bir
Unutma ki niyetimiz
halis olunca anlamlar da halis olur ve bil ki sen de ben de halis niyetli iki
insanız. Teşekkür ediyorsun bunu söylediğim için, ama doğruyu
söyledi diye bir insana teşekkür edilmez, çünkü doğruyu söylemek ifa
edilmesi gerekli bir görevdir zaten.
Eğer ben ya da sen bozuk niyetli olsaydık iki şık olurdu önümüzde. Ya bu konuşma hiç
olmazdı ya da başka türlü gelişirdi. El’an bir söyleşi yürüttüğümüze, yani ikinci
şık olmayacağına göre
bu sohbetin bu ana kadarki gelişiminden başka türlü gelişmesi
de iki veya üç farklı devam yolu içerir. Devam yollarının ilkinde kavga ediyor
olabiliriz, ikincisi ise bunun tam zıddı bir hal olabilir. Bir başka devam yolu
daha var ki bu ilk ikisinden daha çok önemsenmesi gereken bir yoldur.
Üçüncüsünü diyorum, sohbet ya da söyleşi dediğimiz halin olmadığı hali. Bu
anlamda aramızda bir diyalog değil, bir monolog olabilir; monolog demişsem şu
“ara” kelimesi de yersizleştiği için aradan çıkarılması gerekir.
Bütün bunları sana söylüyorum, çünkü bu diyalog
boyunca zihnimin nasıl çalıştığını fark etmeni istiyorum. Zihnimin nasıl
çalıştığını, ne kadar işlek olduğunu zaten bildiğini biliyorum. Ama kasdım
zihinsel çalışmanın malzemesini dönüştürürken benimsediği usul, işe koştuğu
fonksiyonlar değil salt; bunlarla birlikte asıl kasdım çalışmanın biçimi. Fark
ettiğin üzere algoritmik bir zihnim var, duygusuz ve analitik. Biliyorsun ki
düşünme eylemine duygu girdiği andan itibaren sırf zihin değildir işleyen, ruh
ve kalb de devrededir
Konuşmamızın seyri üzerine az önce sana sunduğum
düşünme biçimi bir yerde kalbsiz bir düşünme biçimidir ve aynı şekilde
ruhsuzdur. Konuştuğum kişi sen ya da bir başkası olmuş konuşmamda ruh veya kalb
yoksa çok bir şey fark etmez. Oysa bil ki dostum, bu konuşmada, bu söyleşide
beni çeken unsur işte tam da bu, bu farkın oluşu. Bil ki bu farklılıktır beni
susturan. Seni önemseyişim, senin ağzından çıkacak her kelimeye verdiğim değer.
Eğer, dostum, benim senin kelimelerine verdiğim değeri bilmiş olsaydın konuşmak
da senin için en az susmak kadar değerli olurdu. Çünkü bilirdin ki seni
susturan da benim kelimelerimin senin için taşıdığı kıymettir.
iki
İnsan için kudema hep hayvan-ı natıka demiş,
“konuşan canlı.” Konuşmak ile düşünmek arasında da derin bir bağ kurmuşlar,
doğru düşünmenin ilm-i usulünü “mantık” olarak niteleyerek. Oysa sen de ben de
biliyoruz ki, içinde bulunduğumuz toplumlar, şu modernler yani, düşünmeyi sırf
akli kılıp hisseden, yani sevinen, üzülen, acı çeken, neşelenen varlığı ondan
ayırt etmeyi de düşünmenin asli unsuru kılmışlar. “Öznellik” demişler üstelik
bütün bu duyguları ifade etmeye. Belli bir alana, “edebiyat”a hapsetmeleri
belki bu yüzden bu duyguların ifade edilmesini. “Duyguları işe karıştırma!” en
önemli düsturu olmuş bir bakıma bu yüzden modernlerin. Duygular çünkü zihinsel
üretimin verimliliğini düşüren, bu faaliyetten umulan kârı asgariye indiren
marazlar olarak görülmüş. Benim suskunluğumun sana kırılmam yüzünden meydana geldiğini
düşünmen, beni “duygularımı sürekli devrede tutmakla” itham etmen de bu
sebepten bir bakıma. Oysa dostum modernlerin düşünme faaliyetinin marazı olarak
küçümsedikleri “öznellikler”, biraz daha düşünülürse görülecektir ki, düşünme
faaliyetinin kök saldığı topraktaki minerallerdir bir yerde. Düşünce ağacının
kökleri bu minerallerden beslenerek büyütürler o pek sevdiğimiz, esansı bizi
sarhoş eden, tadı sürekli dimağımızda yer etmiş meyveleri. Kimi düşünür,
dostuyla kavga etmiştir de “kavga yazıları” bile kaleme almış, fikri üretiminin
en nadide parçaları arasına bu kavga tonu yüksek metinleri ekleyebilmiştir
Nietzsche gibi. Kimi ise, kendi düşüncelerinin öznelliğine öyle bir biçimde
hapsolmuştur ki, fikir mimarisinin aslını esasını çökerteceğini düşündüğü maddi
gerçeklikleri bile inkar etmeyi tercih etmiştir, Pluton gezegeninin
bulunmasından bir hafta önce felsefi sisteminin bir gereği olarak artık güneş
sisteminde başka gezegen olmadığını savlayan Hegel gibi.
Ama haklısın dostum düşünme faaliyetini tamamen
duygulara endeksli “düşünmek” de yanlış olacaktır. İlkokul çağlarından beri
bildiğimiz bir şey: Bütün güven sermayemizi beş duyumuza yatırmak bizi kolayca
yanıltacak çıkarımlara yol açacaktır elbette. Aynı şekilde bütün fikri
birikimimize duygularımızı yönetici atamamız da hata olacaktır.
Söyleşmek dostum, bazen susup bazen konuşarak, bazen
düşünüp bazen hissederek, bazen şen çığlıklarla el çırpıp hayret ederek
varoluşumuza, bazen şu hazin dünyanın gidişatı karşısında içerlenip
öfkelenerek, bazense içlenip ağlayarak söyleşmek. Sesini duymasam da, yüzünü
görmesem de senin hemen yanı başımda, belki karşımda şekerini karıştırdığın
çayın bardağından çıkan şıkırtıları, kaşlarının inip kalkmalarını, göz
kapaklarını kırpıştırmanı, seni dostum bu “sonsuz söyleşi”nin her anında bana
cevap üreten öznelliğini hissetmiyor değilim.
Benzerim, dostum, kardeşim…
Cafcaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder