31 Ekim 2018 Çarşamba

Eleştiriden kaçmak mümkün mü?

Özellikle muhafazakar edebiyat çevrelerinde son dönemlerde yaygınlaşan bir tartışma konusu bu: Seküler çevrelere karşı anlaşılmaz ve sebepsiz bir kompleksin hissedildiği, bu çevrelerin yayınevleri sözkonusu olunca edebiyat dünyasında akan suların durduğu, bu durumun da birçok iyi ve başarılı kitabın okunmasına ve onların yazarlarının duyulmasına engel olduğu şeklinde dile getirilen bir görüş. Bu görüşün mütemmim cüzlerinden biri de seküler çevrelere ait kitabevi, yayınevi ve dergilerde muhafazakar isimlere karşı adı konmamış bir boykotun hüküm sürdüğüdür.
Sık sık yakınımızda olanı görmekte güçlük çektiğimiz, uzaktan gelen davulun sesini hoş karşıladığımız birçok bakımdan doğru deyişler. Ancak edebi beğeniler bakımından yakın ya da uzak arasındaki ilişkileri belirleyecek eleştirel bakış eksikse, yani işin içine başka birtakım saikler giriyorsa durup düşünmek lazım. Zikrettiğimiz görüşte elbette katıldığımız birçok yön olduğu kadar katılmadığımız, yanlış bulduğumuz bazı yönler de var. Bu yazı katılmadığımız bu yönleri dile getirerek katıldığımız yönlere ilişkin yargıların nasıl değerlendirilebileceğine ilişkin bir murakabe çabası olarak okunmalı. Zikrettiğimiz görüşlerde katılmadığımız veçheler, katıldığımız veçhelere dair söylenmesi gerekenleri de ortaya çıkaracak umudundayız.

Bu kertede sorunun ilkin Türkiye'deki edebi ortamın çok parçalı oluşundan kaynaklandığı savlanabilir. Türkiye'de edebi ortam çok parçalıdır; bu böyledir, çünkü her ne kadar "milletin bölünmez bütünlüğü"ne dair öteden beri kanıksadığımız siyasal bir vurgu başatsa da milleti oluşturduğu savlanan toplumsal grup, öbek, zümre ve sınıfların farklı kültürellikler, farklı zamansallıklar, farklı siyasallıklar, farklı tavırlar, inançlar ve değerlere de sahip olduğunu bilmekteyiz. Bütün bu farklı kanallardan akıp gelen derelerin edebiyatın ana ırmağında nasıl kaynaşıp bütünleştiğini ya da ne tür çatallanmalara yol açtığını soruyoruz. Edebiyatın kendi mecrasındaki bir çatallanma mı bu, yoksa başka mecralardan kaynaklı bir çatallanma mı?
Siyasal ve kültürel bakımlardan seküler çevrelerle muhafazakar çevreler arasında yaşanan çekişmelerin edebi ortamın parçalanmasındaki rolünü inkar etmek gerçekten çok güç. Bununla birlikte insanlar sadece siyasal, kültürel bakımlardan değil, edebi bakımdan da kulak kesildikleri dünyaların dışında kalan dünyalara karşı yer yer sağır, yer yer kör olmayı tercih edebiliyorlar. Ama bu durum, içinde yer almayı tercih edip benimsediğimiz tarafın hemen her verimini olumlamamız gerektiği anlamında yorumlanırsa hata edilir. Çünkü "seküler-muhafazakar" ayrımlaşmasının en azından edebi anlamda herhangi bir mesnedi yahut sebebi yoktur. Bu ayrım tamamen kültürel-siyasal bir ayrımdır. Bu ayrımı edebi eserler alanında üretmeye, oluşturmaya çalışmanın akla uygun herhangi bir izahını bulmanın da güç olduğu ayrıca belirtilmeli.

Peki yine de bu kültürel-siyasal ayrımın edebi alandaki ayrımlara karşılık gelen bir yanı yok mudur? "Seküler-muhafazakar" şeklinde nitelediğimiz ayrım edebi alana nasıl sirayet eder? Hangi yol ve dolayımlar bu sirayette etkindir? Bu sorulara karşılık olarak üretilmiş bir kavramdır belki "edebi cemaat"ler deyimi. Herhangi bir edebi cemaate intisap etmenin yazarın tanınmasına katkı yaptığı, üretilen edebi eserin alımlanışını kolaylaştırdığı yaygın bir kanaattir. Herhangi bir edebi cemaate kapılanmadan yazdıklarının daha geniş kitlelere ulaşamayacağını düşünen yazar sayısı çoktur. Buna karşın, yazmak tabii ki yalnız yapılan bir iştir, ama bu sizin yine de bir "edebi cemaat" içinde olmadığınızı göstermez. Doğrusu, zannedilenin aksine bir "edebi cemaat" içinde olmak ne okunurlukta bir artış sağlar, ne de onu azaltır. Bu konuda karşılaşılan sorunların aslı astarı edebi eylemin özüne dayanır. Ve edebi eylemin özünü, yani 'eser'i sırf yazar ile, yazarın kendi tutumu ile sınırlamaya çalışmak yersizdir. Okur ve ortam yoksa edebi eylem ve eser de yoktur. Edebi cemaat yoksa yazar da yoktur. Bunların varlıkları kadar, yoklukları da karşılıklı birbirini belirler. Demem o ki, edebi eser ne yalnız yazarla başlar, ne de okurun okuma edimiyle biter.
Diğer yandan okurun algısı, tercihleri, seçimleri vb. de 'yapılan', 'üretilen' bir hamuledir; bu hamule üzerinde okurun kendi kültürü ve içinde yer aldığı edebi ortam kadar diğer toplumsal alanlardan, bilhassa medyatik unsurlardan kaynaklı birçok sosyopolitik ve sosyokültürel etkinin iş başında olduğuna işaret edilmelidir. Bu noktada herhangi bir edebi eserin üretiminin, yazar/şairden mecraya, mecradan okura ve ardından oluşturduğu tepkilere kadar bir yığın faktörle birlikte ele alınması elzem bir süreç olduğunu vurgulamak doğru olacaktır. Doğru ya da yanlış, ne dersek diyelim, bazı edebiyatçılar bu sürecin her yerinde olabilir, bazıları bu sürecin birçok kertesine dahil olsa da  sürecin tamamında görünmeyi seçmeyebilir, başka bazıları da belirli bir kerteden ötesiyle ilgilenmez. Ama edebi üretim sürecinin her kertesinin o sürecin üretilmesinde etkin olduğu  açıktır.

Bu süreçte, yani herhangi bir edebi eserin gerek oluşumundan gerekse sunumuna dek üretimin her aşamasında, bu üretimin hemen her kertesinde belirgin iktidar dispozitifleri de devrededir. Bu dispozitiflerin kimine eserin üretilme aşamasında, yani edebi cemaatler, kamular arasındaki rekabetlerde denk geliriz, kimine ise eserin tüketimi aşamasında, yani okunma ve eleştirilme safhasında. En nihayetinde 'edebi eser'in nasıl tanımlanacağından nasıl alımlanacağına kadar süren bir edebi, sosyokültürel ve sosyopolitik mücadele varittir. Sözgelimi 1940'larda gündelik gazetelerde çizilen karikatürler aracılığıyla yazdığı şiirlerle dalga geçilen Asaf Halet Çelebi, 1980'lerden itibaren Türk edebiyatında yoğun bir biçimde  okunan bir şaire dönüşmüşse durup düşünmeli, acaba bunun sebebi neydi? Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat ile Melih Cevdet Anday üçlüsü ile ortaya çıkan Garip şiirinin 1940'lı yıllarda kazandığı başarıda dönemin etkin iktidar aygıtlarının, yürürlüğe sokulan dil anlayışlarının etkisinin olmadığı söylenebilir mi? Garip şiirinin başarısı sırf edebi işlevler dolayısıyla mı? Elbette değil, ancak bu şiirin başarısını da tamamen o dönem etkin olan şiir dışı iktidar aygıtlarının sağladığı iddia edilebilir mi?
Sırf birtakım kişisel ve 'ideolojik' yakınlıklara, dolayısıyla 'ilişkisel' ayrımlara yaslanarak 'edebi kamular' belirlemek ve/veya inşa etmeye çalışmak elbette büyük bir hatadır. Bu ilişkisel ayrımlardan çok daha önce, bizatihi edebiliğin parçalı da olsa kendine has bir kamu oluşturduğunu görmek gerekir. Edebi kamuların sosyokültürel ve sosyopolitik alanlarla bağlarının olduğu şüphe götürmez, ancak bu bağların edebi süreçler üzerindeki etkinliklerinin edebi eserlerin ve üretimlerin dolayımından geçmesi gerektiği de şüphe götürmez.

Yazımızın başında sözünü ettiğimiz görüşe dönelim. Edebiyatçılarımız görebildiğimiz kadarıyla sözünü ettikleri komplekslerin büyük kısmını muhafazakar "okur"lara isnat ediyorlar her nedense. Haklarının yendiğini düşünüyorlar okurlara atfettikleri bu kompleksler yüzünden. Birçok iyi kitabın, iyi yazarın yeterince okunmadığı, yeterince üzerinde durulmadığı, eserlerinin gündeme getirilmediği, muhafazakar yayınevlerinin yayınladığı edebi eserlere ilişkin okur ilgisinin istenen düzeye erişmediği şikayetleri de kolaylıkla yükseliyor bu sebeple.
Oysa aynı komplekslerden bazılarının -ne yazık ki- edebiyatçılarımızın bizzat kendilerinde olduğunu da söylemek gerekiyor. Sözgelimi 2000'li yılların başında bir öykücümüz muhafazakar bir yayınevinden çıkan ilk kitabının yeterince dağıtılmadığını, depoda çürütüldüğünü; oysa seküler bir yayınevinden çıkan başka bir öykücünün kitabının hemen her kitabevinde rahatça ulaşılabilir bir konumda olduğunu iddia etmiş ve sonradan da kitaplarını o cenahtan yayınevlerinde yayınlamayı tercih etmişti. Yine başka bir öykücü arkadaşımız yine bir muhafazakar yayınevinin kendi kitabı yerine başka bir öykücünün kitabını yayınlamayı tercih etmesine bozulmuş, hatta buna içerlemişti.
Aradan geçen 20 yıla yakın süreye ve bu süre zarfında yaşanan siyasal, kültürel, edebi değişime rağmen şikayet mevzuu konular ve kompleksler aynı şekilde duruyorsa söylenmesi gereken şey açık değil mi? Sırf okurlarda değildir o şikayetlere sebebiyet veren sıkıntı ve sorunlar. Başta muhafazakar yazarlar olmak üzere "mecra"nın kendi üstüne düşen birçok vazifeyi yerine getirmeyişi bu türden sıkıntı ve sorunların devamına yol açmaktadır. Sorun toplumsal, siyasal, kültürel boyutlara da ulaşıyorsa sebebi belli değil mi? Edebiyattan siyasete kaptırıldığı varsayılan muhafazakar yazarların kendi geçmişlerine borçlarını ödemediği ortada değil mi? Öyleyse asıl ayrımı siyaset ile edebiyat arasında çekmek gerekmiyor mu? Birtakım siyasal/kültürel ayrımları edebiyat sahnesine taşıyarak sorunları çözmeye çalışmanın herhangi bir getirisinin olmadığı görülmeyecek mi?
Bu yüzden başarılı eserlerin okur tarafından gerektiği kadar takdir görüp ödüllendirilmediği, muhafazakar isimlere, kitaplara seküler çevrelerin kitabevlerinde/yayınevlerinde adı konmamış bir boykot uyguladığı doğru olsa da  bu akıl yürütüş şeklinde ve şikayetlerde sürekli eksik bir şeylerin kaldığını görmek gerekiyor: Şikayet sahibi muhafazakar yazarlar; gerek edebiyatla, gerek üstlendikleri edebi işlevle gerekse kendi okurlarıyla ilişkilerinde yetersiz kaldıkları yanların hesabını kendi dışlarındaki birtakım çevrelere kesmeye bayılıyorlar. Üstlerine yazılmış sorumluluklardan kaçmanın kolay yolu belki bu. O sorumlulukların en başında da "Aaa, bu ne kadar başarılı bir kitapmış!" demek değil, "Aaa! Edebiyat bu değil!" diyebilmek gerekiyor, eleştirmeye cür'et etmek gerekiyor. En çok da mahalleyi eleştirmek gerekiyor. (Fayrap, Ekim 2018)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder