31 Ağustos 2019 Cumartesi

Tasavvufun metafizik ufku: Mefatih'ul Gayb

13. yüzyıl Anadolu'su gerek Batı'dan gerekse Doğu'dan gelen alimler, sufiler, feylesoflar ile 1070'lerden beri bu topraklara yerleşen, başlangıçta sırf kılıç erbabı olarak bilinen Türkler'in ilerleyen sürede aynı zamanda iyi birer kalem erbabı olduklarını göstermeleriyle birlikte önemli bir aydınlanmaya şahit oldu. Elbette Haçlı seferlerinin bir şekilde bozguna uğratılması ile Selçuklu tahtı üzerindeki kardeş kavgalarının oluşturduğu hercümercin kısmen de olsa durduğu bir toplumsal vetirede yaşanan bu aydınlanma içinde bu toprakların sonraki sekiz asrını da derinden etkileyecek siyasi, kültürel, itikadi ve iktisadi gelişmelerin yaşandığını söylemek mümkün.
13. yüzyıl Anadolu'sunda bir şekilde bulunmuş sufi, alim, şair, feylesof ve büyük hukukçuları sıralarsak ne demek istediğimiz anlaşılır kanaatindeyiz: Ünlü Selçuklu vakanüvisi İbn Bibi'nin "Zamanın Ebu'lleysi Semerkandi'si" olarak andığı el-Kadı et-Tirmizi, Mecdüddin İshak, Muhyiddin Arabi, Şihabüddin Ömer en-Necib Sühreverdi, Sa‘deddîn-i Hammûye, Şihabüddin Sühreverdi el-Maktul, Abdülmümin el-Hoyi, Evhadüddin Kirmani, Burhaneddin Tirmizi, Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş Veli, Kadı İzzeddin, Ahi Evren, Siracüddin Urmevi, Kutbuddin Şirazi, Sadreddin Konevi ve onların talebeleri, tilmizleri... Konya, Kayseri, Sivas, Malatya, Tokat beşgeninde yoğunlaşan bu faaliyetlerin kısmen Arap ve Fars, kısmen Eş'ari ve Maturidi etkileri bünyesinde taşısa da en sonunda bir sentez olarak Hanefi-Maturidi bir eksene oturduğunu da sonraki yüzyıllar bize gösterdi.
Babası Endülüs göçmeni, diplomat ve devlet danışmanı, bilge Mecdüddin İshak olan Sadreddin Konevi, babasının 1221'deki vefatıyla onun yakın arkadaşı Muhyiddin Arabi'nin hanesine geçer. 8 yaşındadır o sıra. Malatya'da bir yandan hem öz babasının hem üvey babasının arkadaşı olan Evhadüddin Kirmani'den dersler alır, öte yandan da Muhyiddin Arabi'den öğrenmektedir. Sonradan tıpkı Mevlana gibi Suriye'de Halep ve Şam'da eğitimini ikmal edecek, üvey babası İbn Arabi'nin yanında, onun 1239-40'taki ölümüne dek yanında tedrisatına devam edecektir.
Anadolu'ya, Konya'ya geliş tarihi 1241'dir. 1262 yılına dek  tasavvuf derslerini sürdürür, o tarihten ölümüne dek geçen sürede sadece hadis okuttuğu kayıtlıdır. Hatta Kutbüddin Şirazi'nin Konevi'den hadis dersleri alıp ona "ilm-i heyet" (geometri) dersleri verdiği de mervidir. Öğrencileri arasında Müeyyidüddin Cendi, Saidüddin el-Fergani, Kutbuddin Şirazi gibi isimler olduğu gibi etkileri Davud-i Kayseri, Abdürrezzak el-Kaşani, Molla Fenari, Kutbüddin İzniki, Kutbüddinzade İzniki, Ahmed-i İlahi, Abdullah-ı İlahi, Bedreddin Simavi, Atpazari Osman Fazlı, Abdullah Bosnevi, İsmail Hakkı Bursevi gibi isimelr üzerinde de yoğundur. Muhyiddin Arabi'nin Şeyh'ul Ekber addedildiği vahdet-i vücud geleneğinde Şeyhul Kebir unvanı ona atfedilir.
Konevien temel eseri sayılagelen Miftahu'l Gayb'da tasavvufu "ilm-i ilahi" olarak, yani metafizik olarak niteler. Konevi için felsefi bilimlerde metafiziğin rolü neyse, ehl-i tasavvufun bilgi alanlarına verilen bir isim olarak "ilm-i ilahi" de aynı rolü haizdir. Bu yaklaşımıyla Konevi, Gazzali sonrası zayıfladığı kabul edilen metafizik tasavvurunu, irfani tecrübeyle uyumlu bir biçimde yorumlayarak daha önce İbn Sina tarafından Meşşai gelenek içerisinde ifade edilen  "metafizik bilginin imkanını"  bu kez tasavvuf çeperinden yeniden yoklayan bir tavır geliştirir. Konevi için metafiziğin konusu Tanrı'nın varlığıdır. Metafiziğin konusunu "varlık olmak bakımından varlık" olduğunu söyleyen İbn Sina'dan bu noktada ayrışan Konevi için “Varlık olmak bakımından varlık Hak'tır.” Metafiziğin en temel meselesini Tanrı-alem ilişkisi olarak belirleyen Konevi, ilahi isimleri metafizik yapmayı mümkün kılan araçlar ve ilkeler olarak kabul eder. Tanrı-alem ilişkisini açıklarken İslam felsefecilerinin ve kelamcıların kullandığı terminolojiyi kullanan, onların kavramlarını bazı alanlarda yeniden yorumlayan Konevi için Tanrı’nın alemi yaratması belirli bir sebebe dayanır. Bu sebep, daha önce İbniArabi tarafından ayrıntılı biçimde açıklanmış olan Tanrı’nın bilinme arzusudur. Tanrı'nın alemi yaratması konusunda İbn Sinacı südur öğretisine yakın bir görüşle hareket eden Konevi, hangi kavramlar kullanılırsa kullanılsın bir yaratılış teorisinin en önemli yanının onun yaratanla yaratılan arasındaki ilişkiyi tesis edebilmesi olduğunu sarahaten vurgular. Demirli'nin aktarımıyla Konevi'ye göre "Yaratma sonuçta bir benzerlik meydana getirir. Bir şeyden kendine tamamen zıt bir şey meydana gelemeyeceği gibi yaratılış sürecinde bir şeyin kendini yinelemesi de söz konusu değildir. Şu halde yaratılan şey bir açıdan kaynağından farklılaşırken bir açıdan ona benzer."
Konevi’nin metafiziğe yüklediği görev ve anlamın İbn Sina’nın metafiziğin görevleriyle ilgili görüşünün bir yansımasından ibaret olduğunu vurgulayan Ekrem Demirli, Konevi'ye göre metafiziğib bütün tasavvufi bilgileri, keşifleri, ilhamları ve müşahedeleri değerlendiren, onları tashih eden ilim sayılması gerektiği gibi, Konevi'nin metafizikle uğraşan muhakkikleri de bütün sufileri ve onların bilgilerini değerlendirebilecek bir konumda addettiğini vurgular. Konevi'nin bütün sisteminde ve düşüncelerinde merkezi kavramın Tanrı olduğu ve bu kavramın akabinde insan tasavvurunun geldiği söylenebilir. İnsandan bahsetmeden Tanrı'dan bahsetmenin anlamı olmayacağı gibi, varlıktan ve Tanrı'dan bahsetmek de zorunlu olarak insandan bahsetmeyi intac eder.
Konevi'nin tasavvufa yaptığı en önemli katkı onu homojen bir yapı olarak bütünleştirmesi ve İbn Arabi'nin anlaşılmasına yaptığı büyük katkıdır. Füsus'ul Hikem'e sadece kendisi şerh yazmakla kalmamış, öğrencileri de şerhler yazmıştır. Konevi'nin felsefeve kelamdan da yararlanarak kendisinden önceki tasavvuf tarihinden ve eserlerden aktarımları yorumlayarak ortaya çıkardığı bu homojen ve tutarlı tasavvuf anlayışı, sonraki dönemlerde tasavvufun tedris edilebilmesine de imkan sağlamış, hatta onun "şerh dönemi"ne erişmesine katkıda bulunmuştur.

(Cins, Ağustos 2019)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder