7 Mayıs 2022 Cumartesi

Akıl dışı, akıl karşıtı değildir

 Tarihi boyunca felsefi düşüncenin en önemsediği beşerî yeti belki de akıldır. Özellikle Descartes'in "Düşünüyorum o halde varım" cümlesiyle açıldığı varsayılan modern felsefi çağda akla yüklenen düşünme ve bilme görevlerinin onu neredeyse her türlü yaşama ve düşünme çabasının yargılanacağı yegâne merci haline dönüştürdüğü bile söylenebilir. Descartes'çı cogitodan "şeylerin düzeni" ile "fikirlerin düzeni" arasında ayniyet vazeden Spinoza'ya ya da "Akli olan gerçektir gerçek olan aklidir" sözüyle akıl ve gerçeklik arasında bir anlamda bir köprü başka bir anlamda ise önemlice bir bağlılaşım kurarak modern politik yaklaşımların pek çoğunu etkileyen Hegel'e kadar modern felsefenin birçok önemli durağında güvenilir bir kılavuz rolü üstlenir. Hatta Descartes'ten Hegel'e akıl, düşünme faaliyeti üzerindeki tahakkümünü pekiştirir.

20. yüzyılda iki büyük savaşın yaşattığı büyük acılar, akıl sayesinde ulaşıldığı ileri sürülen teknolojik gelişmelerin gerek doğada gerekse insanda oluşturduğu tahribat, anlam kayıpları ve çok çeşitli bunalımlar dünyanın akılla kavranılabilir/açıklanabilir oluşuna ilişkin önemli kuşkuların doğmasına da sebebiyet verdi. Kimi zaman dünyanın akla uygun olmadığı, aklın dünyayı olduğu gibi kavramada yetersiz kalacağı ve üstelik kendi başına bir varlığının olup olmadığının da kuşkulu olduğu şeklinde birçok görüş bu minvalde dile getirildi. Sözgelimi Hegel'in akıl sayesinde ve vasıtasıyla dünyayı anlayabileceğimiz ve onu tüm bilinmezlikleriyle birlikte bilişsel ufkumuza dahil edebileceğimizi ileri sürdüğünü biliyoruz. Buna karşın "Akıl dünyaya nasıl geldi? Akılsız bir şekilde, rastlantı sonucu, kazara" diye yazan Nietzsche'nin aklı "bedenin kendisine el olsun diye" oluşturduğu bir organ olarak tasavvur ettiğini de biliyoruz.

Duyguların işlevi

Akıldışının Aynasında ismini taşıyan kitabında Nietzsche, Heidegger ve Foucault'nun felsefeleri üzerinden aklı ve akıl dışını tartışan Fahrettin Taşkın, akıl dışı derken aklın karşıtlarını değil, akla tahvil edilemeyecek, akılla sınırları çizilemeyecek olanı kastettiğini de tasrih ediyor. Akla güvenilmeyen yerlerde filozofların daha üstten bir kavrayış imkânı olduğunu savlayarak başka yetileri öne sürdüklerini hatırlatan Taşkın, duyguların işlevini öne süren Kierkegaard'ı, kör istencin dünyanın gerçeğini açıklayabileceğini savlayan Schopenhauer'ı, aklın kavrayış gücünün yetersizleştiği yerlerde şiiri ve "özlü düşünme"yi öne çıkaran Heidegger'i işaret ediyor. Öncelikle Descartes'ten Hegel'e felsefede anlaşıldığı şekliyle akıl düşüncesinin ana hatlarıyla genel bir taslağını çıkarmaya gayret eden Taşkın Nietzsche, Heidegger ve Foucault'nun akıl ve akıl dışı hakkındaki görüşlerini birbirini takip eden bölümler boyunca tartışıyor. Bu tartışmalar esnasında akıl dışının bazı görünümlerini Nietzsche ile Foucault'da epistemoloji, Heidegger'de ontoloji ile ilişkilerinde belirginleştirmeye çalışan Taşkın, beden, ruh, duyum, duygu, istenç, bilinç ve akıl gibi insanın mahiyetine dair söz konusu edilebilecek diğer birçok yeti ve kavramı da tartışmaları esnasında motif olarak seçiyor.

Aklın akıl dışıyla kurduğu muhataralı ilişkileri, aklın modern iktidarını ve bu iktidara dair sergilenen entelektüel muhalefeti ele alan çalışmasında Taşkın ele aldığı üç filozofun perspektifiyle bakılırsa "aklın duyguyla ve böylece dünyayla bakımından sadece dışarıda, dünyanın temellerinde "kapanmaz bir yarığın" olduğu değil... aklın da kendi temelleri bakımından bu yarıktan münezzeh" olamayacağını vurguluyor. Foucault ve Nietzsche'ye dayanarak duygunun düşünceye indirgenemeyeceğini belirten Taşkın, nedensellik ve akıl arasındaki ilişkileri de ele alarak akıldışının hatlarını belirginleştiriyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder