2 Ağustos 2019 Cuma

"Yazmak, benim için bir varoluş mücadelesi"

Kitaplaştırmakta cimri davransan da çok yönlü bir yazarsın. Şiir, eleştiri, felsefe, sosyoloji, biyografi, tarih, kültür ve politika gibi birçok alana yayılmış yazılarını okuyoruz. Hatta roman yazdığını da biliyorum. Buradan başlayalım. Birikimin, okumaların, kimliğin mi zorluyor seni bu çeşitliliğe? Yoksa ödev ya da sorumluluk hissi mi daha baskın çıkıyor? Memnun musun, muzdarip mi?

Şiir ilk ve daimi gözağrım. Önem bakımından diğer alanların üstünde bu anlamda. Şiirle ortaokul-lise yıllarından itibaren ilgilenmeye başladığım için saydığın alanlardan onu ayırt ediyor ve diğerlerine yönelik ilgimin de okumalarımdan neşet ettiğini düşünüyorum. Bilinçli düzeydeki okuma serüvenime en önemli manevi ve maddi katkıyı da rahmetli babamın sağladığını düşünüyorum. Kendisi genetik hastalık sebebiyle ilkokul üçte okumayı bırakmış olmasına karşın bana elinden gelen bütün desteği verdi. Oysa işlettiği dükkan iflas etmek üzere olan bir esnaftı babam. Keza merhum annem de desteklerini hiç esirgemedi benden, çok kızdığı zamanlarda bile bilirdim ki o kızgınlığın ardında bana olan sevgisi ve şefkati yatardı. Her gün eve bir günlük gazetenin girmesinden tut da istediğin kitabı istediğin gibi alabilmene varıncaya dek, bir sürü güzellikti o çocukluk zamanları.

Elbette siyasi bilincimin oluşmaya başladığı ilk gençlik dönemlerimin parasız yatılı bir okulda, Fen Lisesi'nde, ailemden uzakta, tek ü tenha yaşamaya mecbur kalışımdan mütevellit geçmiş olmasından dolayı okuma serüvenimi etkileyen farklı etkenler de bulunabilir. Bu etkenlerin en önemlisi belki o yıllarda ülkenin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik, kültürel ve fikri şartlardır. Bir yanda yoğunlaştırılmış bir şekilde fizik, matematik eğitimi alırken diğer yanda arkadaş çevrelerindeki gündelik tartışmalara cephane arayışının güdümlediği bir okuma serüveniydi o yıllarda yaşadıklarım. Felsefeye, özellikle "bilim felsefesi" okumalarıyla yaptığım girizgahta da 1985'lerde ateşlenen 'bilimsellik' ve pozitivizm eleştirileri vb. tartışmaların izinin olduğunu söyleyebilirim. Yine mesela o yıllardan hatırladığım bir şey. Daha 14-15 yaşında iken, yani lise birde iken, edebiyat dersinde ezanın Türkçe okunup okunamayacağı tartışması patlak vermişti. 1985'ti tarih sanırım. Yaklaşık on yıl sonra, 28 Şubat sürecinde yeniden gündemleşen bir konu. 20-30 yıl geçmiş bu konunun tartışılmasının üstünden, ama görüyoruz ki, tartışanlar değişmiş; fakat tartışmalardaki ana eksenler değişmemiş, konu değişmemiş ve hatta savunulan tezler bile değişmemiş. Bir anlamda aradan geçen süre içerisinde Türkiye'deki fikri-kültürel 'havanda su dövme'yi bize hatırlatan bir durum var ortada. Ya bu duruma katlanmak gerekiyordu benim açımdan, ya da ona tamamen zıt bir hareket alanı belirlemem. Başta şiir olmak üzere, eleştiri, felsefe, sosyoloji, tarih ve politikaya kadar ilgi alanlarımın çokluğunun bir sebebi 'havanda su dövmek' istemeyişim yani. Bu ne bir ödev, ne bir sorumluluk; sadece bir tercih. En azından ben havanda su dövmemeyi kendime şart koşmuştum.




Bazen hırslandığım oluyor elbette; okuduğum bir kitapta ya da yazıda beni rahatsız eden unsurları görerek "Bunlara, bu yazılanlara mutlaka haddini bildirmeliyim" duygusuna kapılıyorum. Yazı yazmayı da bir yerde varoluş mücadelemin bir tarzı olarak gördüğümü hissediyorum. Sadece böylesi bir hırstan değil; bu topluma, bu halka, sözgelimi merhum babama, anneme, kardeşlerime; önce aileme, sonra üzerinde yürüdüğüm topraklara borcumu ödeme şekli olarak gördüğüm söylenebilir yazı yazmayı bu anlamda. Benim mal varlığım, borcumu eda edeceğim imkan diyebileceğim yegane şey bu. Okumak ve yazmak bende bu anlamda borç ödeme şekli gibi. Tabii ki kimsenin beni borçlu duruma düşürdüğü de yok aslında. Belki de bir vehim, bir hüsnü kuruntu bu bendeki. Öyle olsa bile, durumu ancak bu şekilde tarif edebiliyorum.

Kitaplaştırmakta cimri davrandığım şeklinde ifade ettiğin üstü örtük tariz haklı. Ama bunda biraz da benim kendime özgü kaygılar başat rolü oynadı. "Şu dergide beş ürün var, üç de şuradaki dergiden, bir araya getireyim de bunları, bir kitap olsunlar" anlayışı benden hep uzak oldu. Salt şiirler için geçerli değildi bu; yazılar, bilhassa yazılar için de geçerliydi. Yazıların önemli bir bölümü  birer vesileyle yazıldıkları, yani çoğunlukla yazılma sebepleri kitaplaşmak olmadığı için, -eğer kitaplaştırmak istersem üzerlerinde daha çok çalışmamı gerektirecek bir şekilde yazılıp yayınlandılar- bir türlü kitaplaşma fırsatı da bulamadılar. O fırsatı bir türlü bulamadım, öylesi bir fırsat bir şekilde esirgendi sanırım benden.

Kolayca yazı yazabilen biri değilim ayrıca, en azından şiirden daha kolay yazı yazıyorum diyemeyeceğim şekilde tembel taraflarım var. Felsefe, sosyoloji, politika gibi konulara yönelmemde Ahmet Çiğdem, Erol Göka, Yasin Aktay, Alp Çakaloz, Ercan Şen gibi 20'li yaşlarımın başında tanıştığım güzel insanların bilmeden yaptıkları birçok katkı var. Zaman zaman bir Erol Göka'nın, bir Yasin Aktay'ın veludiyetine, bir Ahmet Çiğdem'in meseleyi ele alış şekline ya da bir Alp Çakaloz'un ortada durup duran meseleyi mesele olmaktan çıkarma biçimine hayran olup imrenmiyor değilim.

Yazı kendimizi içinde bulduğumuz toplumsal karanlığa ve karanlıkçılara, obskürantizmlere direnme şekliydi benim için en başından beri. Şiire ise kendim talip oldum. En azından bu kez kendi içimdeki karanlığı kürümek için. Şiir benim kendi mutsuzluğumla mücadele etme şeklimdi, kendi lanetimle.

Bundan memnun muyum, mustarip mi? Yazıp çizmeye başladıktan belli bir süre sonra, bu kez yazıp çizmekten başka bir şekilde geçimimi tedarik edemeyeceğim hususu ortaya çıkınca, amatör bir uğraş olmaktan öte yazmayı benimsemeye de başladım. Madem öyle, bu işin gerektirdiği ciddiyeti de takınmalıydım. Bundan dolayı ne memnunum ne de mustarip doğrusu. İnsan, yazgıysa başına gelen, katlanmayı bilmeli; olabildiğince soğukkanlı bir şekilde yapabilmeli üstelik bunu.

Sosyal medyada önerilerini, polemiklerini, hatta kültürün hayrına zarf atışlarını görsek de düşünce ve değerlendirmelerini dergilerde daha ayrıntılı takip etmek mümkün. Birçok Avrupa ülkesinde, matbu edebiyat dergisi kalmamış neredeyse. Bu alan Batı’da çökerken yahut dijital alana çekilirken bizde her gün bir dergi çıkıyor desek yeridir. Ölmekte olan bir aracı mı zorluyoruz yoksa dergilerin sandığımızdan daha fazla bir değeri, işlevi mi var bizde? Gençleri de saran bu ilgi, bu yöneliş; gecikmiş bir görünme isteğine mi hamledilmeli, varoluş cehdine mi?

İngiliz şair T. S. Eliot'ın şiir yazan gençlere ilişkin kriteri çıkan dergiler için de geçerli sanırım. Eliot, bir hevesle şiir yazanları değil, 25 yaşından sonra da şiir yazmaya devam edenleri şair sayma eğilimindedir. Çoğu genç, dergi çıkarmanın ne anlama geldiğini merak ettikleri için girişiyorlar bu zorlu çabaya görebildiğim kadarıyla. Yarı yolda kalan çok dergi de oluyor bu sebeple. İlk hevesler geçince, gençlik ateşi sönünce, ya da çıkan dergi üzerinden dönen birtakım iktidar hırsları sapasağlam görünen arkadaşlıkları parçalayınca o dergilerin akıbeti de belli oluyor. Yeni bir derginin çıkma sebebi ilk başta bir "görünme isteği" ya da "varoluş cehdi" olarak görünse de, dergiler artık ne edebiyat ne de fikir anlamında herhangi bir yeniliği bize göstermekten uzak kalıyor. O takati sonuna dek taşımaları bile beklenmiyor çoğu kez. Taktik bir amacı yerine getirmeleri yetiyor bazen. Bazen de bir yer ediniyorlar tabii, o da edinebilirlerse ve edindikleri yer mutmain olabilecekleri bir yerse. İçinde yaşadığımız zamane şartları dolayısıyla durum bana böyle görünüyor. Çoğu yazar ve şair için göründüğün kadar varsın ve dergiler de sana o fırsatı sağladıkları ölçüde muteber. Yoksa dergilerden, dergilerin kendi içlerinde yaşadıkları birtakım sorunlardan dolayı değil, başka bir çok sözümona yeni derginin çıkma sebebi. Oysa ki yaşadığımız zamanlarda, yeni bir şairin, bir öykücünün görünme şansı; futbola yeni başlayan bir futbolcudan, ya da ilk şarkısını yapan bir şarkıcıdan bile maalesef çok ama çok daha düşük.

Elbette bu olumsuz durumlar yeni bir dergi çıkarma faaliyetini tümden gereksizleştirmiyor. Gençler, buzdağını hohlayarak eritmek gibi zorlu bir süreç yaşamak zorunda kalsalar da, en azından kendi ürünlerini, eserlerini, yazıp çizdiklerini kamuya açma, kamuda tartışma fırsatı ediniyorlar. Onların sanatlarını geliştirmeleri için bu çok önemli. Kendini başarılı addetmemek şartıyla az şey değil yani. Çünkü edebiyat görünmekten daha fazla nitelikleri de göstermenizi şart kılıyor. Yeni ve değerli bir şey getirebilen ayakta kalıyor; tek tek şair, öykücü için geçerli olan, dergiler için niye geçerli olmasın? Zaten varolanı tekrarlayanlar ise o tekrarın çarkları arasında çürüyüp gidiyor. Bunun sebebi ise ayrımı salt eski-yeni diye yapmaları. Yenilik getirdiğini iddia edenler, getirdikleri yeniliğin direncini, değerini, kalıcılığını ve işlevliliğini de edebi anlamda ispatla mükellef olduklarını çoğu kez unutuyorlar. Çıkan dergilerin birçoğunun nakısası bu. Aynı kuşaktan olmayı dergi çıkarma sebebi sayanlarla bile karşılaşıyoruz. Bir çoğu "doğmuş" olmakla yetiniyorlar, küveze alınanlardan yaşayanlar oluyor elbette, ama çoğu zaten ölü doğmuş her nedense, küvez de kâr etmiyor onları yaşatmaya yani. Ölü doğan dergilerin edebiyatımız açısından imza mezarlıklarından başkaca bir işlevi de olmuyor sonuçta. Son nefesini çoktan vermiş bazı dergilerin bitkisel hayatını sürdürmesi belki gençleri yeni dergi çıkarmaya kışkırtan şey. Ama sonuç değişmiyor: Yeni bir dergiye ihtiyaç duyanların, öncelikle bunun kendileri için sahih bir ihtiyaç olduğunu okurlarına değil, kendilerine izah etmeleri, ispatlamaları gerekiyor.

İster eskiden beri çıkıyor olsun, ister yeni çıkmaya başlasın, dergilerin bundan öte bir değeri ve işlevi de yok aslında. Yine de bu söylediğim, onların düpedüz değersiz ve işlevsiz olduğu anlamına da gelmiyor elbette. En azından yeni bir dergi heyecanının ne olduğunu, bir derginin ne işe yaradığını, kalıcılaşmanın anlamını öğreniyoruz onlardan.

Ara sıra şöyle bir hisse kapılıyor insan: Onca dergi çıkıyor, “etkinlik yapılıyor”, kitap yazılıyor fakat üzerinde durulması gereken birçok köklü mesele var hâlâ. Anlatılması, tartışılması gereken birçok mevzu, kişi ve olay var. Edebiyat, sanat, fikriyat alanında kaide oluşturacak bir istikamete, işlek bir ilmihale, hafıza inşasına ihtiyaç var. Birçok gazete, dergi ve site, inatla çerçöp biriktiriyor zira. Doğru, nitelikli, gerekli olanı, merhem değeri taşıyanı da ya görmüyoruz ya da yamuk bakıyoruz onlara. Gençken yanlış örneklerle, yanlış yerden mi başlıyoruz? Suyun başı tutulmuş durumda mı hâlâ, yabancılaşma mazereti bitmedi mi? Yahut oryantalist bariyerlerin aşılması bu kadar güç mü hakikaten?

Neyi, nasıl arzuladığımızla alakalı çoğu kez bütün bunlar. Çoğu derginin çıkmasının, etkinliğin yapılmasının ya da kitabın yazılmasının sebeb-i hikmeti demek ki bizim "üzerinde durulması gereken köklü mesele" olarak gördüğümüz konular değil. Bu faaliyetlerin birçoğu bana öyle geliyor ki günü kurtarma, iş yapıyor görünme kaygusuyla kotarılıyor çoğu kez. Aradan parsa toplamak isteyen de fırsat bu fırsat deyip parsasını götürüyor.

Çerçöp de olsa kişioğlu biriktirdiği şeyleri ayırt etmeyi bilir, gelişigüzel istiflemez böyle. Az önce "havanda su dövmek" olarak nitelediğim konu da bundan kaynaklı zaten. Çöp yığınına dün ne attığını bile hatırlamayan kişiler bu çöp biriktirenler. O çöpten daha iyisinin kendisinde zaten var olduğunu ayırt edemiyorlar. İnsanlarımız neyi nereye yerleştireceği üzerine bile düşünmüyor, düşünmek istemiyor. Güncelin köpüğünde boğulup gitmek, denizin derinliklerinden inci çıkarmaktan daha yeğ geliyor. Değerli bulunan, inci sayılan, büyük pahaya satılan çünkü o çerçöp. Kolayca alınıp satılabiliyor üstelik, meta kılınıp fetişleştirilebiliyor da hatta. Bir zamanların mağlupları, kendilerine galebe çalanlardan çok şey öğrenmişler bu anlamda. Kasdettiğin oryantalist bariyerleri artık biz içimizde, birbirimize karşı, meselelerimize karşı örüyoruz. O meseleleri görünmezleştirdiğimiz zaman meseleleri çözmüş, halletmiş sayıyoruz kendimizi. Suyun başını tutanlar bizimkiler, bizden kişiler diye övünmek de bize kalıyor işte.

Tabii ki durum ne senin ne de benim resmettiğim gibi tamamen karanlık, tamamen içinden çıkılmaz bir halde değil. Hâlâ bir umut var, hayatın nabzı attıkça o umut da var olmayı sürdürecek. Bizim bazen farkına varamadığımız güzel şeyler de oluyor. Belki ilk anda bu güzel faaliyetlerin nelere yol açacağını kestirememiş olabiliyoruz. Gerekli mesafeyi kazandıktan sonra görebiliyoruz o katkıları. Hayatımız girift bir düğüm gibi. Gençken de öyleydi, şimdi de öyle. Nereden nasıl başlamamız gerektiğini bize öneren, gösteren birileri olmadı. Var olan örneklerin pek çoğu da alakasızdı zaten. Hep el yordamıyla yürüdük, buraya gelebilmiş olmamız bile büyük başarı aslını sorarsan. 2009'da bir yazı yazmıştım "Babasız oğullar, oğulsuz babalar gibiyiz" diye. Hâlâ o fikirdeyim.

Aşılamaz zannettiğimiz birçok sınır oldu 1990'lardan bu yana, gözümüzde büyüttüğümüz birçok kişi vardı. Gerçi haklıydık. Bu yüzlerin birçoğunun maske olduğunu bilmiyorduk. Gördük ki kağıttan kaplanmış hepsi. Kolay dönemlerde nara atanların zor zamanlarda, sözgelimi 28 Şubat sürecinde, 15 Temmuz gecesinde suspus olmasına şaştık. Oysa şaşmamamız gerekiyormuş. Mesele en başından beri gerek edebi gerek fikri gerekse toplumsal anlamda bir haysiyet ve onur mücadelesi idi. Ve hâlâ da öyle. Onur ve haysiyetlerine ne olacağını umursamayanlar olduğu gibi, buna karşın, onur ve haysiyetlerine, kendilerini var kılan endişelerine her daim sahip çıkanlar da olacak. Biz bunu öğrendik. Bizden sonra gelen kuşakların da öğrenecek bir şeyleri olacaktır muhakkak.

Edebiyat alanında da herkes yanında olanla seviniyor sanki. Gürültülü, renkli, safrasını atamayan, yatay olarak hâlâ yeni mevziler bulan fakat dirilip dikilene, nitelik ve derinlik taşıyana işaret edebilecek dürüstlükten ve mecalden yoksun bir ortam mı var gerçekte? Bunun en büyük nedeni iyi niyetli, etkili ve süreğen bir eleştiri olmayışı mı? Eleştiri niye gelişmiyor?

İşin doğrusu hiçbirimiz eleştirilmeyi sevmiyoruz. Övülmek pek bir hoşumuza gidiyor. Başarılı addedilmek gururlarımızı okşuyor. Kişisel hukuklar kurduğumuz, oluşturduğumuz arkadaşlarımızın ürünlerini eleştirince sanki onların bizatihi şahıslarını eleştirmiş hissine kapılıyoruz. Eee, onlarla arkadaşlık ettiğimiz için, bu eleştiriler nihayetinde kendimizi eleştirmeye dönüşüyor diye düşünüyoruz galiba. Eleştirilen de katlanamıyor elbette eleştirilmeye, hemence mutlaka cevap vermek ihtiyacı içine giriyor. Eserlerimizle, düşüncelerimizle, kişiliklerimizi özdeşleştirmemiz belki bunun temel sebebi. Ama elbette yanlış. Eser, son noktayı koyduktan ve yayınlandıktan sonra bizden bağımsız bir hayat sürecek. Bunu görmüyoruz. Ya da görmek istemiyoruz. Sonuçta eleştiriden uzak durmakla değerli ile değersizi ayırt etme melekemizi kaybetmeye de başlıyoruz. Yargılama yetimiz dumura uğruyor, kim ne sunmuşsa ona kapılıp gidiyoruz. Sonuç ortada.

Eleştirel bir zihniyetin geliştirilmesi, bağımsız bir eleştiri kurumunun oluşumuyla alakalı elbette, ama bununla sınırlı değil. Şiir, öykü yazan dostlarımız kendi eserleri, kendi sanat anlayışları üzerine de derinlikli bir şekilde düşünmeye, bu düşüncelerini kamuyla paylaşmaya pek yanaşmıyorlar doğrusu. Halbuki bu tefekkürü gerçekleştirebilseler bundan en büyük kârı yine kendi eserleri elde edecek.

Bağımsız bir eleştiri kurumu, teorisi, geleneği, artık buna ne dersek diyelim, nasıl adlandırırsak adlandıralım, edebiyatın özünü kavramakla, öze dönüşle ilgili bir çaba olmak zorunda. Oysa gerek sözümona eleştirmenlerimiz gerek sözümona yazarlarımız gerekse sözümona şairlerimiz aşmış bunları; öz, onlarda, onların eserlerinde zaten mevcut. Belki de bu yüzden eleştirmen figürünü Bernard Shaw'ın deyişiyle "hemen her şeyin nasıl yapılacağını bilen, ama kendisi yapamayan bir harem ağası"na benzetiyorlar. Oysa harem ağası benzetmesine gönül indirmek zorunda da kalsak, biliyoruz ki edebiyatımız ancak eleştirinin var olmasıyla bir anlam kazanacak. Cöntürk'ün eleştirel çabaları olmasaydı ya da Pazar Postası'ndaki tartışmalar gerçekleşmeseydi bugün kim İkinci Yeni şiirinden bahsedebilirdi ki? İkinci Yeni Şiiri dendiğinde sıfırdan başlamak zorunda kalmaz mıydık?

Eleştiri üstelik sadece yazar ve şairleri değil, okurları da eğiten bir işleve sahip. Eleştiri belki edebiyatın nabzını ölçebilme yeteneğidir. Eleştiri olmayınca her 5-10 yılda bir "Şiir ölüyor mu?" tartışması kaplar ortalığı. Bundan başka da bir şey olmaz. Yine havanda su dövme meselesi yani...

“Kültürel iktidar” tartışmalarının da bir vesileyle sürekli köpürtüldüğünü görüyoruz. En son Dücane Cündioğlu’nun sözleri üzerinden 15 Temmuz direnişi bile uluorta bu mevzuya dâhil edildi. “Kültürel iktidar” konusunun esası nedir, bu alanda doğru tartıştığımız bir şey var mı?

Cündioğlu'nun 15 Temmuz'un şiirinin yazılamadığı şeklindeki suizannını pek kaale alma yanlısı değilim. Birçok dergimiz 15 Temmuz'la ilgili pek çok şiir yayınladı, hatta özel sayılar yapanlar oldu. Başarılı-başarısız birçok şiir okuduk 15 Temmuz'la ilgili. Bunları eleştirmek başka, "...ilgili şiir yazılamadı", "Mehmet Akif'in Çanakkale Şehitleri ya da İstiklal Marşı çapında şiir yazılamadı" eleştirisini laf arasında söylemek başka. İlki hakikaten övülesi bir tutum olarak kabul edilebilir, ama ikincisi ise bunun tam zıddına kötü niyetli bir bakıştır.

"Kültürel iktidar" tartışmaları ise -bilen biliyor bunu- öteden beri örtük gündemimizin en önemli sorunu. Modernleşme çabalarını, Batılılaşma ihanetini ve birçok toplumsal, siyasal, kültürel sorunu bu minvalde yeniden düşünmek mümkün. Ancak bu tartışmaların üstü örtük, zımni şekillerde dile getiriliyor olmaktan çıkışı siyasal bir dile eklemlenmesiyle mümkün oldu, ki bu dil de yakın bir döneme ait. Yoksa gerek Hakan Arslanbenzer'in konuya ilişkin 2008 tarihinde basılmış kitabı, gerek benim 2004'te kaleme aldığım İktidar ve Nesneleri yazısı, gerekse 1980'lerden bugüne toplumsal süreçte, sanat ve edebiyat mahfillerinde dönen birçok dedikodu ve tartışma "kültürel iktidar"ın son dönemlerin sorunu olmadığına işaret eder.

Kültürel iktidar bize yüzünü kimileyin pozitivizm, kimileyin modernizm, kimileyin komünizm, kimileyin kapitalizm, kimileyin kültür endüstrisi, kimileyinse Avrupacılık olarak gösteren bir iktidar mekanizmasıdır. Sinema sektöründen müzik endüstrisine, edebiyat mahfillerinden resim ve heykel galerilerine, tiyatro sahnelerine kadar uzanır bu iktidar.  Hangi gazetelerin kültür ve sanat sayfasının olup olmayacağına bile karar verecek kadar da etkindir.

Peki “siyasal”ın oluşumunda, biçimlenmesinde, yenilenmesinde edebiyatın bir etkisinin olduğu söylenebilir mi? Yazar ve okur, siyasalla aradaki mesafeyi sürekli açıyor mu yoksa?

Edebiyatın etkisi uzun vadeli olagelmiştir hep. Siyasal ise hemence etkinliğini sergilemek ister. Edebiyat ile siyaset arasında bu sebeple daha baştan bir rezonans uyumsuzluğu, birbirine ayak uyduramama hali vardır. Birçok edebiyatçının, yazar ve okurun reel siyasete soğuk durmasının arkaplanında reel siyasete dair öteden beri ifade edilegelmiş bir takım telkinlerin, bir takım imajinatif çalışmaların olduğunu söyleyebiliriz. Hemen her meseleyi sorgulayan, yorumlayan ediplerimizin bazen kendi düşüncelerini yeterince didiklemediklerini, neyin kendilerinin üretimi neyinse ödünç alınmış bir takım algı yapımları olduğunu göremediklerini düşünmeye meyilliyim. Bu da yazar ve okurun siyasal ile arasındaki mesafeyi açmasına sebebiyet veriyor.

Başka ülkelerdeki yansımaları epeyce sönümlenmiş olsa da Türkiye’de “İslâmcıların” evinde, içinde büyüyen fakat çeşitli nedenlerle solun, anarşizmin hatta kemalizmin sularına dümen kıranlar var. İlahiyat alanında da var, politikada da, düşünce ve edebiyat alanında da. Soğumaya, bireyciliğe, komplekse giydirilen gömlekler mi bunlar? Arka planda ciddi bir sancı ve korku olduğu söylenebilir mi? 

Müslüman evlerde, İslamcı bir anne ve babanın oğlu ya da kızı olarak büyüyen ya da arkadaş çevresi genelde böyle olan birçok gencin bazen anne babasına bazen çevresine bazen de kendine olan kızgınlıklarından, küskünlüklerinden kaynaklı olarak solda, anarşizmde ya da kemalizmde kendilerine bir çıkış yolu aradıklarını kastediyorsan bunu son derece doğal, normal bir süreç olarak kabul etmek gerekir. Fakat kasdının bu olmadığını da tahmin ediyorum. Dindar aile çocuklarının dinden uzaklaştıklarını, hatta 'kanaat önderi' pozisyonunda olmasalar da bir zamanlar önemli etkileşim kanallarının başında olanlardan bazılarının sola, anarşizme, hatta kemalizme kaydıklarını görüyoruz. Dindar aile çocuklarında olana bakışım bu ikincilerden daha farklı elbette. Bu ikinciler, şimdi bize yanaşmış görünen tiplerden görece farklı değiller. Dünyevi hırslar, kırgınlıklar ve küskünlüklerden fikri vb. sonuçlar ve sapmalara çıkmak sancılarının da korkularının da "sahici" ve "ciddi" olmadığını gösteriyor bize. Demek ki diyorum, bizim içimizdeyken de beklentileri "has"mış, dünyevi çıkarlarmış. O zorluklara birlikte göğüs gerdiğimiz kişilerin şimdi bizi suçlayıcı dillere meyletmeleri, "o zorluklara birlikte göğüs gerdiğimiz" hissinde bizim yanıldığımızı gösteriyor. Onların o zorluklara göğüs germelerinin saiki ile bizim saiklerimiz farklıymış demek ki. Bizim için zorluklar hâlâ sürüyor üstelik ve yine üstelik bu sapmaları temsil edenler öyle pek zorluk içinde de değiller.

Kastedilen daha çok mevcut iktidar ve ona bitişik duran çevreler ve alanlar olsa da farklı kesimler tarafından dillendirilen İslâmcılık eleştirileri de artıyor. Hatta içeriden de sesler yükseliyor artık. Ben İslâmcılığın Türkiye’de partiler üzerinden konuşulmasına hep mesafeli durmuş, hatta kızmışımdır. Fakat daha sivil, bağımsız, küçük ölçekli refleksler de yeterince görülmüyor artık. İslâmcılık bir doyum noktasına ulaştı mı sence? Değişiyor mu? İktidar gerçekliği onu da bozup yozlaştırıyor mu? 


Bu konuyu daha ayrıntılı bir şekilde yazmayı düşünüyorum. Ama bana kalırsa hemen her fırsatta söylenmesi gerekli bir şey var, o da şu: Türkiye'deki diğer toplumsal düşünce mensuplarına nazaran İslamcılar hemen her zaman fikri bakımdan kendilerine karşı daha eleştirel, daha kıyıcı davranmayı bildiler. Öyle ki sözgelimi birçok modernistimiz neredeyse 1400 yıllık birikimin üstünü bir kalemde çizmekten bahsedebildi, kimilerimiz bazı hadis uydurucuları sebebiyle neredeyse Hz. Peygamber'in örnekliğini dışlamaya çalıştı, kimisi bunların tersine tarihi dondurmakla, yeni tecrübeleri tümden 'küfür'le suçlayabildi. Hepsi de son kertede İslamcı kalıyorlardı. Bütün bu tavır sahipleri 1990'larda son kertede yine İslamcı çeper içinde değerlendiriliyorlardı. Yine sözgelimi 1990'larda "post-İslamcılık" bile tartışıldı. 2000'ler bu kozanın parçalanmaya başladığını gösterdi bize. İslamcılığın doyum noktasına ulaştığı, değiştiği, iktidarın İslamcılığı yozlaştırdığı iddialarının da retorik yanlarının yanısıra böylesi bir iklimde dile getirildiğini görmek gerekiyor.

Bir toplumsal düşüncenin taşıyıcı özneleri zaman içerisinde değiştikçe, o düşünceye mensupların toplumsal konumları farklılaştıkça belli ölçülerde kabul edilebilir bir değişimin olması da kaçınılmaz. Sonuçta toplum değişiyor, toplumsal düşüncelerin değişmemesi mümkün mü? Bu değişimlerde iktidar ya da muhalif pozisyonlarda yer almanın etkileri de görülecektir tabii. Bu etkiler olumlu mu olumsuz mu? Kabul mü red mi edilmeli? Buna karar vermek güç. Yani muhalefette iken de yozlaşanlar yok muydu, başka türden bir yozlaşma yaşanmıyor muydu? Her durumun kendine özgü siyasal fıkhını üretemediğimizden dolayı dışardan gelen eleştirilere gereğinden fazla yüz veriyoruz. Bizim üzerimizden birtakım siyasal kârları devşirmek isteyenler de oluyor bu arada. Bu kâr avcılarının söylediklerine kulak asmamak gerekiyor. Öncelikle biz ne diyoruz, buna yeniden yoğunlaşmamız gerekiyor. Nasıl bir gelecek tasavvur ediyoruz? Bunu aramızda adam gibi tartışabilmeliyiz. Çoğu meselede olduğu gibi bunda da meselenin özü burada. Ama sözümona birtakım vaizler, sözümona akademisyenler, sözümona dava bağlıları bu tartışmanın "adam gibi" yapılmasından da rahatsız olabiliyorlar. Bu isimleri de ayrıca konuşmalı. Dertlerini, sıkıntılarını, beklentilerini, arzularını tartışmalı; anlayacakları dilden tabii. Bu kunt kafalara anlayamayacakları şekilde cevap yetiştirmeye çalışmak kıylu kâli çoğaltmaktan başka bir anlama gelmiyor. İslamcılığın AK Partili yıllardaki durumunu ise daha detaylı, bu türden bir söyleşinin çerçevesi içinde değil de başka türlü konuşmak gerektiğini düşünüyorum ben. Şimdilik kaydıyla bunları söylemekle yetineyim.

Şiirin bir felsefesinin olması iyi karşılanır fakat felsefenin içinde yol alması endişeye ya da dudak bükmeye yol açar genellikle. Şiir, felsefeden gelen sıkleti ne kadar kaldırabilir sence? 

Felsefe ile şiir arasında Platon'dan beri süregelen bir kavga var. Gerçi şiir eski Grek toplumu için felsefeden daha değerli bir pozisyonda imiş, doğrudan dinsel inançlarının temelini de oluşturuyormuş. Platon'un şairlere karşıtlığının sebebi bu sebeple sofistlere olan düşmanlığından ayrı ele alınmamalı. Yani şiir yazmayı beceremeyince yöneldiği felsefeye itibar kazandırmak amacında Platon. Bu itibara ihtiyaç duyan bir kişi. Düşüncesiz bir şiir olabilir mi? Beşeri duyguları harekete geçiremeyecek bir düşünce faaliyeti olarak mı ele alacağız felsefeyi? Bunlar üzerinde detaylıca durulması gereken büyük konulardan. Valery, düşüncenin şiir içinde eritilmesinden bahseder; şiir ile düşünce arasında elbette bir fark vardır; ama bu farkın bir sıklet farkı olduğunu da söylememek gerekir. İyi yazılmış, söylenmiş, şiir olarak adlandırılmayı hak etmiş bir şiir de efkârlıdır, fikir doludur yani. Ama yine de Rudyard Kipling'in Doğu-Batı meselesinde yazdıklarını pastiş ederek söyleyecek olursam "Şiir Şiir'dir, Felsefe de Felsefe! Bunlar hiçbir zaman buluşmaz!" Ayrı durmaları, birbirleriyle hiçbir münasebetlerinin olmadığını da göstermez.


Özellikle 90’larda birçok şair kendi poetikasını oluşturmaya çalıştı. Manifestolar dönemi kapandı, fakat yirmi civarında şiir görüşü, kuramı, etiketi ortaya çıktı. Şiiri de iyi izlediğini düşünüyorum. Ayakta kalanlar var mı? Halihazırda şiirimizi taşıyan, canlı tutan güç ve görüşler neler?

Zamanın nabzını tutanlar ayakta kalmayı da başardı. 90'ların ikinci yarısı ve 2000'ler kadar hareketli olmasa da edebiyat mahfilleri epey canlı görünüyor gözüme. Birçok iyi kitap yayınlanıyor. Bunların bazıları üstelik genç kuşaklara ait, bir "ilk kitap" yani. Şiirlerine ödev duygusunu yedirebilmiş isimlerin daha başarılı olduğunu düşünüyorum ben. Kendi kişiselliklerine gömülmüşlerin ise kalıcılaşmaları için gerekli iletişimi başaramayacaklarını öngörüyorum. Bu bakımdan her türlü imgecilik (imge değil!), her türlü ağlak lirizmin ve içimciliklerin geçici olduğunu görüyorum. Baudelaire'den sürrealizme nasıl Fransız şiirinde lirizm dönemi kısa bir dönem olarak kalmışsa, Türk şiirinde de ödev duygusundan yoksun, kişiselleştirmelere, simgeselleştirmelere, habise dayalı şiirlerin de geçici hevesleri tatmine yaradığını, bunun ötesine geçmelerinin mümkün olmadığını söyleyebilirim. Bugün Tevfik Fikret denince akla hemence "Tarih-i Kadim, Sis, Han-ı Yağma" vb. şiirler geliyor. Onun lirik şiirleri de elbette önemseniyor ama bu şiirler kadar değil. Cenap Şehabettin denince ise aklımıza Elhan-ı Şita'dan başka bir şiirin gelmesi handiyse imkansız. Mehmet Akif sözkonusu olunca epey rahatlıyoruz sözgelimi. Çünkü bir çırpıda birçok şiir sayabiliyoruz. Nazım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Faruk Nafiz denince de aklımıza gelen birçok şiir var bu anlamda. Dıranas denince akıllarımıza ilkin hep "Fahriye Abla" ve onun vardığı 'delikanlı'nın kafiye gereği 'Erzincanlı' olması gibi bir anektoddan başka bir şeyin gelmemesine de değinmeli. Dikkat edin Yahya Kemal'in, Ahmet Haşim'in içimizde titreşimler oluşturan şiirleri de bireyselliklerini aştıkları şiirlerdir. Ziya Osman Saba'nın kendi tahassüsü aracılığıyla toplumsal tahayyülleri işleyebildiği şiirleri daha çok benimseniyor. Demem o ki herhangi bir ethosu hareketlendirmeyen bir pathos doğrusu çürümeye çok yakındır, muğberdir, tercih edilmemelidir bana kalırsa. Derinlerimize dokunmamaktadır çünkü. O iskandil görevinden caymaktadır. Sırf bireysel, lirik tahassüse yaslanıp yazılmış şiirlerin  verdikleri zevkler de bu sebeple gelip geçicidir. Anlıktır. İyi yazılmışlarsa eğer, şiiri okur, "Hoş!" der, başka da bir şey demeye ihtiyaç duymazsınız. Orada kalır işte. O şiirlere büyük anlamlar yükleyenler olacaktır öte yandan. Ama maalesef ben öyle kişilerden değilim. Onlar arasında da olmak istemedim hiç. Ödev duygusunun baskın olduğu şiirlerden daha çok hoşlanıyorum. Onların daha kalıcı olduğunu düşünüyorum.

Konuşturan: Ali Emre
Temmuz Dergisi, Temmuz 2019, sayı: 33

1 yorum:

  1. Bilgi Felsefesi, Bilgi Sosyolojisi’nin mevzu bahis olduğu yerde mutlaka anılması gereken isim merhum Hüsamettin Arslan Hoca’dır. Epistemik Cemaat eseri akademide bir putkırandır!..

    YanıtlaSil