2 Kasım 2020 Pazartesi

ŞİİR OKUMA GÜNLÜĞÜ

 

Şiirin Meşruiyeti

Şimdilerde fark ediyorum ki günümüz şiirinin en önemli sorunlarından biri 'meşruiyet.' Meşruiyet her ne kadar ilk bakışta çok sık kullanıldığı bağlamlardan da anlaşılacağı üzere son derece etik-politik bir kavram olarak dursa da kişinin yaptığı işi en azından kendi nezdinde haklılaştırma girişimine ilişkin olarak da yorumlanabilir. Şiir sözkonusu olunca, kişinin yazdığı şiiri sırf kendisi nezdinde haklılaştırmasının ise -en azından yazılan metinler kamuya açık olarak paylaşıldığı ölçüde- yeterli olmadığı/olmayacağı açıktır. Şiirine bir haklılık payı, bir gerekçe icat edebilmelidir şair. İcat ettiği bu gerekçe ya da haklılık payının ise elbette şiir sanatına, şiir yazdığı gelenek içinde şairin yer aldığı pozisyona dair kimileyin üstü örtük kimileyinse açık imaları olacaktır. Bütün bunları hesap eden, göz önüne alan her türlü çabayı meşruiyet arayışı olarak niteleyebiliriz bu yüzden. Günümüz şiirinde meşruiyetin bir sorun olması elbette salt kendi başına günümüzde yazılan şiirden kaynaklı değildir, şiirin yazıldığı ortamın da bunda kabahatleri vardır belki. İçinde bulunduğumuz ortamın siyasi, iktisadi, kültürel vb. her türlü olumsuzluğunun ilk yansımasını çoğu kez yazılan şiirde görüyorsak bu en azından şiirin egemen söyleme boyun eğdiğine dair bizi bir şüpheye sürüklemeli. Yazılmakta olan şiirin meşruiyetini bu açıdan da bir sorun olarak kabul edip tartışmak gerekli.

Şiir üzerine yapılacak her düşünme çabasının ya toplumda kimlerin şiir okuduğunun sorulmasıyla başladığını yahut bu soruyla bittiğini savlayan Meksikalı şair Octavio Paz belki de meşruiyet sorununun en özlü ifadesini bulmuştu. Önceden çoğu şairimiz toplumun ana yönelimlerini, fikriyatını, duygularını terennüm etmekle kendini haklı görüyor, mutlu addediyordu (bu şairlerimizi majör addediyoruz); şimdilerde ise şairlerimizin en çok kaçındıkları şey bu. Bu kaçınmanın şairlerimizi aradıkları mükemmel şiire götürdüğünü söylemek ise mümkün değil. Yine bazı şairlerimiz kendi öznelliklerini diğer insanlara duyurmanın en ehven yolu olarak şiiri görüyorlardı (bunları da minör addediyoruz); yeni teknoloji çağında şiirin artık 'en ehven yol' olma niteliğinden çok şey kaybettiğini söyleyebiliyoruz şimdilerde.

Öte yandan, gerek şiirin gerekse şairin öteden beri toplumlar nezdinde hep "gayrımeşru" addedildiklerini ileri sürmekle halledilemeyecek bir sorun şiirin meşruiyeti. Birileri para kazanıp zengin olmakla, başka birileri ev geçindirmekle, başka birileri siyasetle, başka birileri felsefe ile, başka birileri futbol, basketbol türü sporlar ile, hatta daha da başka birileri kumarla, içkiyle ve diğer sayabileceğimiz kötülüklerle (görüldüğü gibi öykü ve romanı saymıyorum, çünkü neticede bir şair öykü veya roman yazsa bile şairliğinden pek bir şey kaybetmez ve evvel emirde onu şair kabul etmek gerekir- tıpkı Attila İlhan gibi) uğraşarak kendilerine gayet korunaklı sığınaklar icat ederken şairlerin, Alman eleştirmen Hoffmanstahl'ın deyişiyle varlıktaki titreşimleri ölçen sismografların, sığınak inşa işinde yeterince başarılı olamadıkları ortada. "İnşa ettikleri sığınakları bile berhava etmede beceriklilikleri malumdur şairlerin" denerek savunulamayacak bir durumda buluyor şairler çoğu kez kendilerini. Şiir, kendi meşruiyetini tahrip ederek kendine bir meşruiyet alanı oluşturuyor da denebilir elbette; bu deyiş ne kadar paradoksal görünürse görünsün şiir alanında egemen söyleme direnmenin bir şeklinin de bu olduğu iddia edilebilir. (Bunu iddia eden yok mu? Çok! Ama en azından bu iddia sahiplerinin, henüz iddialarının tüm vüsatine hâkim olamadıklarını da kaydetmeli.)

Çünkü şairler yenildiklerinin farkında, ancak bu yenilgilerini de son kertede şiire tahvil etmenin yollarını arıyorlar- asıl sıkıntı da bu arayıştan doğuyor. Şiir alanındaki biçimci arayışların büyük bir bölümünün bu yenilgiyi kabullenme ve yenilginin sorumlusu olarak şiiri gösterme çabasından doğduğunu düşünüyorum.  "Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer" iştiyakı yok günümüz şiirinde. Yenilik arayanların yenilgilerinde bulunabilecek bir ironiyle de kendimizi tatmin edemeyiz bu kertede. Bütün bu sebeplerle meşruiyet meselesinin tekrar ve tekrar düşünmeleri gerekli şairlerin. Yaptıkları işin/yazdıkları metinlerin nasıl olursa olsun bir tür haklılaştırmaya ihtiyaç duyduğunu unutmamalılar. (8 Mart 2018)

 

Sıkı şiir/Sapa şiir

1990’lardan günümüze türsel, biçimsel, özsel farklılıkları bir yana yazılan ve şiir olma haysiyetine sahip çıkan şiirlerde iki temel yönelim tespit etmek mümkün bana kalırsa. İlk yönelimi temsil eden şiirler genelde pek riske girmeden sözün iyisini, güzelini, doğrusunu iyi, güzel ve doğru bir tarzda dile getirme endişesini taşıyan şiirler. Sözgelimi Ömer Erdem, Cevdet Karal, Ahmet Murat, Hakan Arslanbenzer, Hakan Şarkdemir, Osman Özbahçe, İbrahim Tenekeci, Ali Emre, Hayriye Ünal sıkı şiirleri yazanların başında geliyor. Sapa şiirlerle ise arayışa önem veren, yenilik kaygısını hemence duyuran, riske girmeyi göze alan, dilin imkanlarını bu bakımdan zorlayan şiirleri kastediyorum. Bunların başında elbette Serkan Işın, Ömer Şişman, Murat Üstübal, Bülent Keçeli gibi isimler geliyor. Bu iki yönelim arasında yaptığım ayrım elbette kesin değil. Sözgelimi Hayriye Ünal, Hakan Şarkdemir gibi isimlerin de zaman zaman biçimsel bazı yenilikleri şiirlerinde denediklerini, hatta “görsel şiir” falan yazdıklarını falan görüyoruz. Bunun tersine Serkan Işın’ın, Ömer Şişman’ın ve hatta Bülent Keçeli’nin de bazı şiirleriyle “sıkı şiir” addettiğim kategoriye girebilecek olduğunu vurgulamak mümkün. Bu iki yönelimde de iyi şiirler yazıldığını söylemem elzem bu arada. Hangisi tercih edilmeli sorusuna benim cevabım belli gerçi, yine de vurgulayayım: Kişinin hayata bakışı daha çok belirgindir tercihlerinde. Arayışa yatkın taraflarımız çoksa da arayışlarımızın bile aidiyetlerimizden çıktığı besbelli. O yüzden bu iki yönelim arasında ayrım çizgisini biçimsel ya da özsel unsurlara yaslanmaksızın, sadece toplamda oluşturdukları etki bağlamında çektiğim anlaşılırsa aslında kasdım da hedefine ulaşır. (11 Mart 2019)

Bülent Keçeli vefat etmiş

Kötü haber. Bugün saat 11’de uzunca bir süredir hasta olduğunu bildiğim şair arkadaşım Bülent Keçeli vefat etmiş. Sanırım 1997’de Mehmet Akif Kuruçay kardeşim tanıştırmıştı beni Bülent’le. Bülent o sıralar Rampalı Çarşı’da bir sahaf dükkanında çalışıyordu. Sıkça şiir konuşuyorduk onunla. Turgut Uyar, Edip Cansever, İsmet Özel ve Cahit Zarifoğlu sohbetlerimizin başlıca konusuydu. Bir gün nereden bulduysa Mavera dergisinin Cahit Zarifoğlu’nun vefatına binaen yayınladığı özel sayıyı gösterdi bana, birkaç yazı etrafındaki bazı eleştirilerini ve görüşlerini paylaştı. Hangi yazılardı, nelerdi o görüşler, unutmuşum doğrusu.

Şiir hakkındaki mütalaalarımızı mutlaka bir dergi arzusu da kaplıyordu tabii. Hatta birlikte çıkarmayı tasarladığımız derginin ismi bile hazırdı: Büyük Saat. Bu fikirden ilk vazgeçen ben olduğum için dergi çıkmadı, ama Bülent başka bir Murat’la, Murat Üstübal’la azımsanamayacak bir periyoda sahip Ücra Şiir dergisini çıkardı ve kendi şairlik kumaşını sergileme imkânı buldu. Aramızda bazı tartışma konuları vardı tabii ki, ama bu tartışma konuları yaşama stiline, dünya görüşlerimize dair falan değildi; tamamen şiirin konularına ilişkin bir anlaşmazlıktı. Benim pek imge ve imagism taraftarı olmayışımdan mütevellitti çokluk, tabii biraz da her daim “mu’teriz” oluşumdan. Bülent’in şiirlerinde kendine has pürüzlü bir dili, dolaylı bir anlatımı vardı. Çok kez şiire dair görüşlerini eleştirsem de şair oluşunu inkâr etmeyeceğim türden bir şairdi Bülent.

Bülent’in en iyi kitabının Gen Tecrübeleri olduğunu söyleyebilirim. Şu dizeler de Bülent’in: “gönlümü ezberlemeyenler vardır onlar derinden ağırlanır/giydiğim elbiseden sıkılanlar geniştir ikinci el ne demekse/bana bu şehri kaale edenler lazım savunulmasak burada”

Allah rahmet eylesin. (20 Mart 2020)

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder