11 Temmuz 2022 Pazartesi

FELSEFENİN SEFALETİ: SAVAŞIN GÖLGESİNDE SİYASET VE HAKİKAT ÜSTÜNE


 

 

"Felsefe her şeyi olduğu gibi bırakır- kavramlar dışında. Ve bir kavrama sahip olmak belli koşullarda belli biçimlerde davranmayı veya davranabilmeyi gerektirdiği için, ister mevcut kavramları tadil etrnek, ister yeni kavramlar elde etmek, isterse eski kavramları yok etmek suretiyle olsun, kavramları değiştirmek davranışları değiştirmektir."

Alasdair MacIntyre

 

 

I.             Felsefenin Zamanı, Minoritas ve Hakikat İstemi

 

Goethe, "her kim felsefe yapıyorsa", der bir eserinde, "yaşadığı zamana karşı çıkmalıdır." Goethe'nin, hem Faust'un hem de Doğu-Batı Divanı'nın yazarının filozoflara, yani "felsefe yapanlara" verdiği bu maksim; felsefece düşünmenin olumsuzlayıcı, en azından içinde vücut bulduğu zamanı ve tinsel iklimi olumsuzlayıcı ethosu her zaman koruyamadığına dair bir kanıt sayılabilir mi? Eğer bir pratik, "yapılan" bir şey olarak felsefe aynı zamanda yaşanan zamana ve içine doğdugu tinsel iklime kendiliğinden ters düşebilen ya da ters düşmesi gereken/beklenen bir şey ise, bu maksime ne gerek var? Üstelik niçin felsefenin yaşanan zamana ve tinsel iklime daima ters düşmesi gerekli olsun ki?

Aynı soruyu farklı bir vurgulamayla yeniden sormaya çalışalım: Felsefe nin olumsuzlayıcı ethosu varolanın, yaşananın, mevcudun, presence'in çatlaklarında beliren kötülüğe karşı her zaman, etkin bir direnişi örgütleyebi lir mi? Felsefenin bir ethosu var mıdır? Varsa bu ethosun özü ve temeli ne dir; bu ethos nerede, nasıl ve kimlerle eğleşir? Ethosun "heterodoksilerde, üretici ve yaratıcı faaliyetlerde, 'sessiz denetim aygıtları' karşısındaki 'sessiz direnç atomlarında' yaşanmakta" olduğunu savlayan Elif Şafak ve Ulus Baker'e bakılırsa onun temeli güç istemidir (Baker, 2000: 239-240). Peki, 'okumuş bir azınlığın’ faaliyeti olarak felsefe bugün ne tür bir güç istemine talip olabilir? Filozoflara, felsefe yapanlara içkin ethosun özü ve temeli, öteden beri -Platon'dan bugüne dek felsefe tarihi boyunca- iddia edildiği gibi belli bir tür hakikat istemi midir yoksa tam tersine sadece bu hakikat isteminde gizlenen bir güç istemi mi? Felsefeyi azınlıklara has bir uğraş olarak görmeyi sürdüreceksek (ki, bundan bile rahatça kuşku duyulabilir: kalabalıklara has, kendiliğinden bir yaşama üslubunun ürettiği belli bir "felsefe"ye, kendiliğindenliğin "boğucu" felsefesine atıfta bulunulabilir burada) ona ait sayabileceğimiz ethosun temelini de "güç istemi" olarak belirlemenin yanlış bir tarafı yoktur herhalde. Felsefe varsa, onun güç istemi de olacaktır ("varlığın özü güçtür" belirlemesi de bir filozofa, Spinoza'ya ait). Felsefe yapmaya içkin bir ethos var mıdır herşeyden önce? Felsefe pratiği ya da bir pratik olarak felsefe, "yapılan bir şey", bir "üretim" olarak felsefe; yaşanan zamana, yapılışına ve üretilişine katkıda bulunan zamana (duree'ye, süreye, pratik-atıla) nasıl karşı koyabilir, ona nasıl direnebilir; bu zorunlu katkıyı hangi yol ve yordamlar, hangi retorik stratejiler aracılığıyla izale edebilir, silebilir ya da gizleyebilir? Sadece filozofların, toplumsal hayatın marjinlerinde dolanan, bu dolanma yüzünden azınlık olarak adlandırılan bir "az(ın)lığın" (minoritas) yaptığı bir şey midir felsefe? Felsefe, kendisi sayesinde "az(ın)lık olunan" bir etkinlik midir yani? Öte yandan minoritas ile hakikat arasında ne tür bir ilişki varsaymalı, bu iki kavramı hangi düzlemde birlikte ve üstelik birbirlerine bağlı olarak ele alabilmeliyiz? Buna zıt olarak, minoritas ile siyaset arasında ne tür bağlar vardır? Minoritas ve majoritası birbirinden ayırt eden şey tam olarak nedir? Siyaset mi, ahlak mı, hakikat mi? Hangi siyaset, hangi ahlak, hangi hakikat? Yoksa, sadece bizim böyle bir ikiliği zaten-her-zaman karşımızda buluyor, herhangi-bir-bu siyasete, herhangi-bir-bu-ahlaka ya da herhangi-bir-bu hakikate ilişkin birtakım tercihlerimiz neticesinde yine bu grupların herhangi birine bir biçimde dahil oluyor/ediliyor oluşumuz mudur? Sözgelimi, minoritas'ın deneyimlediği zaman ile majoritas'ın deneyimlediği zaman arasında bir fark var mıdır? (İşte Marxçı bir soru: Saat, kulübede de sarayda da aynı zamanı mı ölçer?) Minoritas, majoritas'ınkinden farklı ne tür bir zaman ya da zaman tartımı üretir? Nasıl majoritas ya da minoritas olunur? Bu oluş, bir tercih midir; yoksa bir yazgı ya da bir zorunluluk mu? Şayet felsefe, hâlâ, minoritas'a ait, onda köklenmiş yahut ondan sudur eden bir üretici ve yaratıcı faaliyet olarak tanımlanacaksa, bu zamanı nasıl işleyebilir, onu nasıl yorumlayabilir, örgütleyebilir ve yeniden düzenleyebilir; onu majoritas'ın deneyimlediği zamandan ayırt eden şey tam ve asli olarak nedir? Yoksa, majoritas ile minoritasın zamanı arasında bir eş-ölçülemezlik durumu mu vardır?

Diğer yandan, felsefenin olumsuzlayıcı ethosu olarak kavramaya çalıştığımız şey, nihayetinde basitçe olumlama/olumsuzlama, ait olma/olmama, majoritas/minoritas -diyalektiğine olmasa bile- parantezine mahkum edilebilir mi? Ya baştan beri, yapılan bir şey olarak felsefeye atfetmeye çalıştığımız ethos, muhayyel bir şey, klasik nedenselliğin düzenini altüst eden bir şeyse; ya felsefenin bir ethosu yoksa? Bizatihi felsefe erişmeye çalıştığımız "heterolojiyi", başkalık bilgisini dışlayan bir şeyse (tek bildiği şey olarak hiçbir şeyi bilmediğini ileri süren, böylelikle bütün diğer bilme tarzlarını dışlayan bir bilme tarzını, bilmediğini-bilme-tarzını benimseyen Sokrates muarızlarına nazaran bazılarımıza daha cazip gelmiyor mudur; hemen her şeyi bildiğini iddia eden gürültücü majoritas'a karşı en cazip "cehalet" türünü seçerek egomuzu tatmin eden minoritas pek aklı başında görünmez mi bize)? Sadece olmak, şu-ya-da-bu-olmak; olmaya, şu-ya-da-bu-olmaya ait bir ethosun var olmasını da gerekli kılar mı? Daha kısa bir biçimde tekrar soralım: Bizatihi "olmak" bir ethos üretir mi? Eğer öyleyse, minoritas ya da majoritas olmazdan önce olmanın ethosu nedir? Ethos, basitçe, olmak mıdır?

Geldiğimiz bu noktada ilk sorumuzu bu kez odağını değiştirerek bir daha sormayı deneyelim: Felsefe olumsuzlar mı sürekli, ya felsefede olumsuzlanan bazen bizatihi felsefenin kendisi ise ne olacak? Ya azınlıklar, bizatihi azınlık-oluşu ya da oluşun ethosunu dışlıyorlarsa; azınlık-oluşun kendisinde saklı kalan güç ethosu, azınlık-oluşa ait olması gereken varlık durumuyla çelişiyorsa? Ya tam da bu yüzden, iddia edildiğinin tersine, tam da, azınlık olarak doğuluyorsa? Azınlık-oluşa dolaysızca iliştirilen o etan vital mümkün bir varlık politikasına bizi taşımaya, varlığın özünü niteleyen güce ilişkin bir düşünüm geliştirmeye yeterli mi bakalım? Öte yandan, bizatihi felsefe yapmaya içkin ve düşünmeyi (kavramsallığı) olumlayıcı maksim, felsefenin sürekli yaşananı/olanı (kavramlardan taşanı, yani gerçek ile gerçeği hesaba katan tavır ve davranışları) olumsuzlayıcılığa ya da daha hafif ifadelerle yargılamaya ve eleştirmeye mi götürmelidir bizi? Felsefeyi artık realitenin, kavramlardan taşan gerçekligin kurduğu ya da temsil ettiği ortodoksiye karşı bir heterodoksi biçimi olarak, bu "kurulu/tesis edilmiş gerçeklikten" bir kaçış çizgisi olarak mı düşünmelidir, yani felsefenin zaten olageldiğini varsaydığımız bir biçim olarak mı? Ya bugün, felsefe de yaşananın/realitenin bir parçasına dönüşmüşse, ya yargıladığı, eleştirdiği ve nihayetinde olumsuzladığı pratik-atılın, ortodoksinin en önemli bileşeni olmuşsa? Ya felsefe, basitçe, oluyorsa? Nihayetinde felsefeye bir ethos atfetme girişimimiz bu ihtimalle birlikte baştan güdük bir girişim olarak kalmayacak mıdır? Nedir bu felsefe ve onun, sadece ve sadece onun felsefeliyor oluşu?

Bu soruların açtığı sorgulayıcı zihne şimdilik fazla bel bağlamadan sorgulamaya devam etmeye çalışalım. Felsefenin ve belli bir tür "hakikat anlatıcılığı"nın sonuna geldiğimizin öne sürüldüğü bir çağda, hatta "felsefeden sonra"sının, "aynasız bir dünya"nın düşünülmeye çalışıldığı bir çağda Goethe'nin sözünü alıntılayarak lafa başlamanın, yanlış olmasa bile ironik ve kötümser bir yanı yok mudur? Felsefe sona ermişse yargılama, eleştirme ve yadsıma da -en azından bir "hak" olarak- sona mı ermistir? Denecek ki felsefe ile birlikte sona eren "belli bir tür" yargılama, eleştirme ve yadsıma tarzıdır, felsefi bir tarz. Mümkün heterodoksilerin mümkün bir tarzı. Hatta, felsefenin sona erişi, Heidegger'in savunmaya çalıştığı üzere, felsefe tarafından temsil edilen belli bir "varlık" ile "hakikat" anlayışına ve bu anlayış zemininde hüküm süren belli bir "metafiziğe" ve düşünsel "ortodoksi"ye ilişkin daha radikal bir sorgulama ve düsünme imkanının ortaya çıkışına da delalet edebilir. Ama bırakın yaşadığı zamana karşı çıkacak, düsünceleriyle ona katılacak ortodoks düşünür ve filozofların bile nadir bulunduğu bir çağda; felsefenin, philo-sophia'nın, "bilgelik-sevgisinin", hakikati ve hakikat-olmayanı düşünmenin sonuna gelinen bir çağda; düşünür ve filozof tiplemelerinin yerini gazeteci-yazarlara ya da hermeneuinlere, yorumlayıcılara, "görüş sahipleri"ne, "ikna odalarına" ve "ikna edicilere", yani siyasetçilere bıraktığı bir çağda; öte yandan, her yerde savaş reklamcılarının/pazarlayıcılarının sesinin ayyuka çıktığı bir çağda felsefi olandan daha farklı ve radikal, belki belli ölçülerde bu farklılığa ve radikalliğe "hazırlayıcı", heterodoks, alışageldiğimiz biçimiyle herhangi bir "yolda-olmayan" bir düşünme biçimi bulunabilir mi? Felsefeden başka bir felsefe? Felsefe olmayan bir felsefe? Dahası bu ihtimalle birlikte hakikate ve şimdilik bütünüyle "yalan" olarak adlandıramayacağımız bir hakikat-olmayana ilişkin ne tür bir radikal yargılama, eleştirme ve yadsıma tarzını aramamız şart koşuluyor ki? Yaşanandaki hangi farklılık, fazlalık veya eksiklik ya da halen sahip olduğumuz düşünme tarzındaki hangi uygunsuzluk ve yetmezlik bizi buna sevk ediyor? Nedir felsefenin ve felsefe-olmayanın, felsefe-olmayarak-varolanın sürekli birbirleriyle çatışan ethoslarının, güç iradelerinin özü?

Gene felsefeye dönelim. Düşünme, saf düşünme olarak felsefe ve felsefi hayat (vita contemplativa) hangi yüce amaca ne tür bir bağlılıkla kendini yaşanan kötülükten uzak kılabilir? Ya da, diğer yandan, felsefi düşünmenin kendi amaç ve nesnesine olan hangi aşkın (müteal, transandant) ve/veya içkin (mekni, immanent) bağlılığı ve akdi, salt kötülükle dolu bir dünyayla mücadele etmekten onu azat eder? Sadece hakikate ilişkin bu aşkın ve/veya içkin bağlılık ve adanmışlık, daha doğrudan bir ifadeyle hakikate-dair-sorumluluk, kötülükten kurtulmaya ya da en azından ona bulaşmamaya yeter mi, yeterli midir? Felsefenin kötülükten kurtuluşu, aslında bizim felsefe yapmaktan kurtuluşumuz değil midir? Bu kurtuluş, bu düşünsel ve ahlaki bağlardan kurtulma hali, bu herhangi bir ethosa bağlanmama ethosu neyi ifade ediyor bugün? "Her kim felsefe yapıyorsa yaşadığı zamana karşı çıkmalıdır" sözünde içerilen ön-şarttan ve bu ön-şartın gerektirdiği mükellefiyetten kurtulma çabası olmasın sakın bu? 'Azınlık bilinci'nin kendini korumaya ve güçlendirmeye dönük ve şimdilerde iyiden iyiye sosyolojikleşmiş bir tezahürü? Felsefeye karşı felsefe-olmayanı aramaya iten şey bu saikten çok mu farklıdır? Bir de şu: Yaşanan zamana, yaşanan zamanda içerilen kötülüklere karşı çıkma çabasından kurtulmak için bu zaman ve kötülüklerin külli bir feshi gerekli değil midir? "Majoritas" ile "minoritas", "ortodoksi" ile "heterodoksi" arasında kurgulanan bütün o farklar, zıtlıklar kendi meşrulaştırımlarını ne ölçüde talep edebilir, onu ne kadarıyla gerçekleştirme iradesine sahip çıkabilirler ve hangi "hak"la? Majoritasminoritastan sorumludur yoksa minoritasmajoritastan? Ya da içeriği asla doldurulamayacak bir hoş söz müdür "sorumluluk" denen şey?

Ama, öte yandan, Goethe'nin "söz"ünde içerilen alçakgönüllülük ve ön-şart ("her kim felsefe yapıyorsa") zaten yeterince ironik ve kötümser; tutup bir de bizim ona, her yanda savaş çığlıklarının atıldığı bir dönemde, yeniden bir "işlev" ve "bağlam" kazandırmaya, bu kez kendisine karşı bir işlev ve bağlam kazandırmaya uğraşmamız yeni bir haksızlık sayılabilir- hem bu söze hem de bu sözü sarf edene bir haksızlık... Eğer kötülük, sürekli kötülük düşünenlerin ve tabii ki kötü düşünenlerin bir ürünüyse, bugün bir "kötü düşünme tarzı" olarak düşünülen felsefe zaten yeterince suçlu sayılacak ve kendiliğinden yaşanan pratiğin kör bıçağının altına yatmaya zorlanacaktır. Felsefeyi kötü düşünmek, felsefe üzerine kötü düşünmeyi getiriyor her bakımdan...

Heterodoksilerin üretken bir faaliyeti olarak felsefe ile ortodoksilerin hizalayıcı, merkeze çağıran bir faaliyeti olarak felsefe arasında "faal-olma-durumu" bakımından ne tür bir tercihte bulunabiliriz? İlk grupta üretken olarak sunulan ile ikinci grupta ketleyici olarak algılanan faaliyetler arasında sadece bu bakış açısına bağlı kalarak tözsel bir ayırım yapabilir miyiz?

Üretkenlik ve ketleyicilik vasıflarına dayalı bir ayırım beraberinde ortodoksinin soğuran, içselleştiren işlevleri ile tam da derinleştiren, detaylandıran işlevlerini birbirinden ayırt etmeme gibi bir aksiliğe, ortodoksilere dolaysızca atfedilen ölçüde bir ketleyiciliğe yol açmaz mı? Belki de, bizatihi minoritas'ın kendisi üretken olmaktan uzak düşen bu aksilik, bu ketleyici direngenliktir; belki de minoritas sadece budur, salt bu direnme yetisi, bu pratik-atıldır. Öyle ya, majoritas ile minoritas, ortodoksi ile heterodoksi arasmda estetize edilen bu ayırım, bir ayırım, bir aralama olarak (spacing) ne kadar "üretken", ne kadar "özgürleştirici" bir edimdir? Yine - evet, yine, belki de, "baskılayıcı" ya da "özgürleştirici", sanırım baskılarken özgürleştiren ya da özgür kılarken bastıran bazı ayırımlar yapmak ya da zaten yapılmış bu tür ayırımları derinliğine işleyip dönüştürerek yeniden istihdam edilebilir kılmak kavram ortodoksilerinin şanındandır.

Bütün bunlara rağmen Goethe'nin sözünü bugün tekrarlamaya bizi zorlayan bir şeyler var; yaşanan ana karşı çıkma zorunluluğumuzu bize hatırlatan bir şeyler... Salt düşünmeye, "felsefe yapmaya" çalışmanın açıklayamayacağı bir şeyler... Safça "nedir bunlar?" diye sormaya kalkışmayacağız. Bütün mahiyet ve nitelikleriyle bilinen şeyler zaten bunlar; bildiğimiz şeyler, bize bildirilmiş şeyler, bilmeye mecbur kaldığımız şeyler; "bilmeme imkanı" elimizde olsa asla bilmek istemeyeceğimiz, bilmeye katlanamayacağımız şeyler: Haksızlıklar, cinayetler, hırsızlıklar, yalan dolanlar; "zulüm" ve "karanlık" kısaca... Fakat, bütün bunların sebebini araştırmaya ve onlara karşı çıkmaya bizi icbar eden şey, sadece taşıdığımız etik ve vicdani sorumluluk duygusu değil; "söyleyip kurtulmuş olma"nın rahatlatıcı reçeteleri hiç değil; Yunus Emre'nin "ya ben söylemesem öleyim mi" dizesinde dile gelen hayati zorunluluk, yaşama ethosu dahi değil; belki de, düşünmenin, ister felsefe yaparak, ister siyaset yaparak, ister ahlakçılık yaparak, isterse de sadece yaşayarak ve ölerek bir şeyleri duşünmenin, bir şeyler için düşünmenin iç zorunluluğu bu...

 

II.                Felsefe, Hakikat Anlatıcılığı, Savaş ve Siyaset

 

Alasdair MacIntyre, felsefenin her şeyi olduğu gibi bıraktığını, ama kavramların asla ve asla bu bırakılışta yer almadığını savlar. O'na göre, bir kavramı değiştirmek, onu tadil etmek ya da ortadan kaldırmak, bir davranışı değiştirmek anlamına gelir. Felsefe her şeyi olduğu gibi bırakır- ama, kavramlar olduğu gibi bırakılmaz, bırakılamaz da zaten. Peki ya, felsefe de bir "kavram"a dönüşmüşse artık? Ya bugün artık felsefe, -ister heterodoksilere isterse de ortodoksilere hizmet eden- bir etkinlik olmaktan uzaklaşmışsa? Felsefe, bir etkinlik olarak kendini idame ettirecekse, öncelikle kendi sonunu getiren ya da böyle bir "son ihtimalini", bu "son" ihtimali bize düşündürten açmazla yüzleşmek zorunda değil midir? (Üstelik felsefenin hiçbir zaman süreğen bir etkinlik olarak yaşamadığının iddia edildiği bir dilde, yani Türkçe'de soruyoruz bütün bu soruları. Basitçe, felsefenin mümtaz konumunu şiire, siyasete ve hukuka devretmiş bir kültürde yaşadığımız iddiasını mı kabul edeceğiz yani?) Kendini olanaklı kılan kavramı olduğu gibi bırakan bir felsefe bu açmazla yüzleşebilir mi? Şiddeti, yalanı (yani belli bir anlamda hakikat-olmayanı) ve "ikna"yı içeren siyaset karşısında felsefe salt bir "hakikat anlatıcılığı" konumunda, "ikna"nın başka bir formunda kalarak savaşın "devamı", onun başka araçlarla sürdürülmesi olarak siyasete direnebilir mi? Sadece felsefe yaparak, sadece hakikati anlatarak, hakikatin zorlayıcılığına başvurarak savaşın ve siyasetin tiranlığına ayak diremek mümkün müdür? Hem, üstelik, nedir "hakikatin zorlayıcılığı" dediğimiz şey? Hakikat kimin için ve niçin zorlayıcıdır?

"Her kim felsefe yapıyorsa...": Goethe'nin bize verdiği maksimin ön-şartını "felsefe yapma" ediminin Türkçe argodaki pejoratif anlamıyla birlikte düşünmek de gerekiyor bir bakıma, yani en kötü anlamlandırılma şekliyle, "üretken ve faydalı" bir şeylerden çok "boş" işlerle uğraşma anlamında... Birileri felsefe yapıyorsa ya da birileri "felsefe yapmak" zorunda bırakılıyorsa bugün, bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Oysa felsefe yapmayı hâlâ ciddiye alacaksak şu ihtimalleri de gözetmemiz gerekir: Ya felsefe yapanlar bir takım suçları gizlemeye çabalıyorlardır ya da gizlenmeye çalışılan bir takım suçlara karşı mücadele ediyorlardır. Bu iki seçenekten başka bir seçenek var mı elimizde? Felsefe yapıyorsanız ya karşı çıkacaksınız yaşadığınız zamana, zamanınızdaki kötülüklere ya da bu kötülüklere karşı çıkmadan yapmış olduğunuz bu felsefe yüzünden suçlanacaksınız. Çünkü, kötülüklere karşı çıkmayan bir "felsefe yapma" edimi, bu kötülükleri kabullenmenin, dahası onları meşrulaştırmanın, aklileştirmenin, gerekçelendirmenin faili ve müsebbibi olarak görülecektir; bu kötülüklere "yardım ve yataklık etmenin" diğer adı olacaktır felsefe/edebiyat/caz yapmak. Felsefe yapmak, çünkü, bir yanıyla olumlu bir yanıyla da olumsuz bir edimdir; bu edimle, herhangi bir edimle ya bir şeyler kabul edilir ya da reddedilir (bir şeyleri kabul etmek, elbette başka bir şeyleri reddetmek anlamına gelir her zaman; bir şeyleri reddetmek, yine başka bir şeyleri, en azından reddedişi, başkalığı kabul etmek anlamındadır burada; kabul ve red aynı edimin, aşikar veya zımni olarak ayrışan iki farklı yüzüdür; nasıl ki her şeye aynı anda sahip olamazsanız, her şeyi aynı anda kabul ve/veya red de edemezsiniz; bir şeyi kabul etmişseniz, o şeyin almaşığı olarak düşünülebilecek diğer her şeyi de reddetmiş sayılırsınız; yine bir şeyi reddetmek, en azından o şeyi reddetmeyi kabul etmek anlamına gelir; hiç değilse, sorumluluk almayı reddeden çekinserliğin aksine "kabul" ve "red" tutumları birbirine karşı yükümlü ve bu sebeple Kantçı anlamda hem in meritum hem de in demeritum birbirinden sorumlu tutumlardır). Felsefe, olumlu ile olumsuzu kaynaştıran kavramsal ekonominin içkin düzlemi, bu etkinliğin, bu pratiğin hem adı hem de zeminidir; bu "alacakaranlık"tır neredeyse.

Felsefenin yaşadığımız kötülüklerle iş birligi meselesini de, ona ileride, başka bir yazıda tekrar dönmek üzere şimdilik bir yana bırakabiliriz. Hatta felsefeyi bile bir yana bırakabiliriz bu durumda. Ancak bu "bırakış"taki amacımız, kavramlar haricinde "her şeyi olduğu gibi bırakan bir felsefeyi" olduğu gibi bırakmak olmamalıdır. En azından, Goethe'nin verdiği maksim aracılığıyla, yaşadığı zamana ve kötülüklere karşı çıkan bir felsefe kavramına, minoritasın üretici faaliyetinin özü olan bir felsefe kavramına sahip olabilmişsek, bu, her şeyden önce bu felsefe kavramının kendisinde içsel bir değişikligi yapabilmemizi şart koşan bir politikliği içermelidir. Elif Şafak ve Ulus Baker'in önerdiği biçimiyle minoritas olmanın erdemi ve geriliminde zaten mündemiç bu politikliğe erişebilmenin yolu ise kötülük sorunsalına yeniden dönmek üzere bu sorunsalın da önünde yer alan felsefe, hakikat ve politika ilişkilerini gözden geçirmeyi gerektirir. Bu konu da şimdilik bu yazıda takip edeceğimiz tartışma bağlamının dışındadır.

Tartışmamızı felsefe, savaş ve zaman üzerinden sürdürmek bir ölçüde de olsa faydalı olabilir. Bu durumda bir başka Alman, Alman olacak kadar başka bir Alman, Alman-oluş'unu başkalığına borçlu bir Alman, bütün Almanlar gibi felsefenin meş'um kayıtsızlığıyla konuşan bir Alman, G. W. F. Hegel, "Minerva'nın baykuşunun alacakaranlıkta uçtuğunu" hatırlatır bize. Minerva'nın baykuşu, Akıl, yaşananı yorumlayarak yadsır. Belki de bu yüzden, yaşananı yorumlamak onu reddetmenin, onu reddederek değiştirmenin[1] ilk adımıdır. Felsefe, yaşanan anın dışına çıkarak ya da bu anı dışlayarak onun üzerinde hüküm vermenin "kayıtsız" pratiği olarak yaşanan ana kayıtlıdır. Yaşanan anı dışlamak/inkar etmek, ancak bu anı bütün boyutlarıyla ihata etmekle mümkün olabilir diğer yandan. Demek ki, aslında; Minerva'nın baykuşunun uçmaya başladığı an "yaşanan an" değildir, yaşananın bütün veçheleriyle sindirildiği "ertesi" bir an, hayatın doluluğundan boşaltıldığı, hayatın emperyalizminden kurtarılmış bir andır[2]. Descartes'tan beri, düşünen zihnin zamanı ile düşünülen şeyin zamanı asla birbiriyle çakışmaz. Hegelci diyalektiğe has hareketi temin eden zaten bu değil midir [3]? Demek ki felsefe zaten bırakmış olduğunu, zaten geride kalmış olanı yorumlar; o, geride bıraktığını yorumlayarak içerir ve yadsır, geride kalmış olmasıyla zaten Gerçeklikte, mevcudiyette, hali hazırda, düşünülen anın dışında kalması sayesinde düşünme anında içerilerek yadsınmış olan (aufgehoben) yadsınır böylelikle. Öyle mi acaba?

Şu yargı da aynı zaman anlayışı doğrultusunda bize yapılan başka bir hatırlatma olarak Hegel'e ait: "Sonuç oluşun dışında hiç bir şey değildir". Sonuç, son-uç, sürecin sınırında, onun sonu ve sırrı olarak oluş ve süreçtir. Burada aslında Hegelci diyalektik mantık açısından oluşu silip yerine ethosu yazmak mümkündür: Sonuç; ethosun dışında hiç bir şey değildir. Dünya tarihi dünya mahkemesidir. Felsefe ve felsefi fikirler ancak yaşanan anı olumlayarak, olumladıkları kadarıyla haklılaştırılabilirler. Öyleyse, "yapılan bir şey olarak felsefe"yi yaşadığı zamana karşı çıkma imkanından mahrum eden tam da bu değil midir? Bir "üretim", bir "pratik" olarak onu yaşadığı ana katılmaktan ya da onu reddetmekten alıkoyan sadece olumlama/olumsuzlama diyalektiği olmasa gerek; her şeyiyle "alacakaranlık"tadır felsefe, "alacakaranlık"tır, "yaşanan an"ın sırrı ve sınırıdır, onun "ruh"udur. Felsefe alacadır, aradadır, aradır; hakikatin ışığı ile zamanın karanlığı bu alacalıkta, bu aralıkta, bu arada kapışır. "Hakikatin ışığı'' ile "zamanın karanlığı" arasındaki bu aralanma (spacing) bir yandan asla indirgenemez, bir yandan da "üretken", "türetici" ve "pratik" bir işlemi belirtir bundan dolayı[4]. Felsefe, neredeyse, bu işlemin kendisidir. Felsefe, ancak, yaşananla arasına koyduğu bu aralıkta, bu aralık sayesinde oluşur, vuku bulur, etkinleşir. Felsefe, yani vita contemplativa, aktif yaşamın, yani vita activa'nın dışında, hatta neredeyse onun karşısında, kısmen ona ait, kısmen de zıt, ondan bağımsız bir aralıkta, bir "eşik"te, hayatın çalkantılı "deniz"inin yanıbaşındaki bu sağlam "kıyı"da mümkündür (burada "ben kıyı değil dalgayım" diyen merhum Ali Şeriati'yi hatırlamamak mümkün mü?); belki de bu yönüyle, Oscar Wilde'nin "eleştirmen"ine benzer felsefe, neyin nasıl yapılacağını çok iyi bilen, ama 'o iş’i temelde sahip olduğu eksiklik sebebiyle yapamayan ve bu yapamayışıyla ünlü haremağasına... Kapı (satır/reklam) aralığından, gerçeklik olarak tezahür eden bir metni gözetleyip (bir nevi "röntgencilik") ona ilişkin yorumlarda bulunmak haricinde ne tür bir etkinliği kalmıştır bugün felsefenin ve felsefi nazariyelerin? Machpolitikle eşitlenmiş bir realpolitiğin güdümünde Türkiye'nin varlık şartını onun ABD ile olan stratejik ortaklığının bekasına dayandıran bir düşünüm (sözgelimi Cengiz Çandar vb. güç demagoglarınınki) nasıl bir değere sahip olabilir? Diğer yandan savaşa karşı çıkmayı gerektiren ahlaki püritenlik ve barış yanlılığı baştan sahip olduğunu varsaydığı Politik Doğruculuğun kurbanı olmamış mıdır? Birbirine zıt bu iki güncel ve pratik tavır arasmda felsefe bize ne soyleyebilir?

Diğer yandan, rahatlıkla öne sürülebilir ki "felsefenin sonu", savaşın başlangıcıdır; her şeyiyle savaşın, gücün, zorbalığın, karanlığın, şiddetin, iknanın, hatta vita activa'nın başlangıcı... Kanıt olmaya tenezzül etmeyen kanıtlar; hakikat olmaktan, aydınlık olmaktan pek uzak ve bu sebeple en azından artık hakikati düşünmemize yol açması, bizi aydınlatması umut edilemeyecek kanaatlerle üretilmiş sözde kanıtlar çağı, çağın karanlığı gelmiştir artık.

 

III. Nietzsche'nin Hakikat Avı Ya da Hegel'in Savaş Estetiğine Dair

 

Yine bir Alman'a, bu kez Alman-oluş'u şiddetle eleştirmiş bir Alman'a, Nietzsche'ye dönelim. O, hakikati, sürekli bir.kadın olarak düşünür: "Kadın olarak gerçeklik ya da kadınsı utangaçlığın hareketi olarak gerçeklik". Sözgelimi, Şen Bilim'inde şunları yazar filozofumuz: "Aşk ile utangaçlık arasında yakınlaşma, Tanrı ile Kötülük yakınlaşması, çözümün sırrı ile sırrın çözümü arasında bir yakınlaşma söz konusu olduğunda kadınla ilgili olarak aşırı   kuşkuculuk ve felsefe devreye girer." Yine aynı eserden başka bir alıntı daha: "... kutsal olmayan gerçeklik Güzelliği mutlak olarak bize vermez veya bir sefere mahsus olarak verir. Dünyanın güzelliklerle, ancak anlık olan bu tür güzelliklerle dolu olduğunu söylemek istiyorum. Yaşamı çekici, güzel kılan belki de işte budur: Yaşam, altın işlemeli örtüyle kaplıdır; kendisine umutlu, çekingen, utangaç, alaylı, acımasız ve çekici bir görünüm veren sonsuz güzellikler gizlidir orada. Evet, yaşam kadındır!" Ya da şu: "Kadının bir an gerçeklik olduğunu kabul edelim, o zaman, bütün dogmatik filozofların kadınları iyi anlamadığından şüphelenmez miyiz? Bir kadını kollarımız arasına almak için şimdiye kadar onların gerçekliği aradıkları ürkütücü ciddiyet ile ölçüsüz ve yersiz davranışlar, beceriksiz ve yakışıksız araçlar değil midir?"[5]

Hakikati "dişil" kabul eden Nietzsche'yi takip ederek iknanın yüce biçimi siyaseti de hakikat karşısında pekala aşırı "eril" bulabiliriz. Siyasetin erilliği onun hakikate tecavüzünden, onu himayesine, haremine ve hakimiyeti altına almak isteyişinden uzak düşmez bu durumda. Savaşı siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi olarak algılayan Clausewitz ve hakikati filozofları peşinde koşturan bir kadın olarak düşünen Nietzsche, bu durumda, hâlâ Hannah Arendt'e nazaran, Arendt'in metinlerinin bir "ön-okuması" olarak bir adım ilerde kalırlar. Arendt, şiddetin siyaseti sona erdirdiğini savlarken hâlâ "gerçek politika" ve "hakikat anlatıcılığı" olarak içeriklendirilebilecek bir felsefe tasavvuruna bağlıdır. Onun kamusal alan kavramı "hukuksal ilişkilerden çok hayalgücüne, katılıma ve karşılıklı güçlenmeye önem verir."[6] Rahatça fark edebilecegimiz gibi, gerçek politikanın bu "göstergeleri", bütün olumlulukları ve desteklenebilirliliklerine rağmen hâlâ dişildirler, hâlâ yüzleştikleri kötülüklerin banalliğine nüfuz edemezler, bu sebeple kendilerine de nüfuz edilemez banallik olarak bakılabilir (zaten banallik, tam da bizim nüfuz edemediğimiz, dışında kaldığımızı varsaydığımız, karşısında "azınlık" kesildiğimiz "sıradanlıklar" değil midir?) Bu durumda, Clausewitz'in önermesini tersine döndürerek söyleyecek olursak, savaş ve savaşın bir devamı kılınmış siyasetin çağı; yalnızca, bu "gerçek", "güzel", "iyi", "uyumlu", "hayalgücüne, katılıma ve karşılıklı güçlenmeye" önem veren politikanın yüzgörüm çağı mıdır acaba[7]? Hangi politikadır bu? Yüzünü çıldırtıcı bir utangaçlıkla açan, gerçekliğin ta kendisi olarak görülen hangi vahşettir bu? Bağdat'ın her bombalanışında zihinlerimize çakılan bu soru yeniden Hegel'e dönmeyi zorunlu kılıyor.

Hegel için savaş hayat denizinin kokuşmuşluğunu gideren bir ilahi rüzgardır neredeyse. Bu açıdan savaşı "hayatın gerçekliği" saymak yerine tam zıddını düşünmek gerekir: Savaş hayatın gerçekliğinin alt üst edilişi, onun anafora tutuluşudur. Savaş yaşadığımız hayatların gerçeksizliğini yüzümüze vurur. Savaş rüzgarının kabarttığı dalgalar sağlam sandığımız nice gerçeklik kayasını parçalar, un ufak eder. Neticede ölümün ve "tarihin ciddiyeti karşısında bütün gevezeliklerin sustuğu" bir zamanı ister istemez tecrübe etmek zorunda bırakılırız. Öyle ki artık savaşa karşı çıkmak ile savaşı desteklemek arasında yapacağımız ahlaki veya siyasal tercihi gerekçelendirme çabaları, lafazan öznel öznelliğimizin gayretli bir dışavurumu olmaktan öteye geçemeyecektir.

       

 



[1] Böylelikle yazımızın başlığında içerilen göndermeye gelmiş bulunuyoruz. Marx, Feurbach üzerine onbirinci tezinde "filozofların dünyayı yorumlamakla yetindiklerini, ama aslolanın dünyanın değiştirilmesi olduğunu" savlamıştı. Felsefi pratiğe karşı asıl ağırlığı politik pratiğe veren bu sava duyduğumuz bütün empati ve yakınlığa karşı bugün modern beşeri pratiğin felsefe ile politika arasındaki taksiminde bir arıza yaşandığını da görmek zorundayız: Siyaset karşısında büsbütün "hadımlaştırılmış" bir felsefe. Sözün kısası yorumlanarak değiştirilmiş bir dünyada bu taksim yeniden gözden geçirilmeli ve yorumlanmalıdır.

[2] 'Ertesilik' gene de bir önceki anla birlikte bir ertesiliktir; Bergsoncu süre ne kadar geleceğe dönük olarak anların birbirine eklenişine ve çoğaltılışına dayalıysa Hegelci zaman da bir o kadar geçmişe ve geçmişin düşünümsel yorumuna dayalı bir süreçselliğe ve şimdiki zamanda nihai anlamına kavuşan bir telosa tabidir. "Şimdi"yi bir son, bir sınır sayan bu teleolojide logos ve zaman (insan) kendi bütünselliğinin idrakine sahiptir. Bir sonraki dipnota bkn.

 

[3] Sözgelimi, Hegel Jena Mantık'ında şu satırlara yer verir: "Bu yalınlığı içinde sonsuz, kendi kendine eşit olmaya karşıt öge olarak olumsuz-olandır ve kendisine kendisini ve kendisinde bütünselliği sunduğu ölçüde, ögelerinde, genel olarak dışarda-bırakıcıdır, noktadır ya da sınırdır, ancak bu kendi (eylemi) içinde başkasıyla doğrudan ilişkiye geçer ve kendi kendisini hayırlar. Sınır ya da şimdiki an, zamanın  mutlak 'bu'su, ya da şimdi, kendisinden  mutlak biçimde bütün çokluğu dışarda bırakıp tam da bu  nedenle mutlak olarak belirlenen, olumsuz mutlak bir yalınlığa sahiptir; o, kendisinde yayılacak (ve) kendi kendisinde belirlenmemiş bir öge de tas1yacak bir bütün ya da bir quantum değildir, kendisine kayıtsız ya da kendi dışında kalarak bir başkasıyla ilişki kuracak  bir ayırım da  değildir,  fakat yalınlıktan  mutlak  olarak ayrı  olan bir ilişkidir" (akt. Derrida, 1999: 54-55).

 

[4] Bkn. Jacques Derrida, Positions, trans. Alan Bass, Chicago: Chicago University Press, 1982, s. 94.

[5] Şen Bilim'den yapılan bütün bu alıntılar Derrida aracılığıyladır. Bkn. Jacques Derrida, Mahmuzlar, çev. Mehmet Baştürk, Erzurum: Babil, 2002.

[6] FatmagüI Berktay, "Heidegger ve Arendt'te Özgürlük: Bir Kesişme Noktası", Defter, No:

42, 2001, s. 26.

[7] Arendt'in “şiddet eleştirisi"nin daha ayrıntılı bir okuması ve eleştirisi için bkn. Nuh Yılmaz, "Biyoiktidar ve Liberalizm: Şiddetin Eleştirisi ve Siyasetin İmkanı", tezkire, No: 24, 2002, s. 110-123.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder