirle yapmıştım bunu. Ama Nevin, sağcı değildi ki!
Yazgülü Aldoğan ismine ilişkin algıda seçici olmama yol açan ikinci olay da 1990’da yaşanmıştı. Halil Ürün’ün Konya Büyükşehir Belediye Başkanı olarak kız öğrencilerin kendilerine mahsus otobüs taleplerini yerine getirmesi o dönem ülkede ortalığı birbirine katmıştı.
Hürriyet başta olmak üzere birtakım yayın organları Konya’yla ilgili basmakalıplaşmış yargılarıyla, klişeleriyle manşetlerini süslüyorlardı. Yazgülü Hanım “Konya Federe İslam Cumhuriyeti” lafzıyla müthiş bir buluşa bile imza atmıştı. Takdir edilmesi gerekirdi!

Neticede Yazgülü Hanım’ın Soma’daki işçilere ilişkin sarf ettiği sözlerine eleştirmek için dahi olsa bile değer vermeyişim, mantığa değer verişimden kaynaklı. Bunu da 1987 ve 1990 deneyimleriyle kazanmıştım.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Sondan bir önceki ‘şeyler’e dair...

Önemli bir sinema kuramcısı SiegfriedKracuer. Özellikle sinema kuramında gerçekçiliği bağnazlık derecesinde savunmasıyla ünlü. Yakın arkadaşı Walter Benjamin, Hitler Almanyasından Batı’ya geçememiştir, ama Kracuer sabrı sayesinde karısıyla birlikte Newyork’a geçebilmeyi başarmış bir Yahudi’dir. Kracauer de tıpkı Benjamin gibi modernliğin yüzeyinde kalan, ancak aslında onu oluşturan gündelik şeyler, nesneler, olaylar üzerine düşünür. Kracauer “son, nihai şeyler”in felsefi veya teolojik sistemler aracılığıyla kavranabileceğine inanmaz: Bu nedenle dikkatini “sondan bir önceki şeylere dair geçici bir içgörü kazanmaya” yöneltmiştir. Tarih tam da geçici karakteriyle ilgisini çeker onun; “hâlâ bir isimden yoksun oldukları için gözden kaçırılan ya da yanlış yargılanan hedefleri ve varlık tarzlarını ihya etme” yönünde derin bir arzu duyar. Kracauer’in bu son dönem çalışmasını görünüşte çok farklı sorunlarla uğraşan ilk çalışmalarına, özellikle de fotoğraf ve film hakkındaki çalışmalarına bağlayan da budur. Fotoğrafın tam bir sanat olmayışı gibi tarihin de tam bir bilim olmadığında ısrar eder ve bu karşılaştırmadan kayda değer saptamalar çıkarır. Tarihle ilgilenmesinin ikinci sebebi olarak Kracauer, “geçmişin belli anlarına duyulan müşfik bir ilgiye -deyim yerindeyse antikacı ilgisine-” bağlıyor. Proust’un hayaletimsi ağaçlarının ona verdiği mesaja benzer şekilde, geçmişte ilgilendiği anların kendisine yaptığı sözsüz çağrıya uyduğunu belirtiyor.
Teolojik spekülasyon
Kracauer, önceliği dini tahayyül ve teolojik spekülasyonun modern hayatta yokluğunun oluşturduğu boşluğu düşünmeye veriyor. Ona göre, “Helen evreninde dini tahayyül ve teolojik spekülasyon modern insanın kesinlikle ulaşamadığı manevi boyutlar açmıştı. Bunlara özlem bile duyuyor muyuz acaba? Bizim karşımızda geç antik dönemlerin henüz hayal edemeyeceği bir görev duruyor: Teknolojik know-how’ımız sayesinde insanlığın çoğunluğunun hâlâ içinde yaşadığı maddi koşulları iyileştirmeye çalışma donanımına sahibiz, dolayısıyla da bunu yapmak zorundayız.” Ancak bu görev maddi yoksunluktan kurtulmanın zamanla insanlık durumunun lehine olacağı varsayımına inanmakla başarılacak bir görev değil ona göre, çünkü “Kültürel talepler ve manevi temayüller, geçici olarak paranteze alınır veya kitlelere uydurmak amacıyla ucuz bir biçimde ele alınırlarsa buharlaşabilirler.”
Bu klasikleşmiş yapıt bir tarih felsefesi veya metodolojisi sunmaya çalışmıyor; her tarih kavrayışının yüzleşmek zorunda kalacağı sorunlar üzerine son derece parlak bir zihnin düşüncelerini sergiliyor.

9 Mayıs 2014 Cuma

Medyanın dini kullanımı

Politik teoloji konularının tartışılmasında, sürdürülen tartışmaların içerik ve biçiminin belirlenmesinde son 30 yılda büyük gelişme gösteren medya sektörünün kurucu işlevi vardır.

Türkiye’de kamusal alanda yürütülen tartışmaların birçoğunun medya üzerinden geliştiği iyi bilinen bir husus. Kamuoyunun ve kamusal alanın dijital-medyatik temsilleri ülkedeki tartışma konularının görsel temsillerine de kapı aralıyor sürekli.
Son 30 yıldır Türkiye’de sürdürülen kamusal tartışmaların ise iki temel konusu var: Terör ve Kürt sorunu ve din-devlet ilişkilerinin nasıl kurgulanacağı, İslam, İslamcılık ve Alevilik, cemaatler vb. konularda tafsilatlandırılabilecek politik teoloji sorunu. Bu iki sorunun da başka bir açıdan 1980’li yıllarla ülke gündemine giren “kimlik ve aidiyet” sorununun açılımı olduğu söylenebilir.
Politik teoloji konularının tartışılmasında, dahası sürdürülen tartışmaların içerik ve biçiminin belirlenmesinde yine son 30 yılda büyük bir gelişme gösteren medya sektörünün kurucu işlevi de gözardı edilemez.
Bu kamusal tartışmalar bir yandan dini bilginin demokratizasyonu sürecine, toplumun dini bilgilenim kanallarının çoğullaşmasına hizmet ederken başka bir yönden de tartışmaların yürütüldüğü mecralardan kaynaklı bir deformasyon ve çarpıtma sürecine de maruz kalınabilmektedir. Kamusal tartışmalarda taraflar arasındaki karşılaşmalarda tarafların aldıkları pozisyonlardan kaynaklı bu deformasyonun yanısıra ayrıca bizatihi tartışmaların kurucu unsuru olarak öne çıkan ve bu yüzden tartışmalara elverişsiz ortamlar hazırladığı düşünülebilecek medyanın din ile kurduğu ilişkinin boyutları da önem kazanmaya başlamaktadır.
Dinin dijitalleştirilmesi
Medya ve Din, Türkiye’de medya ile dinin ilişkisine değişik yönlerden bakabilen ‘ilk derleme’. Medya ve Din, dinin dijitalleşmesinden dinsel nefret söylemine, dinin karikatüral temsilinden medyanın din bilgisine, televizyonda dinin temsiline, reklam iletişimindeki dinsel kurguya, marka iletişiminde dinsel sembollerin kullanımına dek açılıyor. Oradan din ile moda, din ile sinema, din ile müzik ilişkisine geçiyor. Bir yandan da dini oluşumların medya stratejilerine, mezhep farklılıklarının medya yansımalarına değinmeyi ihmal etmiyor; dahası, din görevlilerinin sosyal medya kullanımını ve Alevi yayıncılığını da konu ediniyor. Medya ve Din’in yelpazesi altındaki başlıklar, medya ile din ilişkisini hem Türkiye tezahürleriyle hem de küresel açılımlarla irdeliyor.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Başlangıçtan günümüze Türk-Ermeni ilişkileri

30 ciltlik külliyat, Türk-Ermeni ilişkilerinin tarihini, beraber yaşama kültürünü, ihtilaf, isyan ve çatışmalarını, bunların nedenini, gelişim ve nihayetini ayrıntılı şekilde inceliyor. 

Osmanlı Devleti’nde “millet-i sadıka” olarak bilinen Ermenilerle Türklerin tarihsel ilişkileri bin yılı aşkın bir süreyi kapsar. Zaman zaman, özellikle Türkiye Selçuklular döneminde var olan küçük Ermeni prenslikleriyle Türkiye Selçukluları’nın silahlı mücadeleleri haricinde genelde modern dönemlere kadar fazlaca hır gür yaşamayan Ermenilerle Türklerin barış içinde oluşu Osmanlı bürokrasisinin Ermenilere bu sıfatı vermelerinin en önemli sebebidir. Ancak modern zamanlarda Rusya ve Batılı devletlerin kışkırtmalarıyla da olsa Ermeni milliyetçiliğinin ortaya çıkışı Osmanlı devletini birçok tedbir almaya sevk etmiştir. 1. Dünya Savaşı esnasında yaşanan Ermeni Tehciri dolayısıyla bu tür tedbirlerin olumsuz etkileri katmerlenmiş ve günümüzdeki politik sorunların arkaplanını oluşturmuştur. Ermeni diasporasının Tehcir’den devşirmeye çalıştığı politik-tarihsel kâr güdüsü ile birleşen bu sorunların çözümü o kadar kolay da değildir.
 
Türk Tarih Kurumu yayınları arasında hazırlanan ve 30 cilde baliğ olması düşünülen Türkler ve Ermeniler başlıklı çalışma güncel birçok sorunun arkaplanını da aydınlatabilecek önemde makaleler içeriyor. Yerli ve yabancı 350 kadar akademisyenin kaleme aldığı makalelerden oluşan ve “Tarihte Türkler ve Ermeniler” adıyla kitaplaştırılmış olan çalışmanın ilk 10 ciltlik kısmı Türk Tarih Kurumu yayınlarından çıktı.
 
350 akademisyen imzalı Külliyat, Türk-Ermeni ilişkilerinin başlangıcından günümüze kadar uzanan tarihini, beraber yaşama kültürünü, ihtilaf, isyan ve çatışmalarını, bu ihtilaf ve çatışmaların ortaya çıkış nedenini, gelişim ve nihayetini ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Külliyatın ilk 10 ciltlik kısmında bulunan bazı başlıklar ilerleyen yıllarda yapılacak çalışmalara ışık tutacak kaynak eser niteliği taşıyor.
 
Ermenilerin Erken Dönemleri, Ermenilerin Tarihî Coğrafyası, Ermenistan Coğrafyası, Ermeni Dili ve Edebiyatı, Türk-Ermeni Kültürel İlişkileri, Türk-Ermeni Dil ve Edebiyat İlişkileri, Türk-Ermeni Müzik İlişkileri, Türk-Ermeni Siyasî İlişkileri, İslâm Medeniyeti Sürecinde Ermeniler, Bizans Devleti Döneminde Ermeniler, Selçuklular Döneminde Ermeniler, OsmanlıToplum Yaşantısında Ermeniler gibi konular ele alan makaleler, Türk-Ermeni ilişkilerinin tarihini kapsamlı bir şekilde serimliyor.
 
star-Açık Görüş