31 Ekim 2019 Perşembe

Bir yaşam tarzı olarak tutarsızlık deneyimi

Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin Zerdüşt Böyle Buyurdu kitabının önemli bir pasajında ifade ettiği “Tanrı öldü!” sözünün, modernlikle birlikte yaşadığımız dünyaya dair nihai bir anlam bahşeden, ahlaki tavır ve eylemlere ilişkin nihai hükmü temellendirirken başvurduğumuz ve bu niteliğiyle hepimiz üzerinde bir bağlayıcılığı olan yüce bir mercinin o makamından düşürüldüğü anlamına geldiği sıklıkla söylenir. Nietzsche’nin bu sözünden yola çıkan Martin Heidegger, Gilles Deleuze, Jacques Derrida gibi birçok düşünürün, düşünmenin anlamına dair sorgulamalarına da aşinayızdır. Bütün bu sorgulamaların gösterdiği şeyin ise vaktiyle eşsiz olanın yerine bugün birçok anlamın geçirildiği, önceden tek ve yekpare sayılması gerekli anlamın bu teklik ve katılıktan uzaklaştırılarak binlerce koruyucunun himayesinde bir yapıya dönüştürüldüğünü savlayan yeni kuşak Alman sanat eleştirmeni ve felsefeci Marcus Steinweg, felsefecilerin artık bu türlü koruyucuların korumalarına giremeyecekleri, onlara bel bağlayamayacakları, başvurmayacakları bir fikri kertede düşünce üretimini sürdürmenin gerekliliğiyle hareket ediyor. 
Öznesizleşme
Özellikle “öznesizleşme”, “yanlış anlama” gibi kavramları kullanarak, onların anlamlarını zaman zaman sarihleştirerek, zaman zaman bu kavramları kapsayıp izah ederek ilerleyen aforizma, değini ve yorumlarla bezeli bir kitap Steinweg’in Türkçeye Aşikatlık Dehşeti: Sahte Kesinlikler adıyla çevrilmiş fragmanter eseri. Felsefeyi “felsefe nedir?” sorusuna verilmiş bir cevap olarak tanımlamayı tercih eden Steinweg, bu soruya verilebilecek ilk cevabın ise bir yaşam tarzı olarak tutarsızlık deneyimi olarak gördüğünü de ifade ediyor. Okunması gayet rahat (dolayısıyla günümüzün hız toplumlarına uygun), resimden mimariye, müzikten edebiyata, filozoflardan sanatçılara, gündelik deneyimlerden çetrefilli felsefi konulara dek birçok farklı alanda Pascal’ın bahsettiği türden iki aşırılığa (Pascal’a göre bu aşırılıklardan ilki aklı dışlamak ise ikincisi de bunun zıddına yalınızca aklı kabul etmektir) sapmayan bir temkinlilikle hareket ederek düşünmeye çalışan Steinweg, Hegel’in baykuşunu anarak, ona her bakışımızda onun herhangi bir yüzden yoksun hakikati sayesinde her şimdiyi parçalayan bir şimdinin kuşunu görmemiz gerektiğini savlıyor. Hep bir gecikmişlik, sona ermişlikle malul bir bakışı temsil etmeye görevlendirildiğini bildiğimiz ve bu niteliğiyle Hegel’in andığı Minerva’nın baykuşuna, bir anlamda felsefenin ölüm kuşuna karşı, düşünmenin sadece bu patlamaya hazırlanmak ya da ona şahitlik etmekle sınırlanamayacağını ileri süren Steinweg, düşünmenin haddi zatında sözkonusu patlamayı da gerçekleştirmek olarak görülmesi gerektiğini belirtiyor. 
Sanat ile felsefenin kesişiminde, her iki alandaki en son verimlerden en azami şekilde yararlanan, bu iki alanın da tasavvur edildikleri tarihsel ânın ötesine geçmeye meyyal ve geçen hareketler olduklarını düşünen Steinweg, bir felsefenin anlamının da gerçeklikte ona karşı üretilen direnişin toplamı olduğunu ileri sürmekten çekinmiyor. Kant ve Hegel’den Nietzsche, Derrida, Lacan, Foucault, Jean-Luc Nancy, Badiou gibi düşünürlere, antik tragedyadan Kafka, Bachmann, Schumann, Duchamp, Monet gibi yazar, müzisyen ve ressamlara kadar birçok farklı isim ve tema etrafındaki yorum ve değinileriyle Steinweg gerek çağdaş düşüncenin gerekse çağdaş sanatın yöneldiği mecraları, onlardaki kabul ve redlerin anlamlarını sorguluyor; kitapta yer alan ve her biri ayrı bir başlık taşıyan 191 fragman ve aforizma boyunca böyle yaparak, düşünceyi sadece nesnesini olduğu gibi kavramakla mükellef bir edim olarak görmektense düşünmenin bizatihi kendisinin herhangi bir ideoloji ya da dogmatik yapıya evrilmeksizin mutlak bir özgürlük edimi olmasına imkan sağlayacak şekilde kışkırtıcı bir rol üstleniyor.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder