18 Ağustos 2024 Pazar

Öngörülebilir, güvenilir bir radikal

 Çağdaş İslam Düşüncesi'nin Türkiye'deki görünümü açısından İslamcılığın muallim-i sanisi saydığımız merhum Sezai Karakoç'un sadece şair olmadığını, bununla birlikte "diriliş" olarak toparladığı daha şûmüllü bir projeyi dile getirdiğini belirtmek gerekir. Günümüz Türkiye'sindeki bütün İslamcıların/Müslümanların sık sık başvurdukları eserleriyle Sezai Karakoç modern dönemlerdeki "İslam Medeniyeti" ve hatta "medeniyet" tasavvurunun kurucu imzaları arasında sayılmalıdır.

Sezai Karakoç'un siyasi düşüncesini çözümleme maksadıyla yazdığı kitabında İbrahim Durmaz, onun bir yandan geleneksel İslam siyasi düşüncesinden güç alarak bir yandan da modern politik tasavvurlara ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik eleştiriler getirerek yeni bir tarih felsefesi inşası dolayımıyla kendine has ve özgün bir siyaset düşüncesi geliştirdiğini vurguluyor. İbrahim Durmaz'a kalırsa bu minvalde Sezai Karakoç siyasi düşüncesini geleneksel İslami siyasi düşüncelerden yola çıkarak ahlak zemininde 'sanat olarak siyaset' tarzında oluşturur. Modern politik eleştirilerini bir yandan klasik organik evren tasavvurlarından güç bularak bir yandan da romantizm ve varoluşçuluk gibi modern akımlardan yararlanarak birtakım paralellik ve zıtlık açısından dile getirir.

Yeni bir tarih felsefesi

Sezai Karakoç'un yeni bir tarih felsefesi kurma çabasında, bir taraftan dini/tasavvufi yorumları, bir taraftan da kadim ve geleneksel çevrimsel tarih anlayışı çerçevesinde Gazzali, İbn Arabi ve Mevlâna yorumları yer alır.

Durmaz, çözümlemesinde herhangi bir dönem, kavram ya da kişi üzerinden karşılaştırma yapmıyor. Bunun yerine öncelikle medeniyet kavramını Sezai Karakoç fikriyatının ana çatı kavramı olarak belirleyerek çağdaş İslam düşüncesinde İslam medeniyeti tartışmaları bağlamında münhasıran ve karşılaştırmalı olarak inceliyor. Siyaset, şehir, devlet/İslam devleti, Doğu/Batı, Batılılaşma, teknik, demokrasi, şûra, emanet, ideoloji, parti gibi kavram ve fenomenler de yeri geldikçe bu karşılaştırmalı incelemede yer alıyor.

Sezai Karakoç'un 20. yüzyıl düşünürü olduğunu, onun görüşlerinin 1940'lardan 2000'lere uzanan İslamcılığın ikinci ve üçüncü nesillerinde daha çok etki bulduğunu belirten Durmaz Karakoç'un fikir ve eylem dünyasını çağdaş İslam düşüncesi içindeki yerini dönem, kimlik ve şahıslar bakımından belirlemek için bazı mihenk noktalarını vurguluyor: Kimlik olarak muhafakârlık-milliyetçilik döneminden (1925-1960) etkilenerek radikal- entelektüel(1960-1980) uyum ve entegrasyon dönemine (1980-2000) denk gelen bu fikir ve eylem dünyası şiir açısından Mehmet Akif Ersoy ve Necip Fazıl Kısakürek'ten sonra ancak İsmet Özel'den önceye yerleşir. Durmaz, esasen çağdaş İslam düşüncesinde ulemadan üdebaya bir geçiş süreci yaşandığını, Sezai Karakoç'un içinde yer aldığı hattın bu sürecin ana kolu sayılması gerektiğini vurgular. Ayrıca bu fikir ve eylem dünyasını farklı şeyler konuşma ve ana-akım sloganlara muhalif olma bakımından Namık Kemal-Said Halim Paşa-Nurettin Topçu hattında değerlendiren İbrahim Durmaz bu silsileyi sosyolojik paradigmayı merkeze alarak değerlendirdiğimizde de silsilede yer alan Said Halim Paşa yerine Ziya Gökalp'in geçirilmesinin uygun olacağını düşünmektedir.

18. yüzyıldan itibaren bilgi öznesi ve nesnesinin değişmeye başladığını teoloji/fıkıhtan ideoloji ve sosyolojiye geçiş sürecinin yaşanmaya başladığını söyleyen Durmaz bu süreci Osmanlı/İslam dünyasındaki kilometre taşının da ulemadan üdebaya geçiş süreci olduğunu belirtiyor.

Kitabında, Sezai Karakoç'un, geleneksel dünyayı kalıp olarak modern dünyaya taşıma niyeti olmadığını belirten Durmaz, Karakoç'un 'ortalamacı' olmadığını özellikle belirtir: "O köktenci ve radikaldir. Fakat öngörülebilir, güvenilir, 'elinden ve dilinden emin olunan' bir radikal. Çünkü hayatın ve inancın, ortalamadan epey uzak gerçekliğine inanır."


10 Ağustos 2024 Cumartesi

Sosyal teoride ve gerçekte 'sınır'

 Hayatımızın hemen her alanında karşılaştığımız fenomenler arasında sınır kavramıyla işaret edilen gerçeklik özel bir yer tutar handiyse. İçeri-dışarı, burası-orası, biz-öteki, yerli-yabancı vb. ayrıştırmaların genellikle sınır çizme işlemi olduğunu biliriz. Bu anlamda sınır çizmek yaşadığımız gerçekliği ayırma ve farklılaştırma amacı taşır elbette. Sözgelimi "burası ve orası" şeklinde yaptığımız ayrım, sosyo-politik mekandaki farklılaştırmalarımızı ifade ederken "iç ve dış" güvenlik kaygılarımıza tekabül eder. Biz ve öteki ayrımı kolektif bilinci ve toplumsallaştırmayı ifade ederken yerli ve yabancı da köklülüğe ve sahipliğe işaret eder. Neticede sınır çizme ya da belirlemenin yeniden anlamlandırmak, tanımlamak ve sonuçta ayırmak, ayrım yapmak anlamlarına gelmesi kaçınılmazdır.

Özellikle 1990'lı yıllardan itibaren SSCB ve Yugoslavya'nın dağılması, AB benzeri ulus ötesi yapılanmaların yaşanması sonrası sosyal teoride teritoryal sınırların sosyal olgulara sahne olarak görülmesi ile birçok disiplinde sınır çalışması yapıldı. Önemli bir mesafe de kat edildi elbette. Özellikle günümüzde, yani devlet, toplum, teritorya ve sınır arasındaki ilişkilere dair kurgulanan teorilerin bu ilişkilerin özelliklerinde gerçekleşen değişimlerle birlikte yenilenmesinin gerekli olması sebebiyle, sınır, sınır-ötesi, ara bölge, sınır bölgesi, sınırlararasılık, göç, kültür, kimlik gibi konuların sosyal teori disiplinlerinin başlıca nesnesine dönüştüğünü görüyoruz. Sosyolojinin de bundan azade olmadığını söylemek gerekiyor.

Sınırların toplumsal teorisi

Yılda iki kez yayınlanan uluslararası hakemli bir dergi Sosyoloji Divanı. Baş editörlüğünü Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden Prof. Dr. Ahmet Koyuncu'nun yaptığı derginin 23. sayısının dosya konusu: Sınır. Sosyoloji Divanı'nın dosya bölümünde yedi makale yer alıyor. İlk iki makale sınırların sosyal teoride nasıl ele alındığını incelerken diğer makalelerin dördünde Türkiye'nin sınır bölgelerinde gerçekleştirilmiş saha araştırmaları bulunuyor. Dosyada yer alan ilk makalede Ferhat Tekin sınır çalışmalarının temel özelliklerine değinmesinin akabinde bu çalışmalarda öne çıkan bakış açılarına bağlı kalarak temel farkların, kopuşların ve sürekliliklerin neler olduğunu ve sınırların toplumsal teorisinin nasıl kurulduğunu inceliyor. İkinci makalede ise Hakan Ünay, uluslararası ilişkiler perspektifiyle ele aldığı sınırlara ve sınır duvarlarına bakışı realizm çerçevesinden irdeliyor.

Türkiye-Gürcistan sınırının sosyal, ekonomik ve kültürel yapısını anlama bakımından saha çalışmasını burada gerçekleştiren Kerem Özbey makalesinde düzensiz göç ve informel ekonomik örgütlenmenin bu bölgedeki sosyo-kültürel yapıyı nasıl dönüştürdüğüne odaklanıyor. Gaffar Derin ve Suvat Parin, Türkiye-İran sınırındaki Başkale ve Saray içlerinin sınır köylerindeki aşiret ve akrabalık ilişkilerini, kaçakçılık faaliyetlerini konu ediniyor. Emine Akman ve İlhan Oğuz Akdemir'in ortak makalelerinde ise Türkiye-Irak sınırındaki insanların gündelik hayat pratikleri; sınır güvenliği, göç ve ekonomik ilişkiler temaları çerçevesinde irdelenerek "siyasi sınır" ile sosyal sınır" arasındaki paradokslar tartışılıyor. Gizem Ayşe Arıkan Akçay'ın makalesinde ise Türkiye-Suriye arasındaki sınır duvarının Kilis'teki pasaj esnafının sınır ticaretine etkileri ve ne tür değişimlere yol açtığı irdeleniyor. Dosyada ayrıca Ertan Özensel tarafından yazılan saha araştırması yer alıyor. Kırgızistan-Tacikistan sınırındaki Batken şehrinin Ak-Say köyünde ikamet eden sınır boyu insanlarının sınır çatışmaları nedeniyle oluşan sosyo-politik ve sosyo-psikolojik hal ve algılarını konu edinen Özensel "...kaygı, ümit ve kararlılık arasında bir hayat, Ak-Saylıların yaşam felsefelerinin değişmez parçası haline gelmiştir" sonucuna ulaşıyor.

Derginin Kenar Kayıt, Hayat Sahnesi, Kitaplık bölümlerindeki çeşitli yazılar da dosyayı takviye ediyor. Dosyada ayrıca Elisabeth Vallet ve Victor Konrad'la yapılmış röportajlar da bulunuyor.

2 Ağustos 2024 Cuma

50 yıldaki değişim 500 yıldakinin üzerinde

 Uluslararası Yayıncılar Birliği'nin eski başkanı ve Oxford Üniversitesi, Bloomsbury, Macmillan gibi dünya çapında önde gelen ve prestijli çeşitli yayınevlerinde üst düzey yöneticilik görevlerinde bulunmuş bir isim Richard Charkin. Charkin yayıncılık dünyasında geçirdiği elli yılı kişisel anılarıyla bezeyerek anlatırken bu elli yıllık süreçte analog yayıncılıktan dijital yayıncılığa sektörün değişen dinamiklerini irdeliyor, bunlara ilişkin okuyucuya perspektifler tedarik ediyor.

1972'den 2022'ye kadarki 50 yıllık bir süreci kapsayan zaman dilimini konu edinen Charkin'e göre bu elli yılda yayıncılık dünyasında yaşanan değişimler önceki 500 yılda yaşanan değişimlere nazaran daha üstün sayılır. Bu 50 yılda ticari, kurgu ve kurgu dışı, akademik ve bilimsel dergiler, tıp kitapları, çocuk edebiyatı, eğitim, sözlükler ve referans kitapları gibi yayıncılığın hemen her türünde çalışan Charkin köklü kurumlarda, aile şirketlerinde, halka açık şirketlerde ve yeni şirketlerde de bulunmuş.

1972'de Harrap adlı aile şirketinde başladığı editörlükten 2022'de Bloomsbury yayınlarındaki son gününe kadar yaşadıklarını aktaran Charkin elli yıl içinde yayıncıların ofislerinin yanısıra çalışanlarının, çalışma kültürünün, iş uygulamalarının ve bunların yanısıra başka birçok şeyin de değiştiğini vurguluyor. Sözgelimi 1972'de Harrap ofisinin duvarları bile sigaradan dolayı sararmışken 2022'de Bloomsbury ofislerinin kesinlikle sigara dumanı kokmadığını belirten Charkin, binanın hemen önünde ya da yanında bile sigara içmenin yasak olduğunu belirtiyor.

Bugün yayıncılığa giriş bariyerlerinin daha kolay atlandığını söyleyen Charkin, 1970'lerin başında Harrap'ta dizgi değişiklikleri çok pahalı olduğu için redaksiyonun çok ciddiye alındığını belirterek kitabın üretim maliyetinin genellikle beş katıyla fiyatlandırılması gibi bir kural olduğunu vurguluyor. Gelişen dijital baskı ve pazarlama teknolojileriyle birlikte start-up kültürünün yaygınlaşmasına dikkat çeken Charkin deneyimli editörlerin yerleşik şirketlerden ayrılarak kendi işlerini kurabildiklerine işaret ediyor.

Sermaye ile kitap ilişkisi

Yayıncılığın hiçbir zaman sermaye yoğun bir sektör olmadığına dikkat çeken Charkin bu tezini teyit için elli yıl boyunca ister risk sermayedarı ister kurumsal finansör olsun herhangi bir tür üçüncü taraf yatırımcıyla nispeten az işinin olduğunu belirtiyor. Oysa bunun tersine yayıncılığın yatırımı mümkün kılmak için kullanılabildiğini ifade eden Charkin, Pergasmon yayınları örneğini vererek "akademik ders kitabı ve dergi yayıncılığından elde edilen güvenilir kazançlar Maxwell'in spekülasyon yapmasına, daha riskli yatırımlara girişmesine ve diğer sektörlerdeki şirketleri satın almasına imkân sağlamıştı" satırlarına kitabında yer veriyor.

Dijital kültürün, internetin yaygınlaşmasıyla birlikte yayın pazarlamasının da değiştiğini, artık gerek kitapçı gerekse de kitap eleştirmenliğinin öneminin azaldığını ifade eden Charkin "kitap satışlarında ne fark yaratıyor?" sorusuna tüketici tercihlerini etkileyen asıl unsuru vurgulayarak bir cevap veriyor: "Sosyal medya kampanyası ya da kitabın tanınmış okurlara ulaşması."

Okuyucu alışkanlıklarının değişimi ile yayıncılık anlayışının değişimini, yayıncıların kapıldıkları para kazanma hevesiyle önce süpermarketlerde kitaplarının satışlarına yönelmeleri, ardından süpermarketlerden yaşanan büyük kitap iadeleri gibi sorunlarla karşılaşmaları dijitalleşme sonrası yaşanan kitap yayıncılığının sanattan bilime mi dönüştüğü sorusunu soran Charkin elli yılda yaşanan değişimleri de şöyle özetliyor: Anglo-Sakson yayıncılık dünyasında üst düzey yönetim kademelerinde neredeyse tamamen erkeklerden yüzde ellinin üzerinde kadınlara doğru yaşanan büyük değişim. İşe giriş bariyerlerini aşmada yaşanan büyük değişim. Teknolojik değişim. Artan okuryazarlık. Ulaşılacak pazarın giderek genişlemesi.

Charkin, bütün bu değişimlere rağmen ya da tam tersine onlar sayesinde yazmanın, okumanın ve yayıncılığın geleceğinin hâlâ güvencede olduğunu düşünüyor.