20. yüzyılın başlarında Sigmund Freud’un kurmaya çalıştığı psikanalitik söylem içinde yer alan, ancak buna karşın “ben psikolojisi”, “nesne ilişkileri teorisi” vb. gibi Freud’un ölümü sonrası psikanaliz içinde ayrışan eğilimlerin yanında Lacan’ın psikanalizi ilk bakışta yüzyılın ikinci yarısında neredeyse fikri bir moda haline dönüşmüş yapısalcılığın etkisi altında gelişen başka bir psikanaliz çeşidi olarak görülmüştü genellikle. Bunda hiç kuşkusuz, Lacan’ın ünlü seminerlerinde sarf ettiği “bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır” vb. sav sözlerin, seminerlerine katılan Claude Levi-Strauss gibi önemli yapısalcı düşünürlere olan kavram borçlarının rolü de büyüktür. Ancak yine de bu tür söz ve borçlara karşın, 1970’li yıllarda Deleuze ve Derrida gibi yapısalcı/postyapısalcı addedebileceğimiz düşünürlerle arasında vuku bulan çeşitli polemikler, Lacan’ın ‘yapısalcılıkla’ arasındaki ilişkilerin zannedildiği kadar berrak olmadığını, etkilenme yahut benimseme vb. süreçlerle açıklanamayacak bir karmaşıklık içerdiğini de bir şekilde ifade etmek gerekli. Gerçekte Lacan’ın bu eğilimlerle arasındaki ilişki, genel olarak psikanalizin bilimle arasındaki lişki gibi.
Yapısalcılığın standart eleştirileri, kurgulanan ‘yapı-özne’
karşıtlığı içinde onun ‘özneye alan bırakmama’, her şeyi ‘yapı’ya indirgeme
eğilimlerine odaklanır genelde. Ancak bu eleştirileri Lacan’a yöneltmenin
müşkil olduğu da görülmektedir. Lacan’ın yapısalcılıktan etkilendiği,
yapısalcılık içinde addedilmesi gerektiği sav ve varsayımlarını savunmayı
güçleştirecek ölçüde Lacan’ın ‘özne’ye ve ‘özne-oluş’a önem atfettiği görülür.
Esasen Lacan’ın psikanalizinde özneyi ve özne kavramını vazgeçilmez bulup özne
olmanın ne demek olduğunu, nasıl özne olunduğunu, özne olamamaya (psikoza) yol
açan şartları ve başvuranı/danışanın özneliğini restore edebilmek maksadıyla
analistin hazırlayacağı zemin için gerekli gereçleri irdelediğini de biliyoruz.
İngilizce okuyan dünyada Lacan ile ilgili efsanelerin çoğuna
“öznelik meselesini kenara itmiş, en kıymetli, en dokunulmaz addettiğimiz
benliklerimizin orta yerinde bir ‘yapı’nın işlediğini iddia eden bir psikanalist
portresinin hakim olduğuna dikkat çeken Bruce Fink, Türkçe’ye Lacancı
Özne adıyla çevrilen kitabında hem bu portredeki yanlış bulduğu
hususları tashih etmeye hem de Lacan’ın “özne” meselesine yaklaşımını bir bütün
olarak toparlayıp serimlemeye, onun “özne teorisi”ni anlaşılır kılmaya çalışıyor.
Lacan’ın çalışmalarının seyri içinde bu teorinin epeyce bir değişim geçirdiğine
işaret eden Fink, dört bölümlük kitabının ilk kısmında Lacan’ın Ötekilik
incelemelerinden başlayarak özne teorisinin gelişimini irdeliyor. Çünkü Fink’e
göre, Lacan seminerlerinde ve yazılı metinlerinde durmadan özneyi anmasına
karşın, öteki sorunu onun ilgisinin odağında daha çok yer kaplamaktadır. Ancak
bunu yaparken, Lacan yapı veya onun yerini tutacak şekilde kullanırsak ötekilik
kavramını en uç noktaya taşır ve yapıya meydan okuyan bir şeyler görmeye
başlarız: özne ve nesne. Lacan’ın 1950’lerde kendi fenomenolojik kabullerinden
kopuşuyla beraber gerek Ötekiliğe gerekse özneliğe bakışının da değişmeye
başladığını ifade eden Fink, Lacan’a ait “özne bir gösterenin başka bir
gösteren için temsil ettiği şeydir” tanımını aydınlatacak şekilde özne, öteki
ve arzu arasındaki pozisyonel değişimleri irdeler. Kitabının üçüncü kısmını
Lacancı öznenin ne demek olduğunu anlamak bakımından önemli sayılabilecek Nesne
teorisini de tıpkı Özne teorisinde yaptığı gibi “Öteki” ve “Öteki’nin arzusu”
üzerinden okuyan Fink, Lacan’ın nesne teorisinde nesnenin bir arzuyu doyuran
şey değil, tam tersine o arzunun ortaya çıkmasının sebebi olarak görülmesinin
onun psikanaliz tekniğine yaptığı katkıları anlamamızı kolaylaştıracağına
dikkat çeker.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder