21 Mayıs 2023 Pazar

İslamcılığın 1980’li yılları -retrospektif-eleştirel bir bakış-

1980’ler bugün anlaşıldığı şekliyle İslamcılığın ana damar ifadesine kavuştuğu yıllardır. Bu yıllarda İslamcılık hem sağ hem soldan bağımsız, sağcılık ya da solculuğa hasredilemeyecek çağdaş bir İslami siyasi muhayyileye sahip çıkma iradesine bürünür. Yine de kısmen entelektüel-edebi nitelikleri, siyasi-toplumsal niteliklere baskın görünür.

Handiyse iç savaşa dönmüş sağ-sol kavgasının ardından 12 Eylül darbesinin rekreasyon yoluyla restore ettiği siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel düzenin bir biçimde kısmen dışında bırakılmış ya da hasbelkader dışında kalmış, yoksul ve alt-orta sınıf “taşralılar”ın (“Taşralı” çünkü İstanbul’da doğup büyüyüp yaşasa bile söz konusu düzenin taşrasında) ağırlıklı olarak içinde yer aldığı dindarların öncülük ettiği İslamcılık düşüncesinin bu yıllarda yaygınlık kazanmasının sebepleri arasında 12 Eylül öncesinde yaşanan iç savaşta İslamcıların büyük ölçüde çatışmaların mümkün mertebe dışında durmaya, teşkilatlanma ve eğitim çalışmalarına ağırlık vermeye gösterdiği özen zikredilebilir. Başta İran devrimi olmak üzere Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali sonrası başlayan Afgan cihadı, Lübnan ve Filistin’de yaşanan kanlı İsrail işgali, 1982’de Suriye’nin Hama şehrinde Hafız Esed’in kanlı katliamı sonrası gelişen tepkiler de iç gelişmelere destek veren olaylar silsilesine eklenebilir.

Seyyid Kutup ile Ebu’l Ala el-Mevdudi başta olmak üzere İhvan-ı Müslimin ve Cemaat-i İslami müelliflerinin tercüme eserleri yanında İran devrimi sonrasında artan ilgiyi karşılamak üzere yayın piyasasında Ali Şeriati, Murteza Mutahhari, Zehra Rahneverd, Abdülkerim Süruş, Beheşti gibi müelliflerin de kitapları çoğalır. İbn Teymiyye’nin külliyatının yanısıra Rene Guenon, Seyyid Hüseyin Nasr, Frutjof Schuon, Martin Lings gibi gelenekselci (tradisyonalist) müelliflerin eserlerini birbirinden farklı yayınevlerinin listelerinde görmek mümkündür. Bu yayınların çağdaş İslam düşüncesinin birbirine zıt uçlarını bir arada görmek bakımından ilginç olduğu vurgulanmalıdır. Hem Fazlurrahman gibi İslam modernistlerinin hem de gelenekçilerin eserlerine ulaşım kolaylaşmıştır. Bu tür tercüme eserler haricinde başta Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç olmak üzere, Rasim Özdenören, Ali Bulaç, İsmet Özel, Abdurrahman Dilipak, Yaşar Kaplan (Zeytin Refref), Yusuf Kerimoğlu (Hüsnü Aktaş) gibi birçok yerli müellif de gençlerin okuma gündemlerine girerler. Bu isimler arasında ön plana çıkan elbette Ali Bulaç ve İsmet Özel’dir.

 

İslamcılığın görünümleri

12 Eylül sonrası çıkan edebiyat dergileri haricinde İslam, Kelime ve Girişim gibi dergiler de 1980’ler İslamcılığının temel karakteristiklerini belirlemek bakımından önemlidir. Bu dergilerde farklı cemaatlerin varlığı inkâr edilmez, ancak cemaat farklılıklarının tutuculuk seviyelerine varacak ölçüde birbirine karşı kullanılması da tasvip edilmez. Kelime ve Girişim dergilerinin ilkin Konya’da çıktıklarını da söylemek icap eder. Toplam 16 sayı yayınlanan Kelime ilk 12 sayısını Murad Kapkıner yönetiminde Konya’da sürdürürken, diğer dört sayısı ise Hikmet Zeyveli yönetiminde Bursa’dadır. İlk üç sayısı 1985’te Konya’da Dönüşüm adıyla yayınlanan Girişim dergisi de Arif Kingir ve daha sonra Hüseyin Okçu’nun sahipliğinde İstanbul’da Sıbgatullah Kaya, Mehmet Metiner, Bülent Sönmez gibi başlıca müelliflerin verdikleri katkılarla 1990’ın Eylül ayına dek yayınını sürdürmüştür.

Gerek Anadolu’da gerekse İstanbul’da kitabevleri İslamcıların sık sık uğradığı, güncel siyasal-kültürel meseleleri birbirleriyle tartıştıkları mekanları teşkil eder uzun bir süre. Gelenekten modernliğe, iktisadi konulardan bilime, Müslüman ülkelerde emperyalist faaliyetlerden emperyalistlerin yerel işbirlikçilerine kadar birçok kültürel ve siyasi mesele bu tartışma ve sohbetlerin temellerini atar. Kur’an-ı Kerim’in ve dini kaynakların nasıl okunması ve anlaşılması gerektiğinden tutun da İslami yönetim biçimlerinin muhtemel ve meşru dayanaklarının nasıl ortaya çıkarılacağı, bu yönetim biçimlerine nasıl ulaşılacağı gibi konular sohbetlerin ana maddesini teşkil ederler. Ankara’da şehir efsanesine dönüşmüş bir rivayeti aktarmanın tam sırasıdır: Günün birinde, o sıralar 12 Eylül rejiminin TRT’sinde perşembe akşamları ‘İnanç Dünyası’ adlı bir programda sunuculuk yapan Asaf Demirbaş, Hacıbayram’da gençlerin sıklıkla uğradıkları kitabevlerinden birine girer. Kitaplara bakarken gençlerin birbirleriyle sohbet ettiklerini görür, ancak kendisini kimse tanımamıştır. Bu tanınmamazlığa gücenen Demirbaş “Gençler” der, “Ben TRT’de İnanç Dünyası diye bir program yapan Asaf Demirbaş’ım. Beni tanımadınız mı?” Bu sözleri işiten gençler, hemen Asaf Demirbaş’ı karşılarına oturturlar ve sorular peş peşe gelir. Bir nevi Demirbaş, gençler tarafından sorguya çekilmektedir.

Genellikle öğrenci evlerinde yapılan ve çoğu kez “muhakeme” olarak adlandırılan buluşmalarda ise öncelikle tefsir okunduğu ifade edilmelidir. Okunan tefsirler arasında Seyyid Kutup’un Fizilal-il Kur’an’ı ile Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili eserleri ilk sıralarda yer alır. Bu yıllardan itibaren sadece tefsir külliyatı değil, hadis, fıkıh, tasavvuf türünde addedilebilecek diğer İslami ilimlere ait külliyatlar da aşırı sayılmayacak bir hızla tercüme edilir ve okuma listelerine dahil olur.

 

Entelektüel çıkmazlar ve popüler kültüre teslim oluş

İran’da gerçekleşen devrimin bir nevi entelektüel teorisyeni olarak değerlendirilen Ali Şeriati’nin ve sosyolog kimliğiyle tanınan Ali Bulaç’ın etkisi ile bu yıllarda sosyoloji ve felsefeye artan ilgi entelektüel-edebi niteliklerle uyumlu bir yön arz etse de 1990’lı yıllarda asıl etkisini göstermeye başlayacak çeşitli tartışmaların da başlangıcını oluşturur. Sözgelimi Ali Bulaç’ın 1980’lerin başlarında kaleme aldığı İslam’ın Anlaşılması Üzerine adlı eseri hadislerin dinin temel kaynakları arasında sayılmaması gerektiğini iddia eden ve bu iddiasıyla da ‘mealcilik’ olarak adlandırılan bir eğilimi -üstü kapalı bir biçimde de olsa- eleştirir. Mealci eğilimin ilk yayın organı olan Kalem dergisinin 1989 yılında çıkmaya başladığını bu vesileyle hatırlayabiliriz. Yazarları arasında şimdilerde kendisine filozof diyen Dücane Cündioğlu’nun da olduğu bu derginin amaçladıklarına ulaşamasa da etkisini sonraki yıllarda sürdürdüğü söylenebilir. Diğer yandan özellikle Fazlurrahman gibi İslam modernistlerinin eserlerinin doğurduğu etkilerin önemli bir bölümünü 1990’lı yıllarda yaşanacak tarihselcilik tartışmalarının başlangıcına yerleştirebiliriz. Bu tartışmaların evrilerek 2010’lu yıllarda baş gösterecek deizm tartışmalarına uç verdiğini de geçerken zikretmeliyiz.

İslamcılar açısından 1980’lerin en gözde iki yazarı İsmet Özel, Ali Bulaç olarak gösterilebilir. Ali Bulaç 1990’larla birlikte fikri ve siyasi bakımlardan çizdiği zigzaglarla İslamcılar içindeki popüler etkinliğini giderek yitirir. Bu yıllarda yetişen Müslüman gençler üzerinde Bulaç’a nazaran daha kalıcı etkileri olduğu bilinen İsmet Özel ise “Türk=Müslüman” denklemini kurup içeriklendirdiği 2005’li yıllardan beri İslamcılıktan giderek uzaklaşan bir yörüngededir.

İlk kez 1985’te sahnelenen İbrahim Sadri ile Ulvi Alacakaptan’ın ortak prodüksiyonu olan İnsanlar ve Soytarılar oyunu ile birlikte İslamcılığın tiyatro, bant tiyatrosu, marş, sinema filmi vb. eserler (ya da sonraki adlandırılmalarıyla ezgi) yoluyla popüler kültürel alanda boy göstermeye başladığını, entelektüel-edebi niteliklerini koruyarak kendisine siyasi-toplumsal planda da bir yer aradığını söylemek icap eder. İlkin 1986’da yayınlanan Mute Destanı adlı bant tiyatrosunda bağlama eşliğinde söylenen 3 marşla başlayan İslami marşlar dönemi 1987’de çıkan ve Gün Batıdan Doğmadan adını taşıyan müstakil bir marş albümü ile devam etti. Def dışında hiçbir enstrümanın kullanılmadığı bu ilk albümü diğer albümler takip etti. Yeni albümlerle birlikte enstrümanlar yavaş yavaş çeşitleniyor ve hatta bu tür müzik yapan bazı isimler de belirginleşiyordu. İlk marşları seslendiren Taner Yüncüoğlu, Eşref Ziya Terzi, Ömer Karaoğlu gibi isimlere başta Abdülbaki Kömürcü, Aykut Kuşkaya ve Mesut Çakmak olmak üzere pek çok başka ismin de eklenişiyle giderek zenginleşen tarz özellikle 1990’lı yıllarda özel radyo ve televizyonların da artışından istifade ederek Müslümanların popüler alanda varoluşlarının neredeyse bir kanıtı haline dönüştü. Her ne kadar 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren (Refah Partisi’nin yükselişi ve 28 Şubat Süreci’nin gerçekleştiği yıllarda) “yeşil pop” olarak adlandırılıp küçümsense de marşlar birçok Müslüman gencin dimağının olgunlaştığı dönemlerde dinlemeye doyamadığı ezgiler olarak kayda geçti. Süreçte başta Necip Fazıl Kısakürek, Abdürrahim Karakoç ve Akif İnan olmak üzere birçok şairin şiirleri de bestelere kavuştu.

1990’lara kadar edebi-entelektüel nitelikleriyle öne çıkan İslamcılıkta siyasi-toplumsal niteliklerin de giderek önem ve öncelik kazanması süreci ile eşzamanlı olarak popüler alana hitap eden bu tarz müziğin yaygınlık kazanması bir yerde İslamcılığın toplumsal nüfuzunu işaretlemeye imkân tanıyorsa da başka bir açıdan kimilerine göre popüler kültüre teslim olup yozlaşmak anlamına da geliyordu. İsmet Özel’in “Bize yüzde 2.5 derler” yazısını hatırlayanlar bu çoğalışta kaybedişin izlerini arasalar da çoğalmazdan evvelki edebi-entelektüel niteliklere de gereğinden fazla değer biçildiği ortadaydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder