1 Ocak 2020 Çarşamba

ŞİİR OKUMA GÜNLÜĞÜ-5

İki farklı kekemelik
Heidegger, Nietzsche, Freud, Foucault ile Davidson’u takip eden Richard Rorty’e dayanarak
onun söylediklerini şiirin işlevi bakımından ele alan Enis Akın, Bir Erdem Olarak Kekeme
Büyük Türk Şiiri yazısında “İyi bir şiir yazarı, varolan ile henüz varolmayan arasındaki
muğlak bölgede yatan, henüz hakikatleşmemiş ve insanların henüz ifade edemedikleri, ama
eksikliğini hissettikleri bir hakikati ifade ederek var kılar ve dolayısıyla insanlara kullanışlı
söz dağarcığı önerilerinde bulunur. Şiir yazarı eskimiş paradigmaları, söz dağarcıklarını,
doğruları, hakikatleri yeniden üreterek, ‘eski öyküler üzerinde zarif varyasyonlar’ yazarak
bugünü yakalayan şiirler yazma olanağını yitirir” şeklinde yazıyor.
Şiiri hayat ile söz arasındaki düellonun bazen yan ürünü bazen de hızlandırıcısı olarak gören
Akın’ın bakış açısına göre şiirin başarısı genelde değil, hep uçucudur ve hayat bu düelloda
hep kazanır. Yazısında kullandığı ‘kekemelik’i Freud’a uyarak parapraksi olarak da
adlandırılan genel konuşma bozukluklarının bir parçası sayan Akın (ancak kelimeyi salt
psikolojik anlamıyla bir konuşma bozukluğu olarak kavramadığını da ifade ediyor:
“Kekemelik sadece dildeki bir aksama değil, bazen hayattaki bir aksaklığa, sakatlığa da
tekabül eder”), ‘kekeme şiir’ derken iki şeyin altını çizdiğini vurguluyor: Bunlardan ilki, bu
yolu bilerek seçmiş şiir yazarlarının dili kasıtlı olarak deforme ederek, esneterek yazdıkları
deneyci şiirler. Dilde verili saygınlık kalıplarını sarsmayı hedefleyen şiirler bir anlamda.
Akın’ın kekeme şiirle kastettiği ikinci şiirler seti ise hayattaki bir tutukluğu, bir sakatlığı, bir
arızayı, bir endişeyi aktarmak için kurulmuş şiirlerden oluşuyor. Ona göre, sözgelimi
“yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir” diyen şairin şiirleri bu sette yer alıyor.
Akın’ın yazısını dil ile dil-olmayan arasındaki bağlantılar bakımından yeniden okumalı,
eleştirmeli ve tartışmalı. Bu dil-olmayan henüz-bir-dil olmayan mı, yoksa hiç-dil-olamayacak,
hiç-dile-getirilemeyecek olan mı, bu şimdilik benim gözümde muğlak. Neticede hayat ile
hakikat arasındaki trajik seçimi sırf şairlere bırakmamak gerektiğine kaniyim. Onun
kekemeliğe biçtiği rol kendiliğinden olumsal (contingent) bir işleve sahip ve bu yanıyla her
türlü trajikliği de dışlıyor. Bir anlamda kekemelik konuşulamazı konuşma çabasından
kaynaklanmıyor, aksine konuşulabilir olanı bile konuşulamaz kılıyor.
Oysa sözgelimi II. Dünya Savaşı sonrası şiir yayınlamaya başlayan ünlü Romen şair Paul
Celan’a atfedilen türden başka bir kekemelik de sözkonusu edilebilir. Dile getirildiği anda
kötülüğün çoğalacağına, tekrarlanacağına kani olabileceğimiz kötülükleri yaşatmış
deneyimlerin eşliğinde yazılmış bir şiir mesela onun ünlü Ölüm Fügü adlı şiiri. Dilin tatar
çölünü işaret ediyor bize Celan.

Ancak Enis Akın’ın Türk şiirindeki kekemeliğin başlangıcına Garip şiirini yerleştirmesi ve ele
aldığı şairlerin de II. Dünya Savaşı sonrası kültürel iklimine ait olması Türk şiirindeki
‘kekemelik’ ile Celanvari kekemelik arasında bir bağ olduğunu da düşündürmüyor değil. Belli
ki Adorno’nun ünlü Oşviç sonrası şiir yazılıp yazılamayacağı sorusunun Akın’ın yazısına
yansıma şekli bu. Bu durumda yaşanmış olandan neşet eden kekemelik ile yaşanabilir olanı
arzulamaktan neşet eden kekemeliği birbirinden ayırt etmek elzemleşiyor. Bu kekemelik
türleri birbirine karşıt olabileceği gibi koşut da olabilir elbette. Ama en nihayetinde şiirin
kendini “işlevi” aracılığıyla meşrulaştıramayacağına da işaret ediyor her ikisi birden. (10
Temmuz 2018)

Şiir ve çılgınlık kuşkusu
"Normalde bir insanın söyleyeceği bir şey varsa başka insanlara gider, dinleyiciler arar. Şair
içinse bunun tersi geçerlidir. O, ıssız denizlerin kıyısına, meşeliklerin yaygın uğultusuna
kaçar… Çılgınlık kuşkusunu üstüne çeker şair" demiş kısa bir yazısında Rus şair Odip
Mandelstahm. Benimse şiire ilişkin genel yargım net: Şiir, bilhassa iyi şiir hemen her zaman
bir tekilliğin kendini evrensele açışı, evrenselin tınısının tekil tellerde çınlayışı, ortaya çıkan
sesin evrenselde yankılanıp kayboluşudur. Mandelstahm’ın “denizlerin kıyısı, yaygın
meşeliklerin uğultusu” olarak nitelemeyi seçtiği şeyi ben ‘evrensel’ olarak niteliyorum.
Gündelik hayatta başka insanlarla yaptığımız konuşmalar bir tekilin başka tekilliklerle
konuşmasıdır bir yerde. Tekillikler elbette evrenseli keser, evrenselliği kesintiye uğratır. İşte
orada evrenselin tınısının tekilliklere has titreşimini duyarız. Ama şiir bu değildir yahut
bununla yetinmez. Şiir bu çınlamayı alır işler, başka, kendisinin dışındaki bir yankıya iliştirir
daima. “Çılgınlık kuşkusu” denen de çoğu kez budur, şairin başkalarında uyandırdığı
yankıdır. Çünkü çoğu kişi, kendi dışından gelen seslere, velev ki bu kendisine benzeyen başka
bir kişiye ait olsun, pek tahammül edememekle maluldür. Çoğu şaire atfedilen ‘mecnun’
nitelemesinin bir sebebi de bundan mütevellittir. Şair bile kendinden kendine giden bu sese
katlanamamaktadır. Ne kendinden kendi dışına çıkmaya rıza göstermekte, ne de kendinden
çıkmayı başarsa bile tekrar kendine dönmeyi bir türlü gerçekleştirememektedir. Bu noktada
şiirin, insanoğlunun kendisiyle arasında oluşturduğu mesafenin bir ölçümü ve ölçütü işlevini
yüklendiğini görmek gerekiyor. (6 Eylül 2019)

Şiir ve dinçlik
Sadece şiir yazmanın değil, şiir üstüne düşünmenin de beni dinçleştirdiğini fark ediyorum bir
süredir. Salt kendi şiirlerim üstüne de değil düşünme çabam genelde, başka şairlerle de
konuşuyorum yeri geldiğinde, elbette şiirleri aracılığıyla. 1995’teydi sanırım şiir ile laneti
eşlediğim dönemler. Şiir yazmayı bir lanete uğrama biçimi olarak görüyordum, sanki ‘lanet’
diye bir mekân var da arada bir oraya gidiyordum. Şimdilerde ise ‘ya şiir ya lanet’ diyorum.
Bu deyişim bazen ‘hem şiir hem lanet’ kılığında görünse de gözüme, daha uygun geliyor
sanki bana. Dünyaya, çevremde olup bitenlere, durup duranlara, çeşitli eşyalara, insanlara,
olaylara öfke besliyorum bazen. O öfkemi dinç tutan da şiir belki. Bazen çok kırılgan
yazıyorum elbette, kendimi, kendi geçmişimi yağmalıyorum sürekli. Yaşadıklarından
öğrendiği hiçbir şey olmayan biri olsam da yeterince diri kalmamı sanırım yine şiire
borçluyum. Kendi şiirime değil sırf yine, dostlarımın şiirine de borçluyum. Dostlarım, iyi şiir
yazan bütün şairler…
Bu onların yazdığı her şiirin mutlaka iyi, mutlaka mükemmel olduğu anlamına gelmiyor diğer
yandan. Bazı şiirleri, hatta bazı şiirlerindeki bazı dizeler… Son dönemlerde dergilerde
yayınlanan birçok şiirin içerdiği doldurma dizelerle kıyaslayamam elbette durumu. Benzer
doldurma dizeler belki benim şiirlerimde de vardır, kim bilir. Yine de her zaman şiir yazmak
kadar şiir okumayı da önemsiyorum. Aynı anneden süt emen ikiz kardeşler gibi görünüyor
gözüme birbirleriyle pek ilişkili algılanmayan bu iki eylem. İyi şiir yazabilmenin yollarından
biri elbette şiir okumak. Hatta bana kalırsa öncelikle şairler şiir yazmaktan çok şiir okumayı
önemsemeli. Bir anlamda kişinin kendi ‘ben’inden çok konuştuğu ‘sen’i ön planda tutması
gerekli.

Tam da burada aklıma merhum Didem Madak’ın o nefis şiir parçası geliyor: “Öyle çok
şimşek çaktı gece/Ben sonu Z harfi olarak düşündüm/Son harf olarak/Ben Zeni düşündüm
ahbap.” Neticeten söyleyebilirim ki eğer şiir insanın kendisi ile arasındaki mesafenin bir
ifadesi olmayı başarmayı arzuluyorsa kendine ‘sen’ olarak ‘ölüm’ü seçebilmeyi bilmeli. Şiirin
dinçliği, böylelikle bir yerde ölümün dinçliğine de ulanıyor işte. (7 Eylül 2019)

Bir Japon Nasıl Ölür?
Dergâh dergisinin şair editörü Ali Ayçil, edebiyatın, edebi ortamın, şiirin genel sorunlarıyla
ilgili Abdullah Harmancı’nın moderatörlüğünde yapılan bir söyleşinin baş konuğu olarak
bugün Konya’daydı. Söyleşi boyunca edebi ortamda ‘sorun’ olarak algılanagelen konulardaki
düşüncelerini aktarmaya çalıştı Ayçil. Sözgelimi kendi şairliği konusunda edebi ortamdaki
çeşitli gruplaşmalara karşı hep “tek ü tenha” kalmayı seçtiğini vurguladı. Bu gruplaşmaların
linç mantığıyla hareket ettiğini ve bazı statüleri haksız yere kazanmaya dönük olduğunu
vurguladı. Edebi ortamda tek ü tenha kalmanın bir seçim olduğundan kuşkuluyum ben oysa.
Eğer olumsuz anlamda gruplaşmalar varsa, bu gruplaşmalar karşısında tek ü tenha kalmanın
da aynı olumsuz anlama dahil olduğunu düşünüyorum. Bütün grupların hatalı olduğunu
söylemeye kadar varan bir tek ü tenhalık olmadıkça bütün gruplarla arasını iyi tutmaya
yönelik bir tenhalık benimsemeye yönelebilir kişi. Kavgacı değil elbette Ayçil. Ama bu
kavgacı olmama hali ortada kavga etmeye değecek bir şeyler olmayışından mı mütevellit
yoksa başka bir sebebi mi var, bu konuda kararsız. (16 Kasım 2019)

Temmuz, 38, Aralık 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder