29 Nisan 2021 Perşembe

Sol ve şiddet sorunu

 Şiddet genelde insani bir olgu olarak düşünülür; insanın sınırlarını belirlemede başvurulan bir durum ve varoluşunun bir parçası olarak bakılır ona. Bu açıdan birçok felsefi tartışmada da ele alınmıştır. Ancak şiddetin salt felsefi ve psikolojik bir kavram olmaktan öte toplumsal ve siyasal boyutlarının da olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle birçok siyasal ideolojinin şiddeti toplumsal bir olgu olarak kabul edip onu kendileri açısından kullanılışlı bir araç konumuna getirdiklerine de şahit oluruz. Bilhassa sol ve sosyalist düşüncenin kendi tarihi içinde şiddete ilişkin ayrıcalıklı sayabileceğimiz düşünmesinin bir kısmı onu sol siyasi eylemlerin başarısına götürecek bir yol olarak görmelerine dayanır. Devletin ya da kapitalizmin şiddetine karşı kategorik bir tarzda karşı çıkanların iş sosyalistlerin bir devrim stratejisi olarak şiddete başvurmalarını meşrulaştırmaya çabalarken kırk dereden su getirmeleri, sol şiddete mazeret üretirken başvurdukları haklılaştırmalar, meşrulaştırmalar, aklileştirmeler dikkat çekici boyutlardadır.

Müptelalık ve meşrulaştırma

Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından dünya solunda şiddet karşıtlığının içerdiği birçok zorlamaya karşın etkisini artırdığına şahit olduk, bununla birlikte Türkiye'deki sol çevrelerin şiddet eleştirileri ve hatta şiddet karşıtlığına pek bulaşmadıkları ve hatta eleştirecekleri şiddeti kimin sergilediğine özel bir ihtimam gösterdiklerini de söyleyebiliriz. Bazı radikal sol örgütlerin kendi varoluşlarını "silahlı mücadele" dedikleri türden bir şiddet müptelalığı temelinde meşrulaştırmaya çabaladıkları bile bu kertede öne sürülebilir. Bu durum sözümona kutuplaştığı öne sürülen Türkiye'deki toplumsal diyalog arayışlarına büyük engeller çıkartmakta elbette. Somut olarak bu sözgelimi PKK terörü vesilesiyle defaatle müşahede edildi. Türkiye'deki solun buna karşın hâlâ etkin ve kararlı bir bir şiddet eleştirisine girişmemiş olmasını önemli bir sorun olarak görmek mümkün bu açıdan. Son dönemlerde şiddete karşı olduklarını zannettiğimiz bazı sol grupların bile söz PKK terörüne gelince bu terörü neredeyse meşrulaştıracak bir biçimde onu anlayışla karşılayıp üstüne bir de onun siyasal temsiline soyunmaları garip olmasının yanısıra epey de açıklayıcı: Kırk yıllık Yani'ler ne yaparsanız yapın bir türlü Kani olamıyorlar.

Kırk yılı aşkın bir süredir Türkiye'de yaşanan PKK terörü vesilesiyle şiddet ve terör eylemlerinin sadece ulusal değil, uluslararası boyutlarının da olduğunu vurgulamak gerekiyor. PKK'nın kendi şiddet eylemlerine finansman sağlamak için başvurduğu uluslararası enstrümanlardan taşıdıkları ideolojik yakınlıklar dolayısıyla farklı ülkelerde farklı örgütlerin şiddet noktasında birbirleriyle dayanışmasına kadar birçok unsur bu boyutu derinleştiriyor. Tabii bu noktada belirli bir ülke üzerinde emeli bulunan birtakım "dış güçler"in bu emellerini gerçekleştirebilmek için başvurdukları bir araç olmak da bu sol örgütler açısından ilginç bir paradoks oluşturuyor.

Sol ve şiddet ilişkisini ele alan özel sayısıyla Tezkire dergisi, sol düşünce ile solcu hareketlerin şiddet sorununu felsefi bakımdan nasıl ele aldığını, bu ele alışların şiddet pratiğine sık sık başvuran solcu örgütlerin motivasyonuna yaptığı katkıları da kuşatacak bir şekilde tartışıyor. Dergideki ilk yazısında Yasin Aktay, PKK'nın 2013'teki Çözüm Süreci'ni nasıl sabote ettiğini irdeliyor. PKK'nın kendi şiddetini bir ulusal kimlik kurmak için aracı olarak kutsamasının psikososyal bir çözümlemesini yapan Aktay "bir hak arama aracı olarak şiddet" tartışmalarını destekleyen bir metin üretmiş oluyor böylelikle. Dergide dikkat çeken ikinci yazı ise Ertuğrul Başer'e ait. Yazısında Başer "Şiddetin dışında bir ülke lazım, bir daha oraya dönmeyecek, gözü arkada kalmayacak bir ülke lazım" cümlesini kullanıyor. "Son diktatör" ve "Yoldaşını Öldürmek" başlıklı kitaplarıyla dikkat toplayan Aytekin Yılmaz'la yapılmış bir söyleşi de yer alıyor. Söyleşide PKK'nın şiddet sicilinin genelde hep göz ardı edilen boyutlarını anlatıyor Yılmaz.

Toplum tartışmalarının bugünü

 Tarihin en başından beri belirgin birçok sebebe istinaden insanların genelde hep birlikte topluluklar halinde yaşadığı, bu kolektif gerçekliğin beşerî hayatın en temel karakteristiklerinden birini oluşturduğu söylenebilir. Klan, aşiret, oymak, cemaat, ulus, toplum vb. tarih boyunca görülen birçok birlikte yaşama formu olduğunu söyleyebiliriz. Yine de toplum insanların birlikte yaşama formlarından en gelişmişi olarak değerlendirilir. Her ne kadar diğer toplu yaşama formları gibi bireylerin bir araya geldiği bir form olsa da toplumun sadece bu bireylerden oluşmadığı görüşüne yaslı olarak toplumu nesnesi olarak alan sosyoloji disiplininin ortaya atıldığı on dokuzuncu yüzyıldan bu yana onun bireysel gerçekliklerden bağımsız bir gerçekliğe tekabül ettiği varsayımı etrafında geliştiği düşünülebilir.

Zor bir kavram

Buna karşın tanımlanması epey zor bir kavram olarak da görülür toplum. Bu kavramla ilgilenen hemen herkesin onu birbirinden farklı şekilde tanımladığı görülür, bu tanımlar çoğu kez uzlaşmaz farklılıkları da ihtiva edebilir. Belki bu açıdan sosyoloji disiplini içinde en karmaşık, tanımlanmasında en çok güçlük çekilen kavramların başında 'toplum' kavramı gelir. Klasik sosyolojiden modern sosyolojiye kadar sosyoloji tarihinde kavram üzerinde bazen üstü örtük, bazense açık bir tartışmanın mevcut olduğu ifade edilebilir. Toplumu konu edinen hemen her sosyoloğun kendine özgü bir toplum tasavvuru vardır ve bu tasavvur sadece o sosyoloğun kendi entelektüel merakının ötesinde bir anlama sahiptir.

Klasik sosyolojide genelde geleneksel toplum ve modern toplum dominant toplum tipleri olarak kabul edilirken günümüz sosyolojisinde birbirleriyle uyuşmaları bazen epey zor nitelemeler aynı toplum için kullanılabiliyor. Sözgelimi günümüz toplumları için postmodern toplum, tüketim toplumu, bilgi toplumu, sanayi sonrası toplum gibi nitelendirmelere sık sık denk geliyoruz. Bu durum ilkin aynı toplumsal gerçekliğin farklı sosyologlar tarafından farklı şekillerde ifade edilmesinin bir neticesi olarak düşünülebilirse de toplum tanımlamalarında karşılaşılan güçlüklerden kaynaklı tartışmanın devamı olarak da kavranabilir. Günümüz sosyolojisinde toplumsal alanın nasıl nitelendirileceğine ilişkin yürütülen bu tartışmanın sosyolojik faaliyetin kendine dönük algılarını da belirleyeceği kuşkusuzdur.

Ütopya tasavvurları

Köksal Alver'in baş editörlüğünde altı ayda bir yayınlanan Sosyoloji Divanı'nın 2020'nin ikinci sayısı olarak yayınlanmış 16. sayısındaki Toplum başlıklı dosya konusu bu tartışmaya bir katkı olarak tasarlanmış. Dosya, aynı zamanda derginin dördüncü özel sayısı. Dergide Mustafa Aydın, toplumu ütopya tasavvurları etrafında şekillenen ahlaki, hukuki ve tarihsel şartların oluşturduğu süreçte insana alternatif bırakmayan bir alan olarak inşa edildiğine dikkat çekiyor. Toplumsal gerçekliğin mevcut şekilleniş tarzı olarak toplum formunun etik ve estetik ölçütlerin temeli addetmenin yanlışlığına dikkat çekilen yazısında Aydın gerçekliğin temel ölçüsünü farklı bir yerde aramamızın önemine işaret ediyor. Toplum kavramının kullanımını yanlış bulan Nilgün Çelebi de yazısında bu kavram yerine socius kavramını öneriyor. Nilüfer Öztürk Aykaç'ın yazısı ise felsefi düşünceler tarihinden muhtelif toplum tipleri ve imgelerini okura sunuyor. Bu yazılar haricinde dergide Ejder Ulutaş, Mehmet Uğraş, Bedir Sala, İlyas Sucu, Ferhat Tekin, Sedat Demir dosyayı zenginleştiren yazılara imza atmışlar.


20 Nisan 2021 Salı

Kelam kozmolojisinin kökleri ve geleceği

 Klasik İslam düşüncesi içinde kelam disiplini İslam inancına dönük içsel ve dışsal tehditlere karşı inancın savunulması, oluşturulmaya çalışılan çeşitli şüpheleri kesin delillerle izale etmek amacına matuf gelişmiş bir gayret olarak görülebilir. Bir yandan İslam'ın yayılma dönemlerinde Grek, Pers ve Roma gibi eski kültürlerden bakiye kalan ateist, politeist, materyalist felsefi sistemlerden kaynaklı çeşitli konulara değgin akli delillerle İslam akidesini savunan kelamcılar diğer yandan da İslam dininin müntesiplerine sahih bir inanç ve doğru bir istikamet tutmalarında yardımcı olacak ilkeleri geliştirmeye çabalarlar. Kelamcıların bu iki amaca erişmede benimsedikleri yöntemler kiminle ve nasıl bir diyalog kurduklarına bağlı olarak değişir. Eğer muhataplar ateist, politeist, materyalist bir ekole bağlı ise, yani ilhad ehli ise onlarla tartışma zemini genellikle akli çıkarımlar dolayımıyla gerçekleşir. Muhataplar zaten İslam inancından kimselerse bu kez sahih bir inancı dini-nakli referanslarla ortaya koymaya çalışırlar.

Muhatapların savundukları fikirlere göre şekillenen bu tarzda kelam konularının genellikle iki farklı şekilde anlaşıldığını belirtmek gerekir. Genellikle muhatabın ilhad ehlinden olduğu tartışma konularına genel olarak Dakiku'l-Kelam denir; yani atom, hareket-sükûn, zaman-mekân, süreklilik-süreksizlik, boşluk, uzay, nedensellik, birleşme-ayrılma, sıcaklık-soğukluk, ağırlık-hafiflik, renk, tad, koku, ışık, işitme, görme vb. fizik-kozmolojik problemleri akli çıkarımlarla ele alınır ve tartışılır. Elbette bu konuların işlenmesinde kelamcıların asli amacı başta tevhid olmak üzere İslam'ın ana inançlarını akli-mantıki argümanların yanısıra, deney, gözlem ve tecrübe gibi diğer bilgi kaynakları aracılığıyla ispatlamaktır. Kelam disiplini içinde onun değişkenleri olarak görülebilecek bu meseleler ileri derecede bir ihtisas gerektirdiği için "dakik" (derin) ya da latif (ince) konular olarak da nitelendirilmiştir.

Tabiat felsefesi

Kelamın bu konulara yaklaşımının kendiliğinden kelama özel bir tabiat felsefesi ortaya koyduğu da şüphesizdir. Bu tabiat felsefesi doğrultusunda ilk dönem kelamcılarının eserlerinde fizik ve kozmoloji konularına özel bir ihtimam gösterdikleri, bu konulara eserlerinde genişçe yer ayırdıkları da bilinmektedir. Hicri beşinci yüzyıldan itibaren Dakiku'l-Kelam'dan daha çok Celil-ul Kelam konularının daha çok ön plana çıktığını görürüz. Celilu'l-Kelam konuları ise İslam müntesiplerinin inanç sorunlarıdır genelde. Bu değişimdeki saiklerinin büyük bir bölümünün muhatapları oluşturan kitlelerdeki ve problemlerdeki değişim olduğu da şüphesizdir. Müslüman toplumlardaki ilhad hareketleri ve onların oluşturduğu etki azalırken Haşviyye denen kelam ve felsefe karşıtı hareketlerin etkileri yoğunlaşmış, birtakım batıni akımlar doğmuştur. Bu değişim de kendiliğinden kelam kaynaklarına yansımıştır elbette.

Dakiku'l Kelam konularının kelam ilminde tuttuğu yeri ve önemi, alemin hudusu ve Allah'ın varlığını ispatı için kelamcıların geliştirdiği hudus delilleri ve yaratılış modelleri, atomculuk öğretisi, onun antik felsefedeki kökenleri, bu öğretinin eleştirilmesi, nedensellik teorileri, kelam kozmolojisinin bilimle ilişkilerini konu edinen beş bölümden mürettep Dakiku'l-Kelam adlı metin derlemelerinde Ramazan Altıntaş ile Ahmet Mekin Kandemir hem klasik hem de çağdaş dönemde yapılan çeşitli çalışmaları dikkate almışlar. Bu metinlerde Mutezile atomculuğundan Cahiz'in tabiat felsefesine, İbn Hazm'ın kümün ve yaratma teorisinden İbn Meymun'un kelamcıların cevher-araz teorilerine ilişkin yazdığı 12 Mukaddime'nin tercümesine Maturidi ve Nesefi'nin atomcu görüşlerinden Gazzali ve Kuantum Teorisi'ne Big Bang Teorisi ile Yaratılış düşüncesi arasındaki ilişkilerden kelam ve bilim yakınlaşmalarına birçok ilginç konunun yer aldığını zikredelim.