26 Kasım 2025 Çarşamba

Gelecek, gittikçe yaklaşan bir tehdittir

 Günümüzdeki hayat akışına ilişkin izlenim ve tecrübelerimize yol açan zaman tasavvurunda yaşanan önemli bir değişim var. İçinde yaşadığımız şimdiyi çekiştiren iki noktayı Alman asıllı Amerikalı akademisyen Hans Ulrich Gumbrecht "bir yanda somutluk, bedensellik ve insan hayatının mevcudiyeti üzerine ısrar ... karşısında ise kendisini mekândan, bedenden ve dünyadaki-şeylere duyusal temastan soyutlamış radikal bir spiritüelleşme" şeklinde özetliyor Türkçeye "Bizim Geniş Şimdimiz" adıyla kazandırılan kitabında. İlk çekim noktasının içinde yaşadığımız zaman-mekân kavrayışında oluşturduğu sonuçların "kültür eleştirisi"nin tınılarıyla karşılandığına işaret eden Gumbrecht radikal spiritüelleşmenin de modernizasyon sürecinin bir parçası olduğunu vurguluyor.

Şimdiyi analiz için başvurulan fikri çerçevenin epistemoloji tarihiyle melankolik bir kültür eleştirisinin buluştuğu yerde şekillendiğini belirten Gumbrecht böylelikle günümüze dair kapsamlı bir teşhiste bulunuyor. Teşhisini şekillendirirken çağdaş dünyaya mevcudiyet perspektifinden bakan Gumbrecht, "şimdi"nin Kartezyen özneye kendi habitatını veren şey olduğunun altını çiziyor.

Geçmiş şimdimize akar

"Tarihsel zaman" fikrinin gündelik sohbetlerde, entelektüel ve akademik çevrelerde kendini göstermesine, yeniden üretmesine rağmen artık ne tecrübelerimizi edinme araçlarımızı ne de fiillerimizi açıklayabilecek sağlam bir temel sunamadığını belirten Gumbrecht, bugün "tarihsel zaman" diye bildiğimiz zaman-mekân kavrayışı içinde yaşamadığımızın göstergesinin en iyi geleceğe karşı tavrımızda gözlenebileceğine kani. Ona göre "Gelecek bizler için artık kendini imkanların açık ufku olarak göstermez, aksine o kendini bütün gelecek tahminlerine gün geçtikçe kapatan bir boyuttur. Daha beteri, gelecek gittikçe yaklaşan bir tehdittir..." Geçmişin yitip gittiğine ilişkin ifade edilen tasavvurlara rağmen içinde yaşadığımız zaman-mekânda hiçbir şeyi ardımızda bırakamadığımızı belirten Gumbrecht geçmişin şimdimize adeta aktığını söylüyor. Böylelikle bizi yutan geçmiş ile tehditkâr bir gelecek arasında kalan şimdimiz farklı zamanlılıkların eş mekanına dönüşür: "Geniş şimdimiz, içinde birbiriyle rekabet eden dünyalarıyla, çok sayıda imkânı hâlihazırda aynı tepside sunar; bu yüzden sahip olduğu kimliğin -şayet öyle bir kimlik varsa- keskin köşeleri yoktur. Fakat, aynı zamanda, geleceğin bize kendini kapatmış olması ... eylemeyi imkansızlaştırmaktadır; çünkü gerçekleşecek bir zemin yoksa ortada eylem de yoktur. Genişleyen şimdimiz, geleceğe ve geçmişe doğru hareket edecek sahayı sunmasına sunuyor fakat vaziyet o ki tüm bu çabalar dönüp dolaşıp çıktıkları yere dönüyor."

Lyotard'dan Heidegger ve Gadamer'in kavram ve yaklaşımlarına Edmund Husserl, Hannah Arendt, Peter Sloterdijk'ten Robert Musil gibi romancı isimlerine, dil felsefesinden varlık felsefeleri ve hermenötik gibi alanlara dek genişleyen şimdi üzerinde küreselleşme, edebiyat, spor kültürünün etkilerini çözümleyen Gutemberg, kartezyen özne tasavvurunun epistemolojik hayat alanı olan "tarihin daraltılmış/sıkıştırılmış şimdi"si gibi yeni bir figürün de ortaya çıkması gerektiğini belirtiyor. Reinhardt Koselleck'in tarihsel bilinci tarihselleştirmesinden, Weberci anlamda "anlam kültürleri-medeniyet kültürleri" tipolojileştirmelerine Gutemberg, içinde yaşamak zorunda kaldığımız zaman bilincinin gündelik tecrübelerimiz üzerindeki etkilerini irdeliyor.

24 Ekim 2025 Cuma

Post-seküler dünyada din

 Modernlikle birlikte ortaya çıktığı söylenen sekülerleşmenin kültürel, dini ve ideolojik temellerinin uzun bir süreçte yatan çok katmanlı bir gerçeklik olduğu söylenebilir. Modern sekülerleşmenin epistemolojik ve ontolojik temellerinin Aydınlanma düşüncesi ile yapılandığı, küresel bir olgu haline dönüştüğü ve paradigmatik sayabileceğimiz bazı kavram ve teoriler, yaklaşım ve perspektiflerle başta felsefe ve sosyoloji olmak üzere tarih, antropoloji, psikoloji gibi birçok disiplinin nesnesi haline dönüştüğü vurgulanabilir.

Entelektüel yenilgi

Sekülerleşme köklendiği dünyanın dini, siyasi, ekonomik ve kültürel boyutları içinde teorileştirildi. Pozitivizmin etkisi altında gelişen klasik sekülerleşme yaklaşımları dinin toplumsal etkisinin zayıflayacağı varsayımında bulundu. Ancak pozitivist paradigmanın yaşadığı entelektüel yenilgi hem bu öngörüleri yanlışladı hem de bir süreç olarak sekülerleşme ile bir ideoloji olarak sekülarizm konusunda ayrım yapılmasına sebep oldu. Sekülerleşmeye dair öngörü ve teorilerin revizasyonuna sebep olan yeni dini hareketler, maneviyatçı eğilimler, pratikler ve din benzeri oluşumlar ile dini çoğullaşma, tartışmaların odak noktasını sekülerleşmenin pratik görünümlerine kaydırdı.

Post-seküler dünyada din ve İslam'da sekülerleşmeyi tartışan kitabı "Sekülerliğin Ötesi" adlı kitabında Celaleddin Çelik, İslam dünyası ve Türkiye'de çok sarsıcı kimlik ve kültür değişmelerinin odağında yer alan, popüler kültürde anahtar bir konuya dönüşen sekülerleşmeyi ele alıyor. Sekülerleşmenin Türkiye'de ele alınışının bakış açısına göre anlam ve değeri değişen bir durumu ifade ettiğini belirten Çelik "Örneğin din ve geleneğin hakimiyet zincirlerinden kurtulmak isteyenler için özgürleştirici, baskı ve geriliğin bertaraf edilmesini sağlayan bir çözüm, muhafazakâr ve dindarlar açısından ise yabancılaşma ve yozlaşmanın sebebi, dinden uzaklaşmanın kaynağı olarak yorumlanıyor." diyor. Oysa yeni zamanlarda bütün sınırlarını ortadan kaldıran akışkanlıkla birlikte "kutsalın sekülerleşmesi" kadar "sekülerin kutsallaştırılması" gibi hibrit, melez ya da sembiyotik oluşumların da tezahür ettiğini belirten Çelik, Türk modernleşme sürecinin söz konusu dini-kültürel görünümleri ve modelleri örnekleyen kayda değer bir sekülerlik tartışmasını temsil ettiğini düşünüyor.

Günümüzün İslami düşünce ve hareketlerin ideolojik direncini temin eden geleneksel hafızanın seküler sadme ile yaşadığı sendelemenin üstesinden gelmek için ya iç eleştiri, uyanış, tecdid mekanizmaları inşa etmeye ya da kolektif direnç kaynakları için daha yoğun bir şekilde politize olmaya sevk ettiğini vurgulayan Çelik "Modern sekülerizmle ilişkisinde İslami hafızanın kültürel yapılar ve kodları 'yapısal soykırıma' uğrarken, postmodern süreçlerde ise Müslüman zihni, ben idrak ve tasavvuru bir eksen kaymasına maruz kalmıştır" diyor. 

14 Ekim 2025 Salı

Felsefe filozofun yaşam tarzını etkiler mi?

 Felsefe tarihlerinde aktarılan anekdotlar sayesinde filozofların düşünceleri açıklanmaya çalışılır. Sözgelimi Diyojen'e dair anlatılan birçok menkıbe ya da Arşimed'den aktarılan suyun kaldırma kuvvetini buluş hikayesi buna mebnidir büyük ölçüde. Filozofun düşüncesi ile hayatın birbiriyle uyuştuğu ya düşüncesinin hayatını ya da hayatının düşünce yapısını belirlediği öngörüsüne yaslanan bu anektod aktarımları hiç kuşkusuz onların yaklaşımının kamil anlamıyla aktarılmasında epey elverişlidir. Bu tür eserler içinde en gözdesi elbette Diogenes Laertius'un on kitaplık Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri eseridir. Antik çağ filozoflarıyla ilgili birçok anektod bu eserden yararlanılarak aktarılmaktadır.

Bununla birlikte Hans Blumenberg'in kişisel eşyaları arasından çıkan notlara ve bazı gazete yazılarına dayanan kitabı Filozofu Baştan Çıkarmak bir tarafıyla düşünürlerin hayat ve felsefelerinin birbirine uymadığı, gülünç ve nahoş durumları aktarıyor bir tarafıyla da günümüzde egemen düşüncelerin temel yapılarının ve esin kaynaklarının anlaşılması yolunda önemli ipuçları sağlıyor. Sözgelimi hoşgörünün en genel formülünün insanların duymak istediklerini onlara söylemek ve hatta kendilerinin bunu istediklerini fark etmeden yapmak olduğunu belirten Blumenberg, "Dünyamızın içinde bulunduğu durum için teselliye ihtiyacımız var ve bilimin bu teselliyi sağlama çabası hiç aşikâr değildir" diyor.

Modern bilimin geleneksel anlayışta yer edinen insanın evrendeki özel konumunun ortadan kaldırılmasında etkili olduğunu ve modern dünyadaki umutsuzluğun temelini oluşturduğunu kaydeden Blumenberg, insanın evrendeki özel konumunun kaybıyla sonuçlanan yeni durumda bilim adamlarınca benimsenen ona teselli sağlama amacındaki çabanın arka planında yatan saikin de bilim insanlarının kendi çıkarları olduğunu söylüyor.

Hakikate hizmet

Bu çıkarım "yalnızca hakikate hizmet etme" olarak adlandırılacak bilim insanlarının kendi meşruiyetlerini tedarik ettiği sadakat yemininin sınırlarını gösteriyor: Pekâlâ kamuoyunda daha fazla yer almak ya da şöhret olmak için konuşurlar: Yaklaşan kuyruklu yıldızlardan virüs mutasyonlarına, deprem kahinliğinden türlü felaketlere kadar birçok heyecan verici konuyu dinleriz onlardan.

Heidegger, Wittgenstein, Kant, Freud, Hegel, Schopenhauergibi filozofların görüş ve düşüncelerini hayatlarındaki onların hayatlarındaki birtakım olaylar bakımından yorumlayan, yer yer katılan, çoğu kez eleştiren Blumenberg, klasik filozof anekdotlarını önemseyenlerin felsefenin davranış ve yaşam tarzı üzerinde neler sağlayabileceğine dair düşünce deneyi olarak da görülebilecek kurgusal unsurlar olduğunu gözden kaçırabileceklerini vurguluyor. Her zaman kurguların gerçeklerden daha güçlü olduğunu belirten Blumenberg de bazen kurgu uydurabiliyor. Kitabında uydurduğu bir kurguyu, "üçüncü bin yılın filozoflarının uygun bir şekilde ölümler ve son sözler atfedemeyecekleri endişesiyle" Heidegger'in ölümü öncesinde söylediği son söz olarak yazdığını anlatıyor: Artık endişelenecek bir neden yok!

Eserinde varlık felsefesinden dil felsefesine kadar geniş bir mecrada birçok düşünürü anan, çeşitli düşünme formlarındaki benzerlik ve farklılıkları deşen Hans Blumenberg'in bu noktada karşılaşılabilecek kimi dolaylı kimi dolaysız paradokslara, düşkünlük ve çekiciliklere,sınanmamışlıklara, tesellilere, ayartmalara, kışkırtmalara veketlenmelere de değiniyor.

26 Eylül 2025 Cuma

Sonuna yetişecek nasılsa herkes

SERVET SENA SORKUN/YENİŞAFAK

Murat Güzel’in 2008’de yayınlanan ilk şiir kitabı Uzak Koku ikinci baskısını 2020 yılında yaptı. Mutlak Müzik adlı ikinci şiir kitabı Muhit Kitap’ta yayınlandı. Ayrıca Ketebe yayınlarından çıkmış Modern Türk Ruhunun Trajedisi adlı bir eleştiri kitabı var. Kendisiyle gazetelerdeki köşe yazıları, internet yazıları ve dergilerdeki eserleriyle de sık sık karşılaşıyoruz.

Son zamanlarda okumaktan en keyif aldığım kitaplardan biri olan, şairin yeni şiir kitabı Ağaçların Diyalektiği, Muhit Kitap’tan okuyucuyla buluştu. Kitap, adından da anlaşılacağı gibi, doğa ve insan ilişkisini derinlemesine ele alan şiirlerden oluşuyor. Ancak bu şiirlerin yüzeydeki doğa betimlemelerinin ötesinde, daha derin bir felsefi tartışma barındırdığını fark etmek ve hüzünle yoğrulduğunu anlamak için yakın bir okuma yapmak gerekiyor.

Diyalektik, antik Yunan’dan modern çağa kadar uzanan bir tartışma ve düşünme biçimi olarak bilinir. Güzel, bu terimi doğa ile olan ilişkisini tanımlamak için kullanıyor. Ağaçların rüzgârla, insanlarla ve birbirleriyle olan diyaloglarını, birer düşünsel karşıtlık olarak betimliyor. Kitabın ilk bölümünde ağaçlar, sadece doğanın bir parçası olarak değil, aynı zamanda insanların, şehirlerin ve anıların sembolleri olarak da karşımıza çıkıyor. Bu durum öte yandan Güzel’in doğayı insanların dışında saymadığını da gösteriyor: Güzel, ağaçlarla yaptığı bu metaforik konuşmalarla, okuyucularını kendi içsel dünyalarına da bir yolculuğa çıkarıyor.

BİR HESAPLAŞMA ÜZERİNE

Kitabın ikinci bölümü “Aporia” adını felsefi bir terimden alıyor. Aporia, bir konunun hangi yönünün takip edilmesi gerektiği konusunda yaşanan kararsızlık ve belirsizliği ifade eder. Güzel, bu bölümde modern hayatla ve uygarlıkla olan hesaplaşmasını sürdürüyor. Şairin önceki eserlerinde de gördüğümüz bu hesaplaşma, Ağaçların Diyalektiği’nde de derinleşerek devam ediyor. Burada, modern dünyanın getirdiği karmaşalar ve belirsizlikler karşısında şairin kişisel çatışmalarına tanık oluyoruz.

Ağaçların Diyalektiği, şiirlerinde yoğun imgeler ve metaforlar kullanarak okuyucularına zengin bir okuma deneyimi sunuyor. Gerek adlandırmalarda gerekse şiirlerin içeriğinde Güzel’in kendi okumalarından edindiklerini rahatça kullandığını, atıflarla bu metinlere işaret ettiğini de görüyoruz. Sözgelimi Kur’an-ı Kerim’den alıntı yaptığı gibi Gazzali, Şibli, Maarri gibi müelliflere de selam gönderiyor. Bu açıdan önceki kitaplarındaki tavrını sürdürüyor şair. Hipermetinlere olan düşkünlüğü bu şiirlerde de bulunuyor. Şairin hayat yolculuğunun bir durağı olan Ağaçların Diyalektiği’nde doğaya, eşyaya ve insanlara şairden önce sinmiş esrarın, belirsizliklerin çözülmeye; içsel çatışmaların bu çözümler yoluyla karşılanmaya çalışıldığı söylenebilir.

Ayrıca her bir şiir, hem bağımsız birer eser olarak okunabilirken, aynı zamanda kitabın genel temasına katkıda bulunan bir bütünün parçaları olarak da değerlendirilmelidir. Güzel’in şiirleri, hayatımızdaki çıkmazlarla başa çıkma biçimlerini de ele alıyor. Şair, “Mutantan bir sokaktım kendime, çıkmaz” dizesinde de olduğu gibi birçok şiirinde, insanın kendi içsel çıkmazlarına işaret ediyor. (Dize “çıkmaz”ı belirginleştirirken içsel “tantana”ya da işaret ediyor.) Bu dizeler, okuyucularına modern hayatın getirdiği çeşitli zorluklarla nasıl başa çıkabileceklerine dair ipuçları veriyor. Güzel’in doğa ile kurduğu bu derin bağ, aynı zamanda insanın kendi iç dünyasında yaşadığı karmaşaları da anlamlandırma çabasını yansıtıyor. Ayrıca önceki kitaplarda sıkça rastlanan “uzun” şiirlerin bu kitapta teke indiği görülüyor. Böylece sanki Ağaçların Diyalektiği tek bir şiirmiş de sonradan parçalanmış duygusuna kapılıyor okur. Şairin başvurduğu epik ve dramatik unsurlar da bu duygunun oluşumuna epey katkı sağlıyor.

İÇSEL KAVGANIN ŞİİRDEKİ SESİ

En imgeci görülebilecek şiirlerinde bile, Güzel’in imge eleştirisi yaptığı dikkat çekiyor. Şiirlerin sesinde ve sunumunda benimsenen epik ve dramatik unsurlar bu eleştirilerde başrolü oynuyor. Aynı epik ve dramatik unsurlar şairin kendisiyle ve şiiriyle adım adım kavga ettiğini de sezdiriyor. Bu içsel kavga, şiirlerinin derinliklerinde hissediliyor ve okuyuculara imgelerin ötesine geçip, şairin kendi içsel dünyasındaki çatışmaları anlamalarına olanak tanıyor. Bu şiirlerde, Güzel’in şiir sanatına dair sorgulamaları ve toplumsal eleştirileri de yer alıyor, bu da şiirlerini daha da zenginleştiriyor.

Ağaçların Diyalektiği, hem doğa severlerin hem de felsefi derinlik arayanların ilgisini çekecek nitelikte bir eser. Murat Güzel, bu kitapla birlikte Türk şiirine yeni ve özgün bir soluk getiriyor.

6 Eylül 2025 Cumartesi

Kudüs mitinginde neler oldu?

İsrail, bütün dünyanın ve Müslüman ülkelerin tepkisine rağmen 23 Temmuz 1980’de Kudüs'ü İsrail'in ebedi başkenti olarak ilan etti. Söz konusu kararın 30 Temmuz 1980 tarihinde İsrail kabinesi Knesset'te onaylanması üzerine 28 Ağustos 1980’de Türkiye tepki olarak Kudüs'teki Başkonsolosluğu kapatıp İsrail’le ilişkilerini maslahatgüzarlık seviyesine indirdi. Ancak Türk halkının söz konusu karar dolayısıyla İsrail’e tepkisi bununla sınırlı kalmayacaktı. Milli Selamet Partisi halkın bu tepkisini dile getirebilmesine imkân tanımak için 6 Eylül 1980’de Konya’da bir Kudüs mitingi düzenlemeye karar verdi.

Mitinge Konya’dan ve Konya dışından yaklaşık 100 bin kişi katıldı. Mitinge katılanların boyunlarında 990’lık tahta tesbihler taşıdığı, şalvar, cübbe ve sarık giydiği iddia edildi. Ancak miting öncesi yapılan yürüyüş esnasında yaşanan bazı olaylar ve miting sonunda İstiklal Marşı okunurken 1978’de Selimiye Camii şadırvanında abdest alırken öldürülen Hasan Sürel’in miting alanındaki posterinin asılı bulunduğu yerdeki yaklaşık 50 kişilik bir grubun yere oturması, miting tertip komitesi üyesi ve MSP Konya Senatörü Ahmet Remzi Hatip’in ve MSP Genel Başkan Yardımcısı Şener Battal’ın aksi yöndeki bütün uyarılarına karşı belirlenmiş sloganlar haricinde sloganların bazı gruplar tarafından ısrarla atılması mitingin hem Konya hem de Türkiye gündeminde bomba etkisi yapmasına yol açtı.

DÖNEMİN GAZETELERİNDE MİTİNG NASIL LANSE EDİLDİ?


Yazı dizimizin ilk bölümünde dönemin gazetelerine dayanarak yaşanan olayları tasvir etmeye, bu olayların kamuoyunda nasıl algılandığını belirlemeye çalışacağız.


8 Eylül 1980 tarihli Milli Gazete’de “Kudüs’ü Kurtarma Günü yürüyüş ve mitingi ile” Konya’nın tarihi günlerinden birini daha yaşadığı kaydedilerek “İstasyon meydanından İtfaiye Meydanı’na kadar yürüyen İnananlar ordusu İtfaiye Meydanında bir insan denizi oluşturdular. On binlerce insanın taşıdığı sinlerce afiş, döviz ve pankartlarla, Yahudi İsrail ve onların uşakları masonlar lanetlendi. Türk Parlamentosu tarafından İsrailci hükümetin Dışişleri Bakanının düşürülüşü kararı kutlandı” şeklinde yapılan yürüyüş ve miting özetlendi.

Fakat dönemin gerek yerel gazetelerinin büyük bir kısmı gerekse yaygın basın mitingde İstiklal Marşı’na saygısızlık edildiğini, miting öncesi Kızılay’ın sahibi olduğu Dergah Oteli’nin camlarının indirildiğini, Fuar Mahsen Birahanesi’nin, Fuar içinde bulunan Tekel pavyonunun Alaaddin Caddesi’nde bulunan birahane ve tekel bayilerinin taşlandığını ileri sürdüler. Sözgelimi AP’nin yarı resmi yayın organı konumunda yayın yapan Konya Postası gazetesine göre “Yürüyüş ve miting saat 11’de yapılacakken saat 14’e alındı. Mevlana alanına gelen gruplar yürüyüşe saat 15’te başladılar. Başlarında yeşil beyaz takke ile sarık bulunan grup yürüyüşe geçerken bir grup da duvarlara yeşil boya ile sloganlarını yazmaya başladılar. Bu arada Kızılay’a ait bulunan Dergah otelinin camlarına yazı yazılmasına müdahale edilmesi bu otelin tüm camlarının grup tarafından kırılmasına yol açtı.”

MİTİNG “DELİBAŞ HADİSESİ”NE BENZETİLDİ!


Gücüyenerler’in Yeni Konya’sı 8 Eylül tarihinde birinci sayfa manşetinden duyurduğu yürüyüş ve miting haberinin spotunda “Mitinge katılan MSP’li grupların kıyafetleri dikkat çekti. Bir otel, bir tekel bayisi ve bazı yerler saldırıya uğradı. İstiklal Marşı okunurken bir grup MSP’li yere oturdu” ifadelerine yer veriyordu. Yine Yeni Konya ertesi günkü manşetinde olayın akabindeki gelişmelere yer vererek Kudüs mitinginin Konya’da MSP’ye puan kaybettirdiğini ileri sürdü. Haberin üst spotunda kimliği belirsiz kişilerin ağzından “Kendini bilen yüz Konyalı’nın dahi mitingde bulunmadığını” iddia eden gazete aynı kişilerin “Kudüs ihya edilirken Konya berbat edilemez” dediklerini kaydetti. Aynı kişilerin yaşanan olayları “Delibaş Hadisesi”ne benzettiklerini öne süren gazetenin bu iddiaları da kayıtlara geçti.


KONYALI SİYASİLER MİTİNGİ AĞIR ELEŞTİRDİ


AP Konya İl Başkanı Adnan Ağırbaşlı mitingde “Konya faşistlere mezar olacak”, “Dinsiz devlet yıkılacak elbet” gibi sloganların atıldığını iddia ederken MHP Gençlik Kolları Başkanı Galip Köse ise “Okullarda olay çıkaran birçok komünist kişileri konvoylarda gördük. Bu kişilerin çeşitli sloganlarla ülküdaşlarımızı tahrik etmeleri, buna karşılık ülküdaşlarımızın bu tahriklere kapılmamaları bizleri sevindirmiştir” diyordu.

CHP Konya Senatörü Erdoğan Bakkalbaşı ve Konya Milletvekili Ahmet Çobanoğlu yaptıkları açıklamada mitinge MSP yöneticileri dışında gerçek Konyalı’nın mitinge katılmadığını iddia ederek “Bu mitingin Humeyni taklitçileri tarafından Konya’da düzenlenmiş olması talihsizliğimiz” dedi. Olayları Konya Hukukçular Derneği de yazılı bir açıklamayla kınadı.

AKINCI GENÇLER DERNEĞİ DİDİK DİDİK ARANDI

Miting sonrasında olaylardan sorumlu tutulan Akıncı Gençler Derneği Konya emniyet güçleri tarafından tarafından didik didik arandı ve mitingde kullanılan pankartlara Cumhuriyet Savcılığı’nca el kondu. Ayrıca, AGD Genel Merkezi yöneticileri hakkında da soruşturma açıldı. Seriyye Kitabevi’nde yapılan aramalarda da yasadışı kitaplar bulunduğu iddia edilerek kitabevi sahibi Ahmet Güçyetmez tutuklandı. Olaylar sonrasında Konya dışına çıkan tertip komitesi üyesi Süleyman Yeğenler hakkında da gıyabi tevkif kararı çıkarıldı.


Tertip Komitesi Üyesi ve MSP Konya Senatörü Ahmet Remzi Hatip, savcılığa gönderdiği bir mektupla olaylardan tertip komitesinin sorumlu tutulamayacağını bildirdi. Hatip mektubunda gazetelerde neşredilen kasıtlı haberler ve birtakım siyasi parti ve grupların yanlış beyanatlarıyla mitingin saptırılmak istendiğini ileri sürerek “En az yüz bin kişilik bir kalabalıkta nizamata aykırı hareket, söz ve pankart taşıyanlar olmuşsa, üç kişilik tertip heyetinin bunları tek başına görüp men etmesi mümkün değildir. kötü niyetli ve tahrikçi kimselerin bu kalabalık içerisinde sergilemiş oldukları kanunsuz fiillerden dolayı Tertip Komitesi’ni mes’ul tutmak hukuk kurallarına aykırıdır… Gerek Hükümet Komiseri olan zat gerekse diğer kamu görevlileri, kanunlara aykırı herhangi bir fiil, söz ve davranışı tertip komitesine intikal ettirmemiş veya re’sen müdahale etmemiş olduğuna göre tertip heyetinin muahharan mes’ul tutulmak istenmesi kanunlara aykırıdır” satırlarına yer verdi ve Cumhuriyet savcılığından kanunlara aykırı hareket edenler hakkında soruşturma başlatmasını istedi. Buna rağmen Cumhuriyet Başsavcılığı Siyasi Partiler Kanunu açısından MSP hakkında soruşturma başlattı.

VALİ TUNCEL, İ. SABRİ ÇAĞLAYANGİL’İ BİLGİLENDİRDİ

Emniyet Komisyonu toplantıları için Ankara’da bulunan dönemin Konya Valisi Lütfi Tuncel, Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil’in talebi üzerine Kudüs mitinginde yaşananlar ve miting hakkında açılan soruşturmalarla ilgili olarak Çağlayangil’i makamında bilgilendirdi.

MİTİNG, İHTİLAL İÇİN ‘BARDAĞI TAŞIRAN SON DAMLA’ MIYDI?


Miting ve yürüyüşten 6 gün sonra gerçekleşen 12 Eylül darbesinin sebeplerinden biri olarak darbenin paşaları tarafından Kudüs mitingi “bardağı taşıran son damla” olarak lanse edildi. 12 Eylül’de yayınlanan ihtilal beyannamesinde ihtilalin gerekçelerinden biri olarak Konya Kudüs mitingi de gösterildi. Darbenin lideri Orgeneral Kenan Evren, 16 Eylül’de yaptığı ilk basın toplantısında şu sözlerle mitinge atıfta bulundu: “Konya olayları gericiliğin ne boyutlara ulaştığını göstermiştir. Milletimizin bu olay karşısında gözleri açılmış, tehlikeyi bütün boyutlarıyla görmüştür.” Darbenin perde arkası kurmaylarından biri olan Org. Haydar Saltık, 29 Ekim 1980 tarihinde yaptığı bir basın toplantısında Konya mitingine ilişkin olarak “Konya mitingi 12 Eylül'e gelinmesinde bardağı taşıran son damla olmuştur” değerlendirmesini yapmıştı.

SÜLEYMAN DEMİREL: MİTİNGDE SUÇ YOKTU


Yıllar sonra 1987’de siyasi yasakların kalkması için düzenlenen referandum öncesi Cumhuriyet gazetesine verdiği beyanatta ise dönemin başbakanı olarak darbeye maruz kalmış ve siyasi yasaklılardan biri haline gelmiş olan Süleyman Demirel, laikliğin tarif edilmesi münasebetiyle Konya Kudüs mitingine değiniyor ve olaylarda hiçbir suç unsuruna rastlanmadığını ifade ediyordu: “Her askeri müdahale öncesinde irtica ve laiklik çiğneniyor gerekçesi vardır. 1980 dahil. 6 Eylül 1980 tarihinde yapılan Konya mitinginde suç bulunmadığına göre doğru mu yapılıyor? Dönüyorum geliyorum, bu miting 12 Eylül 1980'de çıkartılan ihtilal beyannamesinde ihtilal gerekçesi olarak gösteriliyor. Suç sabit oluncaya kadar kimse suçlu değildir.”


Peki ama ihtilal gerekçesi olarak gösterilecek ne yaşanmıştı 6 Eylül’de? İddialara göre 50 kişilik bir grup İstiklal Marşı okunduğu esnada ayağa kalkmamış ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhine sloganlar atmıştı. Yazı dizimizin dünkü bölümünde de aktardığımız gibi bu iddialar mitinge katılanların uygunsuz kılık kıyafetlerinden tutun da tertip komitesinin sorumlu tutulamayacağı çeşitli taşlama olaylarına kadar uzanıyordu.


Mitingi takip eden günlerde dönemin çeşitli siyasi parti yöneticilerinin açıklamaları da birbiriyle çelişki arz ediyordu. Dönemin gazetelerine göre İran İslam Devrimi ile birlikte MSP’nin Türkiye’de egemen siyasal düzene karşı tavrı da sertleşmeye başlamıştı. Erbakan, bir yandan İran devriminin partide oluşturduğu dalgalanmaları bazı üyeleri ‘Humeynici’ addedip dışlayarak kontrol etmeye çalışırken bir yandan da parti içindeki genç radikal unsurlara da birtakım tavizler veriyordu. Dönemin siyasal gözlemcilerine göre miting bu tavizlerin önemli bir örneğiydi.


İddiaya göre mitingde İstiklal Marşı okunurken bir grup oturarak marşı protesto etmişti. Atılan sloganlar ve taşınan pankartlarda da şu sözler dikkat çekiyordu : “Dinsiz Devlet Yıkılacak Elbet”, “Şeriat İslam’dır, Anayasa Kur’an’dır”, “Şeriat Hakkımız Söke Söke Alırız”, “Komutan Erbakan Akıncı Asker”, “Yaşasın İslam Devleti Hakkımız”, “Ya Şeriat Ya Ölüm”, “Tek Halife Tek Devlet”, “Cihadımız Devletimizi Kuruncaya Dek.”


MSP SUÇLAMALARI KABUL ETMEDİ


Ancak MSP yetkilileri hiçbir şekilde bu suçlamaları kabullenmediler. Aksine bütün bunların bir provokasyondan ibaret olduğunu, hatta 12 Eylül ihtilaline bir gerekçe oluşturmaya çalışan birtakım gizli güçlerin eseri olduğunu ileri sürdüler. Sözgelimi 7 Eylül’de MSP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk düzenlediği basın toplantısında Konya’daki mitingin MSP tarafından düzenlenmediğini, bu nedenle mitingdeki yasalara aykırı davranışlardan dolayı MSP'nin suçlanamayacağını öne sürerek, “Bu muhteşem toplantıda hiçbir memleket evladının İstiklal Marşı söylenirken ne oturduğuna ne de slogan attığına kimse şahit olmamıştır” diyordu.


OĞUZHAN ASİLTÜRK, İÇİŞLERİ BAKANI’NI UYARDI


Aleyhinde yapılan bütün suçlamalara MSP Genel Başkanlığı’nı yürüten Necmeddin Erbakan yıllar sonra yaptığı bir açıklamada “Konya mitingini MSP olarak biz yapmadık. Bütün partilerin sahip çıkması için bir tertip heyeti düzenlendi ve önemine binaen, bütün partileri ve liderleri davet etti. Devrin İçişleri Bakanı, MSP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk'ü arayarak, İçişleri Bakanlığı istihbarat birimlerine mitingde provokasyonlar ve sabotajlar olacağına dair haberler geldiğini, bu durumu bildirme ihtiyacını duyduğunu söylemiş ve "mitinge" iştirak edip etmemeyi bir kere daha değerlendirmemizi" talep etmiştir. Asiltürk, konunun milli bir mesele olduğunu bu sabotaj ve provokasyonları önlemeye devletin gücünün yeteceğini ifade etmiş ve mitinge iştirak edeceğimizi, İçişleri Bakanlığı olarak "tedbir" alınmasını istemiştir,


Konya Valisi yürüyüş başlamadan önce hem kılık kıyafet hem de silah bakımından bütün korteji aratmadan yürüyüşe izin vermeyeceğini ifade etmiştir. Bütün tedbirlere rağmen, mitingdeki olayları yapanlar, herhalde bugünlerde isminden çok bahsedilen gizli örgütler olmalı ki, kendilerine mani olunamadı ve istediklerini yapabildiler” diyerek cevap verdi.


Buna karşın 8 Eylül 1980 tarihinde CHP Genel Yönetim Kurulu mitingden dolayı doğrudan bütün sağcı partileri suçlayarak, olaylardan sadece MSP’nin sorumlu tutulamayacağını iddia ediyordu. CHP’nin açıklamasında MSP kastedilerek “Din sömürücülüğünde ve laikliğe aykırı davranışlarda, tüm sağcı partiler yıllardan beri birbirleriyle yarış içindedirler. Bunun sorumluluğu yalnızca belli bir partiye yüklenemez. Hele o partinin bu konudaki tutum ve davranışlarını, AP hükümetine destek olurken bilmezlikten gelip, desteğini çekince fark eder görünmek inandırıcı olmaz” satırlarına yer veriliyordu.


“MİTİNGİN YAPILMASINA KARŞIYDIM”


1978 ila 12 Eylül 1980’e kadar Konya Belediye Başkanlığı görevini yürüten Mehmet Keçeciler de Hürriyet gazetesinden Yener Süsoy’a 21 Mart 2006 tarihinde verdiği demeçte Necmeddin Erbakan’ı ihtilalin geldiğine inandıramadığını ifade ederek miting öncesinde ve esnasında yaşananları şöyle aktarıyor:


“İsrail, Kudüs’ü başkent yaptığını ilan edince, Erbakan hoca "Konya’da Kudüs’ü kurtarma" mitingi yapalım dedi. Gün olarak da 6 Eylül 1980 günü tespit edilmişti. "Böyle manalı bir miting, çadırın orta direği olan Konya’ya yakışır" demişti hoca. İlk başta beni tertip komitesi başkanı yapmak istediler, "Ben bu mitinge karşıyım" deyip kabul etmedim. Çünkü 1979’da Konya’da yapılan bir mitingde 2 kişi ölmüştü. Konya’daki mitinglerde kanunsuz yürüyüşler yaptıklarını bildiğim için bu mitingin yapılmasına karşıydım. Hocayla Meclis’teki randevuma gittiğimde, Başkanlık Divanı toplantısı vardı. Grup odasındaki toplantı masasında Oğuzhan Asiltürk, Şevket Kazan, Süleyman Arif Emre, Recai Kutan ilk gözüme çarpanlardı. "Hocam dedim, 6 Eylül’de Konya’da yapacağımız mitingin hiç faydası yok. Miting yapmakla Kudüs kurtulmaz. Kudüs’ü kurtarmak için asker yazacaksanız, beni 1 numaraya yazın. Öğrendiğim kadarıyla Askeri Şûra’da ihtilal kararı verilmiş vaziyette. Bu miting, ihtilalin sebeplerinden birisi haline getirilir, hepimizin, bütün partililerin başı derde girer.”


Keçeciler, Oğuzhan Asiltürk’ün mitingin iptal edilmesine karşı çıktığını belirterek “İlk itiraz Oğuzhan beyden geldi; ‘Olmaz efendim, artık çok geç, mitingi herkese duyurduk’ dedi ve devam etti: Bizim de istihbaratımız var, bizim ordu ihtilal yapamaz. Çünkü sağ ve sol olarak bölünmüş durumda. Biri yapsa, öteki izin vermez. Demirel’in söylediklerini de iletince, hoca çok kızdı. ‘O bizi hep askerle korkutur zaten’ dedi. Fevkalade sinirlendim; ‘O halde ben de sizin belediye başkanınız değilim’ dedim. Kalktım, kapıyı hızla çarpıp çıktım. Konya’ya döner dönmez vali beyle görüştüm. Dedim ki ‘Hocayı ikna edemedim, istifamı orada şifahi olarak söyledim, ben gidiyorum.’ Vali bey dedi ki ‘Reis bey Konyalı seni seçti, onlara en lazım olacağın zamanda terk edip gidiyorsun. Bu yiğitlik mi?’ Bu lafa cevap bulamadım. Neyse, mitingi yapıyoruz, Erbakan mikrofonu alıp, İstiklal Marşı için bizzat ses verdi. Hep bir ağızdan söylenirken baktım, en önde bazı adamlar ayağa kalkmıyor. Kimin veya kimlerin yaptığını hâlâ bilmiyorum, oturanların hepsi Konya’nın meşhur delileriydi. Mustafa’dan İsmail’e, Selahattin’e kadar ne kadar delimiz varsa, hepsini salıvermişler sokağa. Üzerlerine yeşil kaftanlar, başlarında yeşil sarıklar, boyunlarında koca Mevlana tespihleri. Dışarıdan gelen gazeteciler haklı olarak onları normal adam zannetti. Ertesi gün hoca MSP, ben de belediye adına dilekçe verdik savcılığa ve valiliğe. İstiklal Marşı söylenirken oturanlardan şikâyetçiyiz diye. Bu arada bir de hocayı idare ettim” şeklinde yaşananlara yorum getiriyor.


TANIKLARIN SESSİZLİĞİ SÜRÜYOR


Ülkede süren sağ-sol çatışmasını, artan asayiş olaylarını engellemek, kamusal otorite zafiyetini gidermek için “emir komuta zinciri” içinde yapılan 12 Eylül 1980 askeri harekâtının önemli gerekçelerinden biri de ihtilalin liderleri tarafından 6 Eylül Konya Kudüs’ü Kurtarma ve Milli Gençlik Mitingi olarak gösterilmişti. Dört kişilik tertip komitesi üyeleri tutuklanmış, olaylarla ilgili birçok zanlı gözaltına alınmıştı. Fakat 12 Eylül dönemindeki yargılamalarda bütün zanlılar beraat etti. Mitingde yaşanan olayların sebebi ve failleri bir türlü bulunamadı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, 1987’de yaptığı açıklamada mitingde suç unsuru olmadığını itiraf etti. Oysa, 8 Eylül 1980’da AP Konya İl Başkanı Adnan Ağırbaşlı olayların arkasında “Marksist lisanla konuşanların” olduğunu, “Bugüne dek Konya’da görünmeyen kişilerin” miting alanında olaylara karıştığını iddia ediyordu. Ağırbaşlı’nın bu açıklamalarının asıl sebebinin mitingde yaşanan olaylar değil, aksine AP azınlık hükümetinin Dışişleri Bakanı olan Hayrettin Erkmen’in MSP tarafından verilen gensoruyla ve CHP’nin yardımıyla bakanlıktan düşürülmesi olduğu da iddia ediliyor.

Dönemin Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler, 26 yıl sonra yaptığı açıklamada İstiklal Marşı okunurken oturanların Konya’nın delileri olduğunu öne sürerken, mitingin düzenlenmesine karşı olduğunu da ifade ediyordu. Halbuki İstasyon Meydanı’ndan İtfaiye Meydanı’na kadar MSP kurmayları ve çeşitli İslam ülkelerinin temsilcileriyle birlikte kol kola yürüyenlerden biri de Keçeciler’di.

OLAYLAR ESRARINI KORUYOR


Buna karşın mitingde yaşanan olayların tanıkları 26 yıl sonra da sessizliklerini sürdürüyorlar. Yürüyüş ve mitinge katılanlar, mitingde yaşananlar hakkında konuşmaktan çekiniyor. Araştırma dolayısıyla konuştuğumuz birçok tanık şu an yaptıkları iş ve bulundukları konum dolayısıyla miting hakkında konuşmak istemediklerini, yaşananların 26 yıl önce de kaldığını söylüyor. Onların konuşmaktan çekinen bu tavrı olayların içyüzünün karanlıkta kalmasına sebebiyet veriyo

İstiklal Marşı esnasında Polis Lojmanları’nın önündeki 50 kişilik bir grubun oturduğunu söyleyen ve ismini yazmamızı istemeyen bir tanık olayların asıl sebebinin MSP yandaşı gençlik hareketindeki iç çatışmalar olduğunu ileri sürerek Akıncılar Derneği ile Akıncı Gençler Derneği arasındaki fraksiyon çekişmesinin mitinge kötü bir biçimde yansıdığını belirtiyordu.


Sebep her ne olursa olsun tanıklar cesur bir şekilde olaylar hakkında konuşmayı seçmedikçe miting ve yürüyüş çevresindeki esrar perdesi aralanamayacak.


TEŞEKKÜR


Araştırmaya başladığım andan itibaren arşivini bana açan ve olaylar hakkındaki özel bilgilerini benimle paylaşan Gazeteci Ali Akgül beye, dönemin yerel gazetelerine ulaşmamı sağlayan İl Halk Kütüphanesi Müdürü Hasan Coşar beye, elindeki miting fotoğraflarını gazetemiz okurlarıyla paylaşmayı kabullenen Kemalettin Nokta beye yardımlarından dolayı teşekkür ederim. Olaylar hakkında konuşmasalar da benimle görüşmeyi kabul eden tanıklara da şükranlarımı iletirim.


9 Eylül 2006/Memleket


28 Ağustos 2025 Perşembe

Türk edebiyatının dini temelleri

 Türk modernleşmesinde zihniyet kalıplarının oluşumu sürecinde önemli kanallardan biri de edebiyattır, yani özellikle Türk edebiyatı. 19. yüzyıla tarihlenen Batılılaşma sürecinin önemli parçası olan edebi metinler modernliğin gerekliliği, temsili ve toplumsal düzenin yeniden inşası için gerekli işlevini üstlenirler. Esasen Türkiye'de modernleşmenin öncelikle zihinsel planda gerçekleşmesi beklenen bir şeydir, çünkü iktisadi modernleşme elitlerin bu yöndeki bütün arzu ve isteğine rağmen epey güç ilerler. Batılılaşma sürecinde din ile kurulan negatif etkileşimin ifade biçimlerine edebi formlarda sık sık rast gelmemiz boşuna değildir. Bu süreçte İslam ile edebiyat arasında mesafenin çoğaldığını görürüz. Ancak 1960'lı yıllardan itibaren modern ifade formları içinde dini hassasiyetlerin şiir, roman, hikâye ve tiyatro gibi edebi türlerde verilmiş metinlerle İslami endişelerin de dile getirildiğini görürüz.

Dini sembollerin ve düşüncelerin modern kurgu dünyasına dahil edildiği bu vetirede İslam'ın yeni/modern olanla kurduğu ilişkilerin biçim ve usullerine ilişkin hususları da Türk edebiyatı bağlamında yeniden düşünmek gerekiyor bir bakıma. Türk edebiyatının macerasında "edebiyat ve din ilişkisi"nin tuttuğu yer, bu macerada söz konusu ilişkinin niçin ve nasıl yer aldığı, modernite ve din kavramlarının gerilimin içinde Türk edebiyatında bu kavramları hangi referansların karşıladığı gibi sorular edebiyat ile din arasında kurulan ontolojik ve epistemolojik ilişkinin geçmişine ve günümüze yansıyan hallerine bu çerçevede ışık tutuyor.

Başlangıç destanlar

Genel Yayın Yönetmenliğini Yunus Badem'in yaptığı Tezkire dergisinin 91. sayısının "Edebiyat ve Din" dosyası, beş araştırma makalesi, bir çeviri, üç eser analizi ve bir söyleşi içeriyor. Editörlüğünü Kadriye Alev'in üstlendiği dosyada yer alan ilk makalede İsmail Güleç, din ve edebiyat ilişkisinin kopmaz bir şekilde insanlığın başlangıcından beri sabitlendiğini belirterek klasik Türk edebiyatının dini temellerini kazı çalışmasına tabi tutuyor. Güleç, Türk edebiyatının dinle ilişkisinin destanlardan başladığı bir izlek göstererek edebiyatın İslam'la zenginleşen biçim ve muhtevasının toplumsal hayata da akarak çok katmanlı bir etkileşim sunduğunu belirtiyor. Güleç verdiği örneklerle hem dinin edebiyatı zenginleştiren taraflarını hem de edebiyatın dini inancı kuvvetlendiren ve yaygınlaştıran taraflarını zikrediyor. Edebiyat ve din ilişkisini ontolojik düzlemde tartışan Şaban Sağlık ise makalesinde her medeniyetin mutlaka bir dinin hayatla irtibatından doğduğunu belirtiyor. Edebiyatın milletin ayırt edici karakterlerinden biri olduğu gerçeğiyle hareket eden Sağlık, dil-kültür-estetik ve medeniyet ilişkisini irdeliyor. Sağlık Türk edebiyatının temsil odaklı estetik anlayışından taklit merkezli estetik anlayışına dönüşümünü hikâye/öykü, nesir/şiir üzerinden çözümlüyor.

Dergide ayrıca Ercan Yılmaz'ın "Ne Natuk u Ne Hamuş: Hüsn ü Aşk'ta Bir Kök Metafor Olarak "Nur-ı Siyeh", Ali Osman Tokalı'nın "12 Mart Romanları Kanonu İçinde İslami Romanların Yeri Niçin Yok?", Esra Fahriye Poyraz'ın "Tanrı'nın Çekip Gittiği Dünyanın Epiği: Roman", Alfian Eka Purnama'nın "Modern Türkiye Bağlamında Orhan Pamuk'un Kar romanında İslam'ın Temsili" başlıklı makaleleri yer alıyor. Bu makalelere Yasin Aktay'ın Hans-Georg Gadamer'den çevirdiği Estetik ve Dini Deneyim adlı makale eşlik ediyor. Dosyqa editörü Kadriye Alev dosya için Edebiyat ve din ilişkisi üzerine Ömer Lekesiz'le de söyleşmiş.


29 Temmuz 2025 Salı

Dünya siyasetinde orman kanunları dönemi

 7 Ekim 2023 belki hem Ortadoğu'da hem de dünyada var olan bütün gerçekliğin değişmeye başladığı bir tarihi işaretler, El-Aksa İntifadası ve ardından İsrail'in Gazze'ye hunharca saldırısının başladığı bir tarihtir bu. Bu intifada ve akabindeki soykırımla birlikte nasıl bir illüzyon içine yaşadığımız açığa çıkmıştır handiyse. 32 ayı aşkın bir süredir İsrail'in Gazze'de hiçbir ahlaki ölçüt tanımayan katliamı 1948 Nekbe felaketinden bu yana Filistin halkının çektiği çilenin en kötü bölümüdür belki de: 60 binden fazla Gazzeli'nin şehadetine sebebiyet veren bir soykırımdır yaşanan. 1948'de Nekbe'den beri yaşanan olaylar "etnik temizlik" olarak adlandırılabilirken doğrudan şu anda Gazze'de yaşananlar kelimenin tam anlamıyla soykırım ya da Arapça ifadesiyle Karithadır. Hiçbir uluslararası, insani ya da ahlaki ölçüt tanımayan bu soykırıma başta Avrupa ve ABD olmak üzere küresel hegemonya sahiplerinin verdiği destek ilkin sistemik bir düzensizliği yansıtıyor görünse de esasen sistemin bizatihi bizim "sistemik düzensizlik" olarak adlandırdığımız şey olduğunu da düşünmemizi engellemiyor, aksine bu yöndeki düşünceleri savunmayı kolaylaştırıyor.

Soykırımın üç boyutu

Senegal doğumlu Lübnanlı bir sosyalist Gilbert Achcar. Halen Londra Üniversitesi Ortadoğu ve Afrika Uygarlıkları Araştırmaları Okulu'nda profesör olarak görev yapıyor. Türkçe'ye Gazze Felaketi olarak çevrilen kitabı Achcar'ın büyük kısmı Al-Quds al-Arabi'de yayınlanmış makalelerinin bir seçiminden müteşekkil. Kitabında üç boyutu bir araya getiriyor Achcar. Gazze soykırımından önce, Siyonizmin kökenlerinden HAMAS'ın Gazze'de idareyi ele alması ve ardından İsrail'in gerek abluka gerekse şedit saldırılarla Gazze üzerindeki baskısını sürdürmesini de içeren uzun ve hazin bir tarihin gözlemi o boyutlardan ilki. Ele aldığı konuları sürekli tarihsel bir bağlama ve perspektife oturtmaya çalışması da sözü edilen boyutlardan ikincisini teşkil ediyor. 7 Ekim 2023'te başlayan İsrail soykırımından 2025'e kadar uzanan olaylara ilişkin gözlemleri ise aynı tarihsel bağlam ve perspektifle yorumlanıyor. Kitaptaki yazıların üçüncü boyutunda Gazze'de yaşanan trajedinin çeşitli yönlerine daha yansız ve kapsayıcı bir perspektifle bakmayı hedefleyen müellifin bu trajedi karşısında nasıl "yansız" ve "kapsayıcı" bir perspektif edindiğini merak etsek de sosyalist bir bakış açısının o merakımızı giderdiğini söylemeli: HAMAS eleştirileri ile İsrail toplumu ve rejiminin aşırı sağa kaymasınıaşırı sağın dünya genelindeki yükselişi ve Batı liberalizminin gerileyişi. Gazze soykırımını bu bakımdan dünya tarihinde bir dönüm noktasına çeviriyor bu iki şey.

Entelektüel açıdan dürüst ve erdemli insanlardan hiçbirinin Gazze örneğindeki soykırımı görmemesinin imkânsız olduğunu belirten Achcar, bu soykırımın faillerinin Avrupa'da mevcut jeopolitik transatlantik Batı'nın parçası olan tüm ülkelerin aktif ya da pasif suç ortaklığıyla (daha sonra da kenardan izlemeleriyle) Nazi soykırımının esas kurbanları olmanın ahlaki mirasını üstlenmek gibi özel bir niteliğe sahip olduklarını ifade ediyor. Gazze soykırımına yol açan şeyi İsrail'in 'sıfır risk' yaklaşımı, Gazze şeridini tamamen işgal etme kararlılığı, neo-faşistler ile neo-Nazilerin denetimi altında yaşanmışlık, İsrail ordusunun canice öfkesiyle Filistinlilerin insanlıktan çıkarılması etmenlerinin oluşturduğu bileşim olarak niteliyor. Achcar, Batı'nın 1945'te verdiği ve 1990'da yenilediği hukuk devleti vaadinin bu soykırımla birlikte onulmaz biçimde öldüğünü, artık orman kanunlarının dünya çapında geçerli hale dönüştüğünü vurguluyor.