30 Haziran 2023 Cuma

100 yıllık kaçış rotası

 Yirminci yüzyılın dünya savaşları haricinde en trajik olaylarındandır Filistin'de yaşanan dram ve Filistin topraklarında 1948'den beri süregelen İsrail işgali. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Yönetimi altında Filistin adıyla bir bölgenin olmadığına dikkat etmeli. Hayfa, Akka, Safed, Tiberya şehirlerinin Beyrut Sancağı vardı ve başta Yafa, Gazze, Kudüs gibi şehirler ile birlikte Beyrut Sancağı'nın güneyinde bağımsız bir Kudüs Sancağı bulunuyordu. Filistin'in güneydoğu kısımlarının ise Maan Sancağı'na bağlıydı ve bu yerler hep birlikte Suriye Vilayeti'nin bir parçası konumundaydı.

Bugün Filistin tarihinin büyük bir kısmının insanlarıyla birlikte toprağa gömüldüğünü yazıyor bu kitap. Osmanlı Filistin'ine Veda başlıklı eser Ramallah'ta yaşayan Filistinli Avukat Raja Shehadeh'in büyük büyük amcasının 100 yıl önceki kaçış rotasını takip ediyor. Uluslararası Hukukçular Kurulu'nun bir üyesi, insan hakları örgütü El-Hak'ın kurucusu olan Shehadeh, Londra'da eğitim almış Hıristiyan bir Arap.

Müvekkilliğini yaptığı kişinin Eriha'da bir kumarhane kurulması için İsrailli bir şirketle ortaklığa girerek düşmana arazi sattığı ve ona yardımcı olduğu asılsız iddiası sebebiyle 1996'da Oslo görüşmeleri sonrası kurulan geçiş dönemi Filistin hükümeti kontrolündeki Filistin güvenlik polisi tarafından tutuklanma ve Eriha'ya, yani eski İsrail askeri hükümet karargahı ve yeni Filistin güvenlik hapishanesine konma tehlikesini savuşturmak için Shehadeh 13 yılını büyük büyük amcasının kaçış rotasını çıkartmakla geçirdiğini ifade ediyor.

Büyük büyük amcasının serüvenini yeniden inşa etmek için gitmesi gerekli Hayfa'ya gidemeyen Shehadeh, eskiden Yahudi ve Arapların karışık bir biçimde yaşadıkları bu şehrin, Filistinli sakinlerinin dünyanın dört bir yanına dağıldığı bir İsrail şehrine dönüştüğünü işaret ediyor. 30 Mart 1948'de İsrail'in kurulup Filistinli Arapların kitlesel bir şekilde yurtlarından çıkarıldığı Nekbe felaketinden iki ay önce vefat eden büyük büyük amcasını, belki de vatanının en trajik dönemini görmeden öldüğü için şanslı sayan Shehadeh, Nekbe felaketinde yaşananları şöyle aktarıyor: "Oğlu, karısı, torunları ve ortak bütün akrabalarımız bütün mal ve mülklerini kaybederek Hayfa'dan çıkartılmışlardı. Giderlerken evlerine bir daha dönemeyeceklerinin ve kişisel eşyalarını yanlarında götüremeyeceklerinin farkında değillerdi. Mobilyalar, kitaplar, el yazmaları, hatıralar, fotoğraf albümleri, kişisel eşyalar, hepsi geride kalmış ve hiçbir zaman geri alınamamıştı. Kendilerine ait her şey, kişisel hikayelerini anlatan her şey ya çalınmıştı ya da sömürgeleştirdikleri Arapların tarihini ve karakterini kavramak isteyen İsrailli araştırmacılar tarafından kullanılmak üzere el konulup İsrail arşivlerine gönderilmişti."

Kaçış güzergahı

Büyük büyük amcasının kaçış güzergahını belirlemek için 1948 öncesi Filistin'ini araştırmak isteyen Shehadeh İsrail Harita Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan haritaların işine yaramadığını fark eder, çünkü Filistin'deki her tepe, vadi ve dere İsrail tarafından verilen yeni isimlerle yer alır bu haritalarda. 1948 öncesi Filistin'in bütün köylerini gösteren sadece bir tane resmi İsrail haritası bulabildiğini söylüyor Shehadeh, bu haritada da çoğu köyün yanına İbranice haraus, yani "yok edildi" notunun düşüldüğünü belirtiyor.

Büyük büyük amcasının kendini her zaman sadık bir Osmanlı vatandaşı olarak gördüğünü belirten Shehadeh, onun Filistin Arapları üzerindeki Siyonizm tehlikesini ilk fark eden ve Osmanlı yönetiminin erdemlerini takdir eden biri olduğunu vurguluyor. Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşı'na girmesine karşı çıkan büyük büyük amcasının olacakları derin bir içgörüyle sezmesi ve Filistin içinde köyler, bedevi çadırları ve dağları seçmesi ile benzer bir kaderi yaşayan Shehadeh, hem kendinin hem amcasının mücadele hikayesini kitabında ifadelendiriyor.

22 Haziran 2023 Perşembe

Sosyoloji yapma biçimleri

 En zor sorulardan biridir belki uğraştığınız alanın ne işe yaradığını başkalarına açıklamak zorunda olmak ya da böyle bir zorunlulukla karşı karşıya kalmak. Yaramanın kendisinde çıkarcı bir taraf, bir yanlılık ya da kısıtlayıcılık olduğunu düşündüğünüzde meşgalenizi meşrulaştırmakta zorlanmanız işten bile değildir. Birbirinden farklı ve çeşitli meslek gruplarının aynı şekilde meşrulaştırılmadığı da iyi bilinir. Sözgelimi doktorların, çöpçülerin ya da çiftçilerin yaptıkları işin toplumsal işlevlerini açıklama noktasında herhangi bir zorlanmaya maruz kalmadıklarına şahit oluruz; ancak okulda gördüğümüz matematiğin, fiziğin ya da başka bir bilimsel disiplinin toplumsal bir varlık oluşumuza etkileri konusunda çeşitli ve birbirine zıt bakış açıları ile karşılaşmamız kolaydır. Kimi -özellikle matematikte zorlananlar- okuldaki matematikçinin fonksiyonlar teorisi anlatımında içerilen çeşitli hususların gerçek hayatta kullanılıp kullanılmayacağını merak eder, kimi de geçmiş toplumlardaki siyasi, sosyal, kültürel değişimlerle sıkı fıkı tarihin (bunların da tarih dersini pek sevmeyen öğrenciler olması muhtemeldir) günümüzde nasıl işlevli kılınacağını

"Sosyoloji Ne İşe Yarar?" sorusunun da matematik, tarih vb. derslerin anlatımlarındaki hususların gerçek hayatlarını sürdürmede onlara nasıl yardımcı olacağını merak eden öğrenciler gibi akademide sosyoloji eğitimi almak zorunda kalmış öğrencilerin ağzından sık sık çıktığını duyarız. Mezuniyeti sonrası iş alanlarının var olup olmamasından tutun da sağlayacağı toplumsal statünün derecesine kadar birçok alanı hesaba katmalısınızdır bu soruyu cevaplarken.

"Ne işe yarar?" sorusuna fizikte sosyolojiden daha az rastlanmasının sebebi elbette hem fiziğin sosyolojiye nazaran daha yüksek bir akademik meşruluğa sahip olması hem de toplumsal bakımdan daha prestijli, daha fazla, daha kolay erişilebilir iş alanlarına geçit vermesinden kaynaklandığını düşünen Bernard Lahire, edisyonunu yaptığı Sosyoloji Ne İşe Yarar adlı kitaba yazdığı giriş yazısında "Bir bilginin işe yarar ya da yaramaz olduğuna ilişkin duygu genellikle o bilginin doğasından ziyade akademik ve akademi-dışı değerinden (öğrenimin prestij seviyesi, erişim sağladığı mesleki iş alanlarının çeşitliliği, icra edilen işlerin şöhret derecesi) kaynaklanır" şeklinde düşüncelerini anlatıyor. Sosyolojinin içinde bulunduğu toplumsal, akademik ve bilişsel durumun son derece rahatsızlık verici olduğunu, çünkü sosyologların sürekli karşılaşatıkları "ne işe yarıyor" sorusunu soran zihinlerde bu sorunun cevabının ("hiçbir işe yaramıyor") zaten hazır olduğunu belirtiyor: "Bilimsel bir çalışma yürüttüğünü ve bu yüzden, zihinsel bağımsızlığını mesleğinin mantığının dışından gelen her türlü dayatmaya karşı koruduğunu iddia eden her sosyolog, bu nedenle eninde sonunda her türlü (siyasi, dinî, ekonomik, bürokratik)... toplumsal talep karşısında özgürlüğünü, sessizce ya da kuvvetli bir öfkeyle savunmak zorunda kalır."

Bilimsel angajmanlar

Sosyoloji yapma biçimlerindeki ön varsayımları ve sosyolojinin hedefleyebileceği yararlılığın ya da yararsızlığın türünü açıklamaya çalışan yazarların makalelerinden oluşuyor kitap. Kitapta sosyologların kamusal tartışmalar ve toplumsal mücadeleler kapsamındaki siyasal ya da bilimsel angajmanlarının şartlarının oluşturduğu meseleler, sosyolojik çalışmaların eleştirel işlevi, sosyolojinin bir meslek olarak profesyonelleşme tarzı vb. konuları ele alan makaleler sosyolojik çalışmaların toplumsal kullanımı etrafında yapılacak bir sosyolojiyi de hatırlatıyor bize. Sosyolojik üretim ile sosyolojik tüketim arasındaki bağı çözümlemenin bir biçimi olacaktır bu elbette.

8 Haziran 2023 Perşembe

Osmanlı toplumuna bilimi tanıtan kitap

 150-200 yıllık Batılılaşma ve modernleşme çabalarının değişmez konularından biri sayılır metodoloji. Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini havi modernleşme tarihi içinde siyasi hayatta yaşanan büyük değişim ve dönüşüme elbette sosyal ve bilimsel hayatın da eşlik ettiği söylenebilir. Özellikle I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet dönemleri boyunca etkin bir biçimde Batı'da kaleme alınan birçok eserin Türkçeye kazandırıldığını, çeşitli fikir akımlarının, yeni bir aydın tipolojisinin oluşmaya başladığını, felsefe yayınlarının da bu fikir akımlarının ve tipolojinin arasındaki tartışmalara cephane olarak katkı sağladığını belirtmeliyiz.

Bu tartışmalarda geleneklerimizi muhafaza ederek Batılılaşmamızın doğru olacağını ifade eden İzmirli İsmail Hakkı, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerine şahitlik etmesiyle Osmanlı Devleti'nin son dönemindeki siyasal, sosyal, entelektüel değişim ve dönüşüme şahitlik etmiş, hatta bu şahitlikle yetinmeyip tartışmalar içinde aktif bir rol de üstlenmiştir.

Osmanlı Devleti'nin son döneminden Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar olagelmiş felsefe hareketlerini yayınlanan eserler üzerinden günümüze aktaran bir seri olan Osmanlı Felsefe Çalışmaları dizisinin 80. kitabı İzmirli İsmail Hakkı'nın Fenn-i Menahic'i. 1911'de yazdığı kitapta İzmirli İsmail Hakkı, Batı'da kullanılan bilimsel metotları Osmanlı toplumuna tanıtmak amacını taşımaktadır. Ama sadece bu konuyla sınırlı kalmamış, farklı zamanlarda yaşamış bilim adamı ve felsefecilerin bilimlerin sınıflandırılması, bilimsel araştırma süreçlerinde zamanla değişen hususlar gibi konulara da kitabında yer vermiştir. Aristo ve orta çağ Batı'sındaki sınıflandırmalara değindiği gibi sözgelimi modern bilimin gelişiminde önemli bir yer tutan Francis Bacon'ın bilim sınıflandırmasına da değinmiş, onun bilimleri hafıza, muhayyile ve akıl yetilerine bağlı üç grupta toparladığını belirterek her bilimin bu üç yetiyi de kullandığı eleştirisini getirmiştir. Muhayyile yetisine bağlı bilimler arasında Bacon'ın şiiri de saymasını eleştiren İzmirli İsmail Hakkı, şiirin bir bilim sayılmasını doğru bulmadığını da zikreder. Andre Marie Ampere'in, August Comte'un, Herbert Spencer'in tasniflerini de aktaran İzmirli İsmail Hakkı Emile Boirac'ın bilimleri Matematik Bilimleri, Fizik Bilimleri, Tabiat Bilimleri, Manevi Bilimler dörtlü taksimatla ele alan yaklaşımını benimser. Bu tercihin gerekçesi ise şudur: Kâinat; ölçü, kuvvet, hayat ve hürriyet olmak üzere dört konuyla temsil edilebilir ve dörtlü taksimat bu temsili en iyi yansıtabilir. Bu dörtlüye "zorunlu, göreceli, tümel ve kesin" sıfatlarını da eklemleyen İzmirli İsmail Hakkı bu sıfatları kullanarak bilimlerin ürettikleri bilgileri kıyasen niteler. O'na göre matematik bilimler kesin ve zorunlu; tabiat bilimleri kesin, tümel ancak zorunlu olmayan; manevi bilimler ise göreceli ve tümel olmayan bilgiler üretir.

Metodu "Bilinmeyen hakikatleri keşfetmek için veya bilinen hakikatleri ispat etmek için takip edilecek kaidelerin veya kullanılacak vasıtaların tümü" olarak tarif eden İzmirli İsmail Hakkı, René Descartes'a dayanarak "metodun asıl temeli akıl yürütmedir" der.

Matematik Bilimleri, Fizik Bilimleri, Tabiat Bilimleri, Manevi Bilimler olarak tasnif edilen bilimlerin her birindeki metodolojileri anlatan İzmirli İsmail Hakkı II. Meşrutiyet döneminde geçerli bilimsel yöntem tasavvurunu bihakkın yansıtır. Kitaba Hüseyin Gazi Topdemir'in ele alınan konunun vüsatini belirlememize imkân tanıyacak bir makale yazdığını da belirtelim.

2 Haziran 2023 Cuma

Bir organizma olarak siyasal teşekkül

 Batı ortaçağında Platon ile Aristoteles'in felsefi görüşlerinin ancak ikincil kaynaklarla öğrenildiği, Pisagor, Heredot ve Sokrates'in ancak ismen bilindiği bir dönemde yaşayan, Thomas S. Eliott'un Katedralde Cinayet adlı dramasına konu edeceği Canterbery Başpiskoposu Thomas Becket'in arkadaşı olan Salisburyli Johannes, arkadaşı ile Kral II. Henry arasındaki münakaşada arkadaşını desteklediği için 1160'ların büyük kısmını Fransa'da ya da papalık sarayında Becket adına Henry'ye ve kralı destekleyen İngiliz piskopolara karşı lobi faaliyetinde bulunarak sürgünde geçirdi. Arkadaşı Becket'i desteklese de onun katı, uzlaşmaya yanaşmaz tavrına karşı bir şekilde kralla uzlaşma arayışını sürdürür ve bağımsız bir çizgi izler. 111 yılında Becket'in katedralde bir suikastla öldürülmesinin akabinde Johannes'in İngiltere'ye döndüğünü görürüz. Becket'in katlinin onun Canterbery'deki kariyerini olumsuz olarak etkilemediği de görülür.

Onun 1156'da yazımını tamamladığı ve Thomas Becket'e ithaf ettiği Policratus: Saray Adamlarının Ahmaklıkları ve Filozofların Ayak İzleri kitabı Aristoteles'in Kategoriler'i Latince'ye çevrilmezden önce kaleme alınmıştır ve bu bakımdan epey ilgi çekici bir kitap olarak görünür. Çünkü Johannes açıkça Aristotelesçi bir tutum benimser kitabında. Ortaçağ siyaset düşüncesinin en kapsamlı ve yaratıcı metinlerinden biri addedilen kitabında Johannes, bir yandan özellikle Cicero'ya yaslanarak klasik Yunan ve Roma siyaset düşüncesinin siyasi toplumu kamu yararı ilkesi muvacehesinde teşekkül eden bir yapı olarak değerlendirirken diğer yandan içerdiği Kitab-ı Mukaddes tefsirleri sayesinde de Tanrısal sevginin yansıması olan iyilik ve merhamet bağlarıyla bir araya gelerek Hıristiyan düşüncesinin en iyi siyasal toplumu oluşturması gerektiğine inanır.

Yeniden Rönesans'ı bekleyin

Bu hedef doğrultusunda, açıkça, Johannes'in bu kitabında Grek ve Roma geleneğiyle simgelenen klasik gelenekle Hristiyan düşüncesini kaynaştırdığını görürüz. Aslında kitap içerdiği malzemeyle yaygın önyargılardan birini yanlışlar; bize Orta Çağ Hıristiyan düşüncesinin klasik düşünceyle bağlarının hiçbir zaman kopmadığını gösterir. Bu bağların koptuğunu iddia edenler yeniden kurulması için Rönesans'ı beklememiz gerektiğini iddia ederken Johannes rahatça klasik geleneğin verimlerini eserinde işler.

Klasik İslam düşüncesinde (sözgelimi Gazali'de) olduğu gibi siyasi teşekkülü insan bedenine benzeten Johannes'in, kökü klasik siyaset düşüncesine dayanan bu metaforu rafineleştirdiğini söyleyebiliriz. Hükümdarın baş tebaanın vücudun uzuvları gibi olduğu bu metaforik düzlemde Johannes siyasal toplumun her parçasının birbirine vazgeçilmez işlevlerle bağlı olduğunu söyleyerek toplumun bütün kesimlerinin kamu yararına hizmet ettikleri ölçüde siyasi toplumda bir işleve sahip olduklarını vurgular. Johannes'in bu yaklaşımının toplumsal ayrımlar ve hiyerarşilerin keskin olduğu Ortaçağ İngiltere'sinde son derece yenilikçi olduğunu kabul etmek gerekir.

Siyaset ve ahlak felsefelerinin ayrışmadığı bir dönemde yazılmış kitabında Johannes felsefenin bilgelik sağlayacaksa ve insanları mutluluğa ulaştıracaksa dinî sınırları gözeterek Epikürcü hazcılıktan kendini kurtarmalıdır.

Türkçeye Siyasal Yönetim Üzerine Bir İnceleme başlığıyla çevrilen eserde Johannes, siyasal teşekkülü bir organizma olarak değerlendirip tiranlaşma temayülünü ve iktidar ilişkilerini tahakküm çerçevesinde ele alarak klasik düşünce ile Hıristiyan doktrinini kaynaştırıyor. Bu itibarla kitabın kurumsal bir hukuk düşüncesine sahip olmadığını ve Epikürcülük tanımının da epey karikatürize olduğunu belirtmeliyiz.

1 Haziran 2023 Perşembe

MURAT GÜZEL İLE ŞİİRİ VE MUTLAK MÜZİK KİTABI ÜZERİNE SÖYLEŞİ

OSMAN SÖĞÜT 

2008’de yayımlanan Uzak Koku’dan sonra ikinci şiir kitabınız Mutlak Müzik 2020’de yayımlandı. Az yazan yahut az yayımlayan bir şair olmanın kendi özelinizde eksi veya artılarından bahsedilebilir mi? Bu bağlamda şiir yazmanın gerekçeleri üzerine ne demek istersiniz?

Doğrusunu isterseniz az ya da çok şiir yazmanın yahut yayınlamanın kendi içinde bazı olumlu nitelikler taşıdığı kadar handikaplar da taşıdığı doğrudur. Çok yazmanın ve sık sık yayın yapmanın getirdiği olumlu nitelikler arasında elbette tanınırlığın daha çabuk gerçekleşmesi vardır. Ama kof bir tanınırlıktır bu kanaatimce. Yazmayı ve yayınlamayı kestiğiniz an unutulursunuz çünkü. Ayrıca bu durumun sanatınız açısından pek matah olmadığı da ortadadır. Zaten zayıf olan eleştiri ortamının size ve yayınladıklarınıza olumlu ya da olumsuz, ama bir biçimde bakacaklarını/göreceklerini düşünmek bir yana, siz bile kendi sanatınıza dönük özeleştirel tutumu bu tempo içinde zor tutturursunuz. Diğer yandan az yazıp yayınlamanın da getirdiği birtakım olumlu nitelikler kadar baş etmekte zorlanacağınız kimi handikaplar doğurması kaçınılmazdır. Bu handikapların başında elbette ‘usta’laşmak gelir; ama bu ustalık değil, deyim yerindeyse virtüeldir, sanaldır. Etki uyandırmaya dönüktür yani. “Aaa” denir yazıp yayınladığınız nadirata, “ne kadar ustalıkla inşa edilmiş ne kadar ustaca söylenmiş.” Ama bu kadardır olup biten, önü arkası yoktur. Halbuki her şeyin kararında olması, her şeyin kararında bırakılması gerektiğini bilenler ne zaman ne kadar yazıp yayınlayacaklarının da takdir ile oluştuğunun farkındadırlar. Ne kendilerini ne de okuyucuları zorlarlar.

Bu açıdan bir şiirin en önemli unsurudur bana kalırsa yazılma gerekçesi. Yazılma gerekçesi olmayan herhangi bir metni, sadece şiire değil edebiyatın ya da bilimsel disiplinlerin diğer birçok alanına dahil etmek de güç olacaktır. Elbette şiirle diğer edebi türlerin sözgelimi öykünün, romanın ya da tiyatro eserlerinin arasında bir fark vardır; ama bu farkın yazılma gerekçesinin ötesinde olduğunu düşünmek mümkündür. Çünkü bir öykü de bir şiir gibi kendi gerekçesine sahiptir. Gerekçesiz sanat olamaz. Diğer edebi sanat alanlarında değil de şiir alanında yazmanın gerekçesi ise diğer edebi sanat alanlarıyla şiir arasındaki farklardan kaynaklanır hiç kuşkusuz. Bu farkların neler olduğunu ise uzun boylu anlatmak gerekmez. Neyin öykü neyin şiir olduğunu bilenler için gayet vazıhtır bu farklılıklar.

Kimi sevgilisine aşkını beyan etmek üzere şiir yazar kimi ise kendi bunalımlı benliğini avutmak üzere şiire başvurur. Fark edildiği gibi her iki tutumu da kendime uzak buluyorum. Sevdiğim biri olmadığı için ya da kendi benliğimi dört başı mamur, düzgün bir halet-i ruhiyeye sahip gördüğüm için değil tabii ki. Sevdiği kişiye aşkını şiir yoluyla beyan etmeyi, ona özel şiirler yazmayı ya da bunalımlı benliğini avutmak üzere şiire başvurmayı büsbütün yanlış bulmadığımı söylemeliyim bu arada. Ama herhangi bir şiirin yazılma gerekçesinin sadece bu tür şeylere irca edilmesini de doğru bulmuyor, en azından ben bu tür bir gerekçeyi gerekçe saymıyorum.

Şiir olma haysiyeti taşıyan her şiirin yazıldığı dilin damgasını üstünde taşıdığı malumdur. O dilin, yani yazıldığı dilin en kuvvetli, en mehabetli metinleri arasındadır şiir. O dili, o dili konuşan halkın kültürünü en dolaysız şekilde o dilde yazılan şiirlerde bulmamız bundandır. Demem o ki şiir yazıldığı dili konuşan halkın sesinin ve kültürünün izlerini taşımakla kalmaz; bir yerde o halkın atan nabzı, hayatı yaşayış ritmi de olur. Şiir hep bunu başarır, bunu bize gösterir.

Uzak Koku, Murat Güzel şiiri için iddialı ve başarılı bir çıkış oldu.  “İronik realizm” adını verdiğiniz poetik düşüncelerinizle de mütecanis açılımları gösteren bir kitap olarak değerlendirilebilir. Size soracak olduğumuzda Mutlak Müzik’i poetik olarak nereye koyarsınız?

Uzak Koku hakikaten dediğiniz gibi benim “ironik realizm” diye formüle ettiğim poetik yaklaşım için önemli bir açılımdı. En azından bu kitapta yer alan The Question For Amnesia, Tarih Değil Tongadır-Bir Toz Meseli-, Avrupa Birliği’ne Hayır gibi bir anlamda kurucu şiirler ironik realizmin önemli doğurgularıydı. Bu şiirler ve kitapta yer alan diğer şiirler ironik realizmin vüsati konusunda okuyuculara bir fikir veriyordu. Mutlak Müzik de ironik realizm açılımının doğrultusunda önemli şiirler içeriyor. Deyim yerindeyse ironik realizmin pivot metinleri sayabileceğimiz birçok şiiri içeriyor Mutlak Müzik. Mümtehine bölümündeki şiirler başta olmak üzere dramatik monologla kaleme alınmış Ayyaş Yanaşmanın Yanlışı Neydi, Affet Kadınım Uyuyup Kalmışım tarzı şiirler bu minvalde konuşulabilir pekâlâ. Demem o ki, Mutlak Müzik’in ortaya çıkışında da ironik realizm başat. Mutlak Müzik’teki şiirlerin tamamına şamil edilebilir mi ironik realizm? Bu soruya ben olumlu cevap versem de elbette asıl cevabı eleştirmenlerin vermesi daha doğru ve uygun olacaktır.

1990’ların Neo-Epik adı altında gelişen şiir oluşumuna poetik bir yakınlık içinde olduğunuzu ve bunu önemsediğinizi görebiliyoruz. Şiirlerinizde bunun kâh açık kâh daha örtülü diyebileceğimiz emareleri yoğun olarak var. Fakat “ironik realizm” diyerek bir farklılaşma ihtiyacı duyduğunuzu da dikkate alacak olursak, Neo-Epikle buluşma ve ayrışma noktaları konusunda ne demek istersiniz?

İronik realizm büsbütün neo-epik yaklaşımdan farklılaşma yahut ayrışma gerekçesiyle değil, benim poetik gerçeklikle kurduğum etik-o-politik ilişkimi daha belirgin, daha açık gösterme umuduyla ifade edildi. Bir anlamda neo-epik yaklaşımın şemsiyesi altında ironik realizm ifade buldu. Ki, bu ibareyi yani ironik realizm deyişini ilk kullanan kişi de ben değilim. 1990’ların sonunda neo-epik yaklaşımı formüle eden Hakan Arslanbenzer, Atlılar’daki bir başyazıda kullanmıştı bu deyişi. İronik realizmin neo-epikle buluşma noktaları bu yüzden ayrışma noktalarından daha fazla. Belki teknik olarak ayrışma noktalarının müziksel ifadenin şekillenmesi gibi birtakım estetik/teknik konularında toparlandığını söyleyebilirim. İronik realizmle hedeflediğim ise modern hayatı, bu hayatı sürdüren insanları anlamamızda bize zorluk çıkaran, eleştirilmesi gereken birçok nokta içeren şiirlere ve özellikle bir şiirin kuruluşunda imgeyi aşırı önemseyen yaklaşımlara, imgeci/lirik yaklaşımlara karşı ‘ironi’nin başat kılınması gerektiğini düşünmemdi çünkü. Ve hâlâ aynı kanaatteyim. Hakan’ın pastiş, parodi, hipertekst vb. söz figürleri ve teknikleriyle örülmüş şiirlerde gerçekliği teşrih eden eleştirel duyarlığın kararsız kaldığı eleştirisine de bu kanaatim yol açmış olabilir. İroniyi başat kıldığım için genel bir hükmün verilişini sürekli erteleme yanlısı bir tutum benimsemem kaçınılmazdı bir yerde. Gerçi bahse konu genel hüküm zımnen olsa da şiirlerimde varitti; lakin ben bu hükmün büsbütün aşikâr bir biçimde ifade edilmesini doğru bulmuyordum, en azından bu konuda kararın benden bağımsız olduğu açıktı. O hüküm o metinlerde mevcuttu, isteyen o metinlere tekrar başvurabilirdi. Bu kez söz konusu hükmün ilam edilmesinin tehir edilmesindeki ana gerekçeyi merak edenler için şiir metinlerine tekrar başvurmanın gerekliliği böylelikle görülebilirdi. 

 

Mutlak Müzik kitabında, baştaki 5-6 kadar şiiri ayırt ederek söyleyecek olduğumuzda, Neo-Epik’le bağların daha açık bir hal aldığını tespit edebiliyoruz. Bazen tahkiyeye, bazen iç konuşmaya dayalı olarak somut gerçeklik buralarda daha bir öne çıkmakta. Aynı zamanda söyleyiş formunun da belli bir konvansiyon üzerinden gittiğini söyleyecek olursam, şairin poetik gerçekliği ve tecrübesi bu hususiyetlerin neresinde durmaktadır?

Dediğim gibi ironik realizmin genel olarak somut gerçekliği poetik gerçekliğe evirirken bağlı olduğu etik-o-politik değerleri önemsemesi, en azından bu çeviri işleminde halka, halktan aldığı sese, kültüre hak ettikleri değeri vermesi gereklidir. Bundan mebni iç konuşmalar, parçalı tahkiyeler, yapboz oyunları bu gerçekliğin poetikleştirilmesinde gerekliydi. İç konuşmaların, yapboz oyunlarının, parçalı tahkiyelerin geldiği noktada da somut gerçekliğin nasıl kavrandığı konusu öne çıkıyordu.  Şiir estetiği bakımından bahse konu ettiğim gerçekliğin halkın gerçekliğine yakınlaştırılması kadar onun yanlış bulduğu taraflarından kaçınması da gerekiyordu. Gerçek hayatta doğru bulduğum şeyleri şiirimde yanlışlamam abes olurdu, aynı şekilde gerçek hayatta yanlış olanı da şu ya da bu şekilde poetik gerçeklikte doğrulayamazdım. Bireysel anlamda yazdığım şiir ile yaşadığım hayat arasında bir fark, bir aralık gözetmediğim açıktır. Bu hayatı şiirleştirerek yaşadığım anlamına çekilmemeli elbette; yine bunun tersine hayat ile şiirin arasında önemli bir kopukluğun da olduğu göz ardı edilmemeli. Şiir/öykü/roman ya da adına ne derseniz deyin yazılan herhangi bir şeyin doğrudan yaşananla bir farkı vardır. Yazılan hemen her zaman kurgudur, o yazılan şey isterse tarih metni olsun. Sonuçta yaşadıklarımı poetikleştirmeye verdiğim önem onları şahsi tecrübemde nasıl kavradığımla alakalı aslında. Söyleyişteki konvansiyonu benimsemem ise iletişim imkanını mümkün mertebe azamileştirme kaygısıyladır.

 

Mutlak Müzik’te beni yani şahsiliği merkeze alan şiirlerle birlikte, anlatısal nitelikteki başka öznelerin şiirlerini de okuyabiliyoruz. Her iki durumda da Neo-Epik etkisindeki birtakım şiirlerde çok örtülü şekillerde bile olsa karşımıza çıkan hamaset problemine karşı ihtiyatlı bir tutum içinde olduğunuzu söyleyebiliriz. Siz bu ihtiyatı, şiirinizdeki şahsi unsurlarda da başka öznelerin anlatımında da gösterdiğinizi düşünür müsünüz?

 

Destansı söyleyişlerin hakim olduğu şiirlerin kolayca hamasileşebileceği, bu tür bir söyleyişin kendiliğinden hamaset tehlikesine açık olduğu, bu noktada önemli bir zaaf taşıdığı düşünülür genelde. Hatta hamaset olmasa bile destansı söyleyişi hamaset olarak niteleyenler bile vardır. Oysa genelde neo-epik yaklaşımın özelde ironik realizmin hem bu tehlikeye karşı yeterli önlemi bünyelerinde barındırdığını hem de bu yaklaşımların etkisine giren şiirlerde karşılaşılan söz konusu problemle aralarındaki mesafeyi belirginleştirdiğini vurgulamak gerekir. Şiir olamayan bazı metinlerin söyleyişteki destansılıkla ürettikleri hamaset sayesinde şiiri kurtardıklarını, şiiri salt söyleyişe indirgeyerek düşündüklerini, bu durumun ise kendiliğinden yanlış olduğunu söylemeliyiz.

Mutlak Müzik’te benin içsel konuşmalarında da dramatik monologlarda da ısrarla hamasilikten kaçındım. Teenni ve ihtiyat bu şiirlerin gerçekliğinin merkezindedir. Lakin bu şiirlerin gösterdiği üzere ihtiyat sadece söyleyişte değil, metinlerin kendisindedir de. Çünkü bu şiirlerde dile getirilen gerçeklikteki bir ihtiyattır bu. Gerçekliğe içkindir deyim yerindeyse bahse konu ettiğimiz ihtiyat. Şiirler sadece bu gerçekliğin bize ulaşmasını sağladıkları ölçüde sözü edilen ihtiyata da yatkın olacaklardır. Gerçekliği kavrayışımda taşıdığım ihtiyatı yazdığım şiirlerde de sergilemişsem ne mutlu bana. Sözgelimi 2009’da yazdığım Devlet-i Ebed Müddet’te “işten ayrıldım, basit bir istifa, basit bir temizlik… işsiz bir akşamım” derken gerçekliği kavrayış şeklimi de dışa vuruyorumdur. Söyleyişteki ihtiyat içinde bulunduğum durumu kavrayışımdaki ihtiyata tekabül ediyordur. Ancak burada sözü edilen bu ihtiyatın gerçekliğin ihtiyatı olduğunu, aynı şekilde gerçekliğin hamasileştiği anda şiirlerin de hamasileşebileceğini unutmamak gerekir. Şiirde olup bitenle gerçekte olup biten arasında bakışım bulunması kadar normal bir şey de olamaz.

 

 

Felsefe, sosyoloji alanlarında yoğun okumalar yapan ve yazmaya devam eden bir isim olduğunuzu biliyoruz. Bu okuma ve yoğunlaşmalar şiir çalışmalarınızı nasıl etkiliyor? Bundan memnun musunuz? Ümmilik şiirde bir avantaj mı gerçekten, yoksa bu tarz değerlendirmeler bir safsatadan mı ibaret?

Doğrusu felsefe, sosyoloji, tarih, antropoloji gibi genelde benim “sosyal teori” olarak nitelediğim alanlardaki okuma ve yazmalarımın şiir alanında yürüttüğüm çalışmaları olumlu ya da olumsuz etkilemesi söz konusu değil. Bu okumalar ve yazmaların varlığı ya da yokluğu benim şiir yazma ameliyemi etkilemeyecekti, etkilemiyor. Bu tür okuma ve yazmalar olsa da olmasa da şiir yazdım çünkü. Şiirimin ifade buluşunda felsefe ve sosyoloji alanında edindiğim birikimin bir etkisinin olup olmadığı merak ediliyorsa bu başka. Elbette böyle bir etki var, bunu inkâr edemem. Yaşadığım zamanı, toplumu, hayatı daha iyi anlama çabası idi bu tür okumaların ilk esbab-ı mucibesi. Şiirlerimin de hemen hemen aynı amaca matuf olduğu söylenebilir. Bu durumda karşılıklı etkileşimin olması kaçınılmaz. Bana bu durumdan memnun olma/olmama gibi bir seçeneğin sunulduğunu da düşünmüyorum. Hayatı kavrayış şeklimle felsefeyi, sosyolojiyi ya da şiiri kavrayış şeklim arasında bir fark yok çünkü. Hepsi insan oluşuma bağlı ve bu sebeple bir değere sahipler.

Ümmiliğin şiirde bir avantaj olduğu ise elbette bir safsata. Çünkü modern şiirin böyle bir ümmilik sonucu ortaya çıkacağını düşünmek muhal. Klasik zamanlarda, halk şiirlerinde ümmi oluşun, bade içerek şiire başlamanın kendine özgü, kendi içinde bir açıklaması bulunabilir, ama modern zamanlarda ve modern şiirde bu türlü açıklamaların kişileri mutmain etmesi bana kalırsa imkânsız. Felsefe okumalarının şiir yazımına olumlu ya da olumsuz etkilerde bulunabilmesi ise bu tür okumalardan murat edilenin niteliğine bağlıdır büyük ölçüde.

Cevaplarınız için çok teşekkür ediyorum.

Edebiyat Ortamı, Mart-Nisan 2023, sayı: 91