27 Haziran 2025 Cuma

Acı üzerine kurulan endüstri

 Herhangi bir adalet mefhumuna sığmadan ve mer'i uluslararası hukuk açısından da herhangi bir meşruiyeti bulunmadan Ekim 2023'ten beri Gazze'de süregelen İsrail şiddeti ve soykırımının kendisine yöneltilen eleştirileri saptırmak için sık sık başvurduğu söylemlerden ilkidir Holokost. Hatta bu söylem aracılığıyla sadece Almanya'nın değil, birçok Almanya'ya benzer ülkenin de bir nevi rehin alındığı düşünülebilir.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazi Almanya'sında vuku bulan Yahudi katliamlarını adlandırmak için kullanılan Holokost özellikle 1967 sonrasında ideolojik bir tür silaha döndürüldü ve İsrail'in Holokost kurbanlarının kurduğu devlet imajı oluşturuldu. Holokost söyleminin Nazi Holokostunun ideolojik bir yansıması olduğunu ileri sürdüğü ve Türkçeye Holokost Endüstrisi: Yahudi Acılarının İstismarı adıyla çevrilmiş kitabında Norman G. Finkelstein bu söylemin merkezindeki dogmaların hatırı sayılır ölçüde politik ve sınıfsal çıkarları muhafaza ettiğini de söylüyor. Holokost söyleminin vazgeçilmez bir ideolojik silah olduğunu vurgulayan Finkelstein bu silahın kullanılmasıyla insan hakları geçmişi son derece korkunç olan İsrail'in kendisini "kurban devlet" olarak lanse ettiğini, ABD'deki en başarılı etnik grubu olan Yahudilerin de aynı sahte kurban statüsünden faydalandığını belirtiyor. Finkelstein'a göre bu sahte kurbanlık statüsü hem hatırı sayılı zenginliklere yol açıyor hem de eleştirilere karşı bir dokunulmazlık kazandırıyor. Fakat bu dokunulmazlıktan faydalananların ahlaki yozlaşmadan kaçmaları mümkün olmuyor.

Paha biçilmez bir koz

İsrail'in 1948'de kurulmasından Altı Gün Savaşları'nın yaşandığı 1967 Haziran'ına dek Amerikan Yahudi elitlerinin gündeminde Nazi Holokost'unun olmadığı tespitini yapan Norman Finkelstein, savaştan sonra Holokost'un Amerikan Yahudilerinin hayatlarının bir parçasına dönüştüğünü ifade ediyor ve şunları ekliyor: "Amerikan Yahudiliği Haziran Savaşı'ndan sonra Nazi Holokost'unu istismar etmeye başladı. Holokost, ...ideolojik olarak bir kez biçimlendirildikten sonra, İsrail'e yönelik eleştirileri saptırmak için mükemmel bir silah olduğunu kanıtladı... Burada vurgulanması gereken Holokost'un Amerikan Yahudi elitleri için de İsrail'le aynı işlevi gördüğüdür: Yüksek bahisli bir iktidar oyununda paha biçilmez bir koz."

Finkelstein'ın işsiz kalması, sürgün hayatı yaşaması ve Filistin'e girişinin yasaklanması gibi birçok meseleye yol açan kitabında başta ABD olmak üzere hemen tüm Batı ülkelerinin İsrail'e açık destek vermesi ve İsrail sorununun halihazırdaki politik iklimden bağımsız bir şekilde Nazi Holokost'uyla yorumlanmasının üretilen Holokost ideolojisi sayesinde olduğunun altını çizen Finkelstein oluşturulan bu suni konsensusa muhalif herkesin antisemitist olarak yaftalandığını da belirtiyor. Üretilen bu söylemle Yahudilere mutlak bir masumluk atfediliyor, İsrail ve Amerikan Yahudiliği de meşru eleştirilerden korunuyor. Holokost söylemiyle Yahudilerin çektiği çilelerin benzersiz, çünkü Yahudilerin benzersiz kılınmaya çalışıldığı dogmatik ortamda entelektüel bir terör de estiriliyor.

Finkelstein antisemitist yaftası takılamayacak biri, çünkü hem Yahudi hem de anne ve babası Nazi kamplarında yaşamış ve oralardan canlı çıkmışlar. İsrail'e karşı çıkışının temelinde de bu var: Anne babasının yaşadıklarının çok daha fazlası bizatihi Filistinlilere yaşatılıyor. Kendilerini savunmaktan bir şekilde aciz bırakılmış insanlara efelenmek belki de ABD'de yoğunlaşan Siyonist elitizmin en önemli göstergesi.

12 Haziran 2025 Perşembe

İslam dairesi içinde erkeklik ve kadınlık tasavvurları

 Günümüzde cinsiyet rolleri ve kimlikleri etrafında oluşturulan ilginç bir literatür ve süreç var. Bu rol ve kimlikler sık sık tartışma konusu edilip sorgulanıyor ve yeniden tanımlanıyor. Bu süreçte geleneksel değerler ve normların yanı sıra dini ve kültürel kodlar da yeniden biçimleniyor. Sosyal bilimler alanında üçüncü bir cinsiyetin varlığından söz eden yaklaşımlar kadar biyolojik cinsiyeti tamamen reddeden teorilere (queer) de rastlanıyor. Bu süreç ve tartışmalarda cinsiyet rol ve kimliklerinin akışkan ve müzakereye açık hale gelişi de çarpıcı bir nitelik.

Geleneksel roller, modern talepler

Editörlüğünü Saadet Bayazıt'ın yaptığı Tezkire'nin "Müslüman Erkekler ve Müslüman Kadınlar" dosyası, İslam dairesi içinde erkeklik ve kadınlık tasavvurlarının geçmişten geleceğe nasıl aktığı, modern dünyanın meydan okumalarıyla nasıl yüzleştiği ve bu yüzleşmenin ne tür imkân ya da sorunlar ürettiğini tartışıyor. Dosya bu niteliğiyle mezkûr radikal sorgulamalara karşı Müslüman düşüncenin nasıl bir tavır alması gerektiğini de problematize ediyor. Dosyada bulunan yedi akademik makale, iki söyleşi ve bir çeviri metni İslam'ın adalet, eşitlik ve toplumsal roller konusundaki tutumunun yorumlarından geleneksel fıkıh müktesebatı ile modern yorumlar arasındaki gerilimlere, feminist teorinin İslam'la kurduğu etkileşimden muhafazakâr modernleşmenin ürettiği yeni erkeklik ve kadınlık tasavvur ve formlarına kadar geniş bir çerçevede ilginç tartışma zeminleri oluşturuyor. Bu tartışma zeminlerinin en önemli soruları geleneksel rollerle günümüzün toplumsal talepleri arasındaki denge problemi ve dini sabitelerle güncel toplumsal değişimler arasındaki etkileşimin biçimi olarak görünüyor. Dosya bu sorularla yüzleşme biçimlerini anlamaya dönük zengin bir içerik sunmayı amaçlarken aynı zamanda kadınlığı ve erkekliği sadece birer biyolojik ya da toplumsal kategori değil, ayrıca fikri ve tarihsel bir miras olarak ele almayı öneriyor. Dosyada yer alan makalelerin cevap aradığı temel soruysa açık: Din ve cinsiyet arasındaki ilişkiyi ne geleneksel kalıpların ağırlığına ve başına buyrukluğuna ne de modern akışkanlığın savrukluğuna teslim olmadan nasıl kurabiliriz?

Dosyanın ilk makalesinde Mustafa Çevik toplumsal cinsiyetin (gender) doğasına dair süregelen tartışmaları Simone De Bouvier'den Judith Butler'a uzanan bir atıf zinciriyle biyolojik determinizm ve sosyal konstrüksiyon yaklaşımlarını harmanlayarak ele alıyor. Çevik, yazısında toplumsal cinsiyetin tarihsel olarak inşa edilen ve sürekli değişen bir yapıda olduğuna işaret ederek erkek egemen kültürün bu süreçteki rolüne de dikkat çekiyor. Birsen Banu Okutan ise makalesinde yeni muhafazakâr orta sınıfın ekonomik ve kültürel dönüşümüne odaklanarak mütedeyyin erkek kimliklerini tüketim pratikleri üzerinden çözümlüyor. Bu kimliklerin tüketim odaklı statü arayışlarını ve daha iyi bir hayat arzularını tarihsel bir bağlamda değerlendiren Okutan aynı zamanda onların paradoksal bir tarzda geleneksel değerlerden uzaklaşan noktalarını da göz önüne çıkarıyor. Hacer Ayaz da makalesinde modern dünyada Müslüman erkek kimliklerinin ataerkil normlar, dini değerler ve küreselleşmenin etkisi altında dönüşme biçimlerini irdeliyor. Ayaz irdelemesinde erkekliğin otorite ve güç merkezli bir yapıdan şefkat ve bakım temelli bir modele doğru evrildiğini tespit ediyor. Gönül Yonar Şişman'ın makalesinde ise feminist mit eleştirisinin potansiyeli kullanılarak mitlerin taşıdığı ataerkil yapıları sarsmak ve cinsiyet odaklı eşitsizliklere dair yeni okuma pratikleri geliştirmek teşvik ediliyor. Müslüman erkeklik ve kadınlık kavramlarını tarihsel, teolojik ve modern bağlamlarda ele alan Necdet Subaşı da geleneksel dini referansların modern dünyadaki dönüşümünü analiz ediyor.

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Hermetik bir düşünür olarak Hegel

 Modern felsefenin temel esaslarını belirlediği düşünülen filozofların arasında yer alır Hegel. Onun bu felsefeye daha sonra egemen olan çeşitli kategori ve ayrımları esaslı olarak ortaya koyan biri olduğu üzerinde sıkça durulur. Immanuel Kant'ın Salt Aklın Eleştirisi başta olmak üzere diğer iki eleştiri kitabıyla birlikte geliştirdiği yaklaşımın getirdiği meseleleri konu edinen Alman idealizminin son iki durağından biri olan Hegel (diğer durak elbette Schelling'dir) geliştirdiği sistemle felsefeyi bir "bilim" olarak tasavvur etmeye imkân tanır.

Hegel'in bilgelik sever ya da bilgelik arayışındaki biri anlamındaki bir filozof olmadığını Türkçeye Hegel ve Hermetik Gelenek adıyla çevrilmiş kitabında öne süren Gleen Alexander Magee onun en önemli eseri sayılan Tinin Fenomenolojisi'nin sonunda bilgelikle özdeşleştirdiği Mutlak Bilgiye eriştiği iddiasında olduğunu belirtiyor. Hegelci felsefeyle Hermetik teozofi arasında belirgin bir tekabüliyet olduğunu ifade eden Magee bu tekabüliyetin tesadüfi olmadığının altını çizerek Hegel'in eserlerindeki hermetik öge, simge ve örüntülere işaret ediyor. Tinin Fenomenolojisi'ndeki inisiyasyon mistisizmi ile ilişkili Masonik alt metin, o eserin önsözündeki Böhmeci alt metin, Mantık'taki Kabalacı-Böhmeci-Lullian etki, Doğa Felsefesi'ndeki simyacı-Paraselsuscu ögeler, Nesnel Tin ve dünya tarihi teorisi öğretisindeki Kabalacı ve Joahimcibinyılcılık etkisi, Hukuk Felsefesi'ndeki simyacı ve Gül-Haççı imgeler bunlar arasında.

Okültik isimlerle ilişki

Hegel'in sadece bir Kant eleştirmeni olarak görülmesinin yanlış olduğu açıktır. Kant'ın düşüncesinin gücünü arkadaşı Schelling ile birlikte kabul etse de Hegel'in Kant düşüncesindeki kuşkuculuğu kabul etmesi mümkün değildir. Hegel'i "Sadece bir Alman, bir Swabialı ya da idealist düşünür gibi anlayabileceğimiz gibi Hermetik bir düşünür olarak da yorumlayabiliriz" şeklinde bakış açısına göre değişen yorum perspektiflerine açık bir düşünür olarak ele almanın yanlış olduğunu öne süren Magee temel iddiasını şu şekilde ifade ediyor: Hegel'in gerçekten anlamak istiyorsak onu bir Hermetik düşünür olarak anlamak zorundayız. Onun yaşamı ve eserlerinin bu iddianın kanıtlarıyla dolu olduğunu belirten Magee Hegel'in sistemindeki pansophia Hermetik geleneğin etkisini, philosophia perennis'te Hermetik inancın onaylanmasını ve Hermetik sembolik formların yapısal, arkitektonik araçlar olarak kullanılmasını da o kanıtlara dahil ediyor. Hegel'in Hermetik geleneğe bağlı hareketlere ve modern Hermetik geleneğin Eckhart, Bruno, Paracelcu, Böhme gibi tanınmış figürlerine birçok olumlu göndermede bulunduğunu gözlemleyen Magee, Hegel'in mesmerizm, psişik fenomenler, çubukla maden arama, geleceği görme, büyücülük gibi okültik konularla geniş okumalar yapmakla kalmayıp Baader gibi okültik isimlerle de kendisini ilişkilendirdiğini kaydediyor.

Hegel'in düşüncesini "tekabüliyetler"in Hermetik kullanımıyla özdeşleştirerek kurduğunu belirten Magee, onun Platon, Galileo, Descartes, Newton gibi isimlerin yanısıra Hermes Trismegistus, Pico dalla Mirandola, Robert Fludd ve Knorr von Rosenhoth'un tartışıldığı düşünce tarihlerine dayandığını, derslerinde kendi felsefesi için kullandığı "spekülatif" sıfatının "mistik" ile aynı anlama geldiğini de birden fazla kez ifade ettiğine de dikkat çekiyor.

Kitabında Hermetik geleneğin modern zamanlardaki gelişimini kısaca özetleyen Magee, Hegel'in erken yıllarındaki Hermetik ortamı "Büyücü Çıraklığı" kısmında irdeliyor ve onun Magnus Opus'a ayırdığı ikinci kısımda da inisiyasyon ayinini (Tinin Fenomenolojisi), Kabalistik ağacını (Mantık Bilimi), simyagerlik olarak doğa felsefesi ve öznel tin felsefesi ile şimdinin haçındaki gül olarak adlandırdığı nesnel ve mutlak tin felsefesini inceliyor.

14 Mayıs 2025 Çarşamba

Kahvehaneden akademiye değişmeyen o soru: Türkiye ne olacak?

 2000'li yıllara dek Türkiye'de yaygın, kahvehane ve kıraathanelerde bile yaygın bir soruydu bu: Türkiye ne olacak? Hemen herkesin, neredeyse tüm vatandaşların katıldığı endişeli bir soruydu bu. İçinde yaşanılan durumun vahametini çıkış noktası yapan bir soru; ama modernleşme döneminde ne form olarak ne de içerik olarak sorunun değişmediğini de görüyorduk. Soru bazen büyük ölçüde yaşanan bir kriz ya da darbe sonrası "Memleketin hali ne olacak?" diye telaffuz edilse de aynı soruydu. Ne formu ne de içeriği değişmişti o krizle ya da darbeyle sorunun.

Belki de ülkedeki kahvehane müdavimleri ile aydınlar soru sorma konusunda yeterince becerikli olmadığından ya da yeni soru üretmeye kadir olmadığından sorulan eski soru baki kalmış, önceki nesillerden miras alınarak devam ettirilmişti. Kahvehane muhabbetlerinin alışılmış gözde konusu olmuştu memleketin hali pür melali. Ülkede birçok siyasal, sosyal, kültürel ve iktisadi değişim yaşanmasına rağmen kahvehanelerde, kıraathanelerde bile sorulan sorunun aynı kalması hem şaşırtıcı hem de sözü edilen değişimlerin -en azından muhatapları bakımından- esasa taalluk etmediğinin göstergesiydi.

Batı'nın neliği üzerine

Sıfır Noktası'ndan Türkiye'nin Meseleleri başlığını taşıyan kitapta merhum sosyolog, yayıncı ve mütercim Hüsamettin Arslan, şair Mevlâna İdris, iktisatçı Ferudun Yılmaz ve askeri tarihçi Gültekin Yıldız, Türkiye'nin meselelerini ele alarak söyleşiyorlar. İçeriği 2014 ile 2015 yıllarında çıkarılmış konuşmalarında Türkiye'nin güncel ve geçmişten bugüne süren meselelerini tartışarak ele alıyorlar. Bunu yaparken herhangi bir sınır tanıdıklarını söylemek mümkün değil. Bir bakıma 10 yıl önce söz konusu meselelerin nasıl tartışıldığı da gösteriliyor.

Ana konular haricinde, bu konuların belirlenmesinde kritik öneme sahip kerteleri ve toplumsal-kültürel-ahlaki değişimleri de tartışan nitelikleriyle bu söyleşiler hem disiplinler arası bakışın önemini vurguluyor hem de ele alınan meselenin çeşitli veçhelerinin nasıl değerlendirilebileceğini gösteriyor. Söyleşilerde gerçekleştirildikleri dönemde tartışılan birçok vaka ve hususun da gözden kaçırılmadığı belirtilmeli. Yine de bu söyleşilerde Hüsamettin Arslan'la sosyolojik bakışın, Ferudun Yılmaz'la iktisadi bakışın öne çıktığını iddia edebiliriz. Mevlâna İdris ise şair bakışının soru sorma ve farklı yönleri gündeme getirme boyutunu ispatlıyor.

Henüz FETÖ'nün mel'un 15 Temmuz darbe girişiminin vuku bulmadığı, Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmeyen ya daTürkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılına girilmeyen bir zaman diliminde gerçekleşmesine rağmen, alanlarında önemli eserler kaleme almış bu isimlerin yaptığı analizlerin zaman dışı bir niteliğe sahip olduğu söylenebilir. Cumhuriyetin kurucu ideolojisi (bu bakımdan her dönemde resmî ideoloji kisvesine sahip) Kemalizm'den Kürt meselesine, darbelerden seçimlere, hükümet sistemi tartışmalarından Türkiye'nin jeopolitik konumuna kadar birçok konunun ele alındığı söyleşilerde tarihsel bağlam kaçırılmadan küresel kapitalizm ve Türkiye'nin değerleri ile gelenekleri de yorumlanıyor. Bu söyleşiler böylelikle gerek Türkiye'nin gerekse bölgemizin Batı karşısındaki durumu ve küresel düzene egemen konumunu sürdüren Batı'nın ne olduğunu öğrenmeye katkı sağlıyor.


2 Mayıs 2025 Cuma

Şiîliğin teşekkül ve kurumsallaşma süreci

Safevi Devleti'nin kuruluşundan beri, bu hesapça 16. yüzyılın başından beri Şiîlik ile İran popüler bilinçte özdeşleşmiştir. O yüzyıldan önce, ne İran'da etkin olan mezhebin tümden Şiîlik olduğu iddia edilebilir (burada halihazırda da İran edebiyatının büyük isimlerinden sayılan Sadi el-Şirazi, Hafız gibi isimlerin Sünni olduklarını vurgulamak gerekir) ne de bu devlete değin bütünlüklü bir İran coğrafyasından ve hatta fikrinden bahsetmek mümkün görünmez. Klasik coğrafyacılar Horasan, Huzistan, Fars, Azerbaycan, Taberistan, Sicistan gibi bölgeleri ayrı ayrı ele alma eğilimindedirler.

Rahmetli araştırma görevlisi Maşallah Nar'ın elim ölümü nedeniyle tamamlayamadığı tezinin merhumca yazılmış halini içeren "İran'da Şiîliğin Kurumsallaşma Süreci: Tarihsel Arkaplan ve Doktrinel Altyapı" başlıklı kitapta, İran'la neredeyse özdeş olarak andığımız Şiîliğin tarihsel olarak bu coğrafyadaki teşekkül ve kurumsallaşma sürecinin arkaplanı ve doktrinel altyapısı inceleniyor.

Ondördüncü yüzyıla kadar İran coğrafyasındaki siyasi-dini hareketleri ele aldığı ilk bölümde Nar, Taberistan Zeydi devletini, Büveyhiler dönemini ve Şiîliğin Batıniliğe meyilli kolu olan İsmaililiği irdeliyor. İsmaililiğin yaklaşık yüzyıllık bir başlangıç döneminin ardından bu asrın ortalarından itibaren tarih sahnesinde birdenbire zuhur ettiğinin altını çizen Nar, dailer ağı aracılığıyla hareketin İran'dan Irak'a, Yemen'den Bahreyn, Suriye, Cebel, Horasan, Maveraünnehir, Sind ve Kuzey Afrika'ya kadar yayılan ateşli bir faaliyet yürüttüğünü de belirtiyor. İsmaili davetin İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde hızlı bir şekilde yayılmasının tesadüfi olmadığını vurgulayan Nar, dönemin dini, siyasi ve ekonomik şartlarının buna uygun bir ortam oluşturduğuna kani. İsmaililiğin Alamut kalesi öncesinde İran'daki pozisyonunu ve Alamut sonrası durumunu soruşturarak Takiye'nin sınırlarını belirliyor. Bu bölümde Selçuklu ve Moğol akınlarının İran coğrafyasındaki etkileri de ele alınıyor. 1055'te Tuğrul Bey'in Bağdat'a girerek Abbasi halifesini Büveyhi tasallutundan kurtarmasının Sünniliğin mukadderatı açısından önemli bir dönüm noktası olduğunu vurgulayan Nar, Selçukluların güçlü bir biçimde sahneye çıkarak o dönem İslam coğrafyasının birçok bölgesinde muzaffer pozisyonda olan Şiîliğe karşı Sünniliği himayesine aldığını söylüyor.

Şiî temayüllü tasavvufi hareketler

Ondördüncü ve onbeşinci yüzyıllarda İran coğrafyasında Şiî temayüllü tasavvufi hareketleri bir sonraki bölümde kapsamlı bir şekilde ele alan Nar, Serberadiler, Şeyhiyye, Hurufiyye, Mu'şa'şa, Nurbahşiyye isimlerini taşıyan bu hareketlerin dinî, mezhebî, siyasi görüşlerini de aktarıyor. Bu tasavvufi hareketlerin oluştuğu ortamın kapsamlı bir değerlendirmesi de Nar'ın değerlendirmesinin sınırları içinde kalıyor.

Kitabın editörlüğünü yapan Prof. Dr. Ali Ertuğrul, Maşallah Nar'ın vefatı sebebiyle bitiremediği tezinin yazamadığı üçüncü bölümü ve sonuçta yer vermek istediği metinleri aktarıyor. Sonuçta yer alması planlanan söz konusu metin ise şöyle: "Safevilerin İran'ı Şiîleştirme sürecinde cebir kuvvetinden de istifade etmeleri, bölgenin Şiîliğe geçişe karşı güçlü bir Sünni dirençle karşılaşmasıyla ilgili değildi. Safevi Devleti'ni güç kullanımına sevk eden temel sebep, İran coğrafyasında hâkim olan Şiîliğin oldukça mesiyanik formlarda tedavül etmesi ve bu durumun da onların başardığı devrime teşebbüs edecek başka potansiyel hareketlerin de yaşamaya devam etmesi anlamına gelmesiydi."


5 Nisan 2025 Cumartesi

Güçlü sistem, güçlü lider

 Demokrasi, faşizm vb. yönetim biçimleri ile başkanlık, parlamentarizm gibi sistemlerin birlikte düşünülmesi büyük hataları tetikleyebilir, çoğu kez de tetiklemiştir. Sözgelimi demokrasi ile parlamentarizmi, başkanlık ile diktatörlüğü eşlemek bu tür hatalardandır.

İlk devlet örneklerinde ordu ile devletin gücünün aynı anlamda kullanıldığını görürüz. Bu devletlerin güçlü olmayı kendini oluşturan halk dahil herkese baskı kurmak olarak anladığını iddia ettiğini "Hakanlıktan Başkanlığa" adıyla yayınlanmış kitabında belirten Nuh Albayrak, emperyalist devletlerin oluşturdukları ve uzun yıllar sürdürdükleri sömürü düzenini korumanın imkansızlaşması üzerine, bu düzenin milliyetçilik rüzgarları sonrası kurulan yeni devletlerde emperyalizmin oluşturduğu vesayet yöntemiyle sürdürüldüğünü ifade ediyor. Özgürlüğüne kavuştuğunu zanneden milletlerin gerçek anlamda bağımsız olamadıklarını vurgulayan Albayrak sömürgeci devletlerin mali, siyasi, dinî, lisanî ve fikrî işgallerini bu yolla devam ettirdiklerinin altını çiziyor.

Sömürgeci devletler güçlendikçe Osmanlı Devleti'nin zayıflamasının tesadüf sayılmaması gerektiğini belirten Albayrak, savaşılarak yıkılamayan Osmanlı devlet yönteminin yozlaştırılarak zaaf oluşturulduğunu ve oluşan bu zaafların kullanıldığını, yıkılan Osmanlı devletinin enkazından çıkarılan devletçiklerle küresel sömürü düzeninin korunduğunu söylüyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin sık sık tökezlemesinin sebebinin söz konusu yönetim zaafları üzerinden yürütülen bu vesayet işgali olduğunu vurgulayan Albayrak, kitabında öncelikle geleneksel Türk yönetim sistemlerini inceliyor, sonra da Osmanlı Devleti'nin son döneminde başlayıp Cumhuriyet Türkiye'sinde devam eden, Batı iltisaklı yönetim sisteminin etkilerini, kronolojik akış içerisinde çözümlüyor. Osmanlı Devleti'nin son dönemindeki maceralı I. ve II. Meşrutiyetlerin yarar ve zararlarını irdeleyen Albayrak Meşrutiyetin bir üst versiyonu saydığı "Parlamenter Sistem"in yüz yıllık karnesini de çıkarıyor. Türkiye'nin yeni yönetim şekli olan Başkanlık Sistemi'nin sonuçlarını da değerlendiren Albayrak böylelikle emperyalist Batı'nın yaklaşık iki yüzyıl süren sistematik işgalinin serencamını yönetim şekli üzerinden çözümlüyor.

Başkanlık demokratik mi?

Türklere has yönetim tarzının "güçlü sistem güçlü lider" olduğunu belirten

Nuh Albayrak Osmanlı devletinin Türklerin özetini teşkil ettiğini ifade ederek "Diğer Türk ve İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı'da da divan üzerine dizayn edilmiş bir yönetim sistemi vardı. Merkez teşkilatını Dîvân-ı Hümâyun, Bâb-ı Asafî ve Bâb-ı Defterî isimli divanlar ve bunların kalemleri teşkil ediyordu" tespitini yapıyor. Nuh Albayrak'ın bugünkü Cumhurbaşkanlığı Kabinesi'ne benzettiği ve Osmanlı yönetim kademesinde en yüksek istişare kurulu olan "Dîvân-ı Hümâyun"un, yönetim tecrübesi olan vezirlerden ve her biri ayrı sorumluluk taşıyan zabıtlardan oluştuğu ve Padişah'ın başkanlığında toplandığı bilgisini de hatırlatıyor.

Kitabında son yüzyıldaki tökezlemelerin ve olumsuz sonuçların Türk milletini güçlü sisteme yönlendirdiği vurgusunu yapan Albayrak, güçlü lider yönetimindeki Türk devletlerinin daha parlak ve daha uzun bir ömre sahip olduklarını söylüyor. Ayrıca "Başkanlık Sisteminin demokratik olmadığı iddiası da asla gerçekçi değildir. Tam aksine bu sistemi uygulayan devletler, milletin demokratik haklarını korumada daha güçlü ve kararlı davranabilmektedir" tespitinde bulunuyor.


22 Mart 2025 Cumartesi

Hanzala hakkında her şey

 Kuzey Filistin'de Celile kazasının Şecere köyünde dünyaya gelen Naci el-Ali, İsrail'in kuruluşu sırasında, yani 1948'de yaşanan Nekbe (Büyük Felaket) sonrası yerinden yurdundan edilmiş Filistinlilerin hafızasının canlı kalmasında büyük bir rol oynayan ve hemen hemen tüm dünyada tanınan Hanzala figürünün oluşturan karikatürist olarak tanınır. İlk çizimlerinin o daha 12 yaşında Güney Lübnan'ın Sayda şehrinde bulunan Ayn el-Hive mülteci kampında bir çocukken başladığını bildiğimiz Naci el-Ali, birkaç fırça darbesiyle Filistin halkının yaşadığı acıları tasvir ediyor ve her seferinde başka bir hikâye üzerinden anlatacaklarını aktarıyordu ilk çizimlerinde. Bazen bir çocuk, bazen bir kadın ya da acı çeken bir babanın çıkıyordu bu fırçadan. Babasının ölümü üstüne 1957'de gittiği Suudi Arabistan'da henüz 20 yaşındayken aldığı mekanik eğitimi sayesinde ailesinin geçimini sağlamak için araba tamirciliği yapan Naci el-Ali 1959'da Lübnan'a döndü. Filistinlilerin çıkardığı gazetede düzenli çizen Naci el-Ali ünlü Filistinli romancı Gassan Kenafani'yle de tanıştı. Bir seminer için Naci el-Ali'nin de kaldığı Şatilla mülteci kampına gelen Kenefani, Naci el-Ali'nin çizimlerinden etkilenerek birkaç tanesini yanına aldı ve genel yayın yönetmeni olduğu Hürriyet gazetesinde yayınlamaya başladı. Bu gazete Beyrut'un en çok okunan gazetesiydi, çizimlerinin orada yayımlanmaya başlanması Naci el-Ali'nin kısa süre içinde tanınmaya başlayacağının işaretiydi.

Çizgi öfkelenirken

1967'de meydana gelen Altı Gün Savaşlarında Filistin topraklarının yüzde 22'sini (yani 1949'dan beri Mısır ile Ürdün'ün kontrolü altındaki Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze), Sina yarımadasını ve Golan tepelerini işgal eden İsrail, 300 bin Filistinlinin Şeria nehrinin doğusuna geçerek Ürdün'e sığınması ve Filistinlilerin dünyanın en büyük mülteci topluluğu haline gelişine yol açtı. Bu durum Naci el-Ali'nin karikatürlerinin daha agresif olmasını da getirdi. Tek silahı elindeki kalemi olan el-Ali, Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ve Arap ülkelerini öfkesinden nasiplendiriyordu. İsrail'in "tehlikeliler" listesinde yer alan Naci el-Ali uzunca bir süre takip altına da alındı, tutuklandı da. Hapisten çıktıktan sonra ailesini yanına giden el-Ali burada çocukluk arkadaşı Vidad'la evlenerek Kuveyt'e yerleşti. Naci önce tıpkı Beyrut'ta olduğu gibi tarlalarda sezonluk tarım işçiliği yaptı, portakal ve limon topladı. Mekanik eğitimi aldığı için tamir işlerine de baktı, aynı zamanda iyi bir elektrikçiydi de. Ailesinin maişetini çıkarmak ve para kazanmak için yaptığı bu işlerin yanında onu asıl mutlu edenin Kuveyt'teki et-Talia gazetesinde çizerlik ve editörlüğe başlamasıydı hiç kuşkusuz. 1962 yılından beri çıkan et-Talia gazetesinin siyasi yönelimi Arap sosyalizmiydi ve gazete haftalıktı.

13 Temmuz 1969'da, Kuveyt'te Naci el-Ali'nin çizdiği bir karikatürde boy gösteren Hanzala, Naci el-Ali'nin o zamana dek çizdiği Filistinli erkek çocuklardan biraz farklı idi. Hanzala asla büyümeyecek, ellerini arkasında bağlamış ve sırtını insanlara dönmüş bir çocuktu. Böylelikle Hanzala'nın insanlardan uzak durduğunu, olan biteni asla kabullenmediğini anlayabiliyorduk. Ayrıca, Hanzala elleri arkasında Filistin'e bakıyor, vatanı dışında bir şeyle ilgilenmiyor, adeta daima Filistin'i gösteren bir pusula oluyordu. Hanzala'nın ellerini arkasında bağlamasının bir anlamını da Naci el-Ali belirtiyor: Amerikan tipi sözümona çözümlerin reddi.

Naci el-Ali'nin sanatının zirvesi ve imzası olan Hanzala'ya dair bütün karikatürleri içeren Filistin Direnişinde Hanzala kitabında, Peren Birsaygılı Mut, Naci el Ali'nin biyografisini kendine özgü üslupla anlatıyor. Kitapta ayrıca Londra'da İsrail tarafından şehit edilen Naci el-Ali'nin oğlu Halit el Ali'nin yazdığı teşekkür notu ve Muhammed el-Asaad'ın "Naji al-Ali üzerine bir inceleme" başlıklı yazısı da yer alıyor.


7 Ocak 2025 Salı

Kültür siyasileşmedi, zaten siyasiydi

 Politika ve iktisada nazaran daha zor tanımlanan bir alandır kültür. Özellikle kültür ve politikanın birbirinden kesin çizgilerle ayırt edilebilecek alanlar olmadığını düşünmek mümkündür. Böylesine iki alandan bahsedilmesinin bir soyutlama olduğunu ileri süren Hakan Arslanbenzer; Politika İçin Kültür: Kültürün Araçsallaştırılması ve British Council adıyla yayınlanan kitabında kültürün hem 18. yüzyıl Batı Avrupa'sında kamusal alanın oluşumunda temel aracı olduğunu hem de 19. yüzyıldaki teknolojikleşme ve piyasalaşma nedeniyle yazar ve sanatçıların üretimlerini oluşan yeni iktisadi zorunluluklara göre düzenlediklerini belirtiyor. Kültür ve politika ayrımını ya da kültürel ile ticari arasındaki zıtlığı içsel ya da kökensel olarak düşünmenin yanlış olduğu muhakkak. Bu ayrım ya da zıtlığı düşünmenin tarihî gelişmelere verilen entelektüel bir reaksiyon olduğunu vurgulayan Arslanbenzer'e göre bu reaksiyonlar da bir özerklik arayışı olarak yorumlanabilir.

Kültür kavramının Aydınlanma döneminde kazandığı zihinsel gelişmişlik anlamı tespit edilmeden ve Fransız bürokrasisinin tarihî merkeziyetçi karakteri gösterilmeden 1960'ların kültür evlerinin nasıl bir yapıya sahip olduğunun tam anlamıyla çözümlenmiş olmayacağını ifade eden Arslanbenzer, "Aynı şekilde, kültürün sanat eserleri bütünü ve ulusal tin anlamları ile İngiliz bürokrasisinin merkeziyetçilikle merkezsizliğin ötesinde karma denebilecek bir karakteri haiz olduğu tespiti yerine konmadan British Council'in araçsallaştırıcı kültürel diplomasi tarzı"nın da aydınlatılamayacağını vurguluyor.

Kültürel diplomasi

Eserinde kültür politikasının ve kültürel diplomasinin ifade ve jest olarak nasıl geliştiği, cari yapısının tarihin süzgecinden nasıl geçtiğini inceleyen Arslanbenzer, ayrıca kültürel nesnenin analizi sonrası ulaşılabilecek üçüncü anlamı, yani zihinsel gelişmişlik ve "sanat eserleri bütünü ve ulusal tin" yanına konabilecek tarihî anlamı da kültürel diplomasinin niçin British Council'in faaliyetlerine İngiltere'nin dekolonizasyon sonrasındaki ülkelerle eski ilişkisini yeni bir biçim altında sürdürme çabası olarak yansıdığını ifade ediyor.

Bu üç anlam katmanını teori, tarih ve pratiğin üçlü muhaveresiyle çözümleyen Arslanbenzer, tezinin ilk bölümünde kültürün tanımları arasında bir tercih yapmak yerine, onun üç genel kullanım tarzının ortaya çıkış şartlarını ve daha sonraki süreçte edindikleri işlevleri analiz ediyor. Eşik kavramından yararlandığı bu analizinde kültürün bazı kullanımlarının ulus, sınıf ve ırk sınırları üstünden nasıl uygulandığını gösteren Arslanbenzer, sanat eserlerini merkeze alan yüksek kültür fikrinin Sanayi Devrimi'nin yol açtığı toplumsal hercümerce karşı bir reaksiyon olarak doğduğunu, tarihsel süreç içinde tüm toplumu medenileştirme misyonunun bir aracına dönüştüğünü belirtiyor. Böylelikle kültürün bir kavram olarak moderniteyle yaşıt olduğunu söyleyen Arslanbenzer, sağduyunun önerdiğinin aksine kültürün özerk bir kavramken sonradan siyasileştirilmediği, ilk günden beri siyasi bir araç-kavram olarak tezahür ettiği yorumunu serdediyor.

Fransa, Almanya ve İngiltere örneklerinde kültür politikası analizini içeren ikinci bölümde bazı ulusal karakteristikleri tespit eden Arslanbenzer bu tespitlerini bürokrasinin ilgili devletin kültür politikasındaki rolü, daha önceki süreçte yaşadığı laiklik krizi veya kültür savaşı, uyguladığı kültürel diplomasi stratejisi, göçmen ve azınlık gruplara dönük sosyal politikaları gibi süreçsel değişkenler üzerinden yapıyor. Kitabın üçüncü bölümünde British Council'in 1930'lardan 2010'lara geçirdiği merkezsizlikten merkezîliğe, özerklikten bürokratikliğe, propagandadan yumuşak güce, uzun vadeli ve ölçülemez hedeflerden planlı, stratejik ve orta vadeli maddi çıktı hedeflerine doğru bir seyir izleyen kültür politikalarını inceliyor.

Arslanbenzer böylelikle kültür kavramının siyasi ve ilişkisel tarzda ortaya çıkıp geliştiğini, devletin kültüre müdahalesinin II. Dünya Savaşı'ndan sonra devreye sokulan resmî kültür politikalarıyla sınırlı olmadığını, British Council'in İngiltere'nin siyasi-ekonomik çıkarları için kültürü araçsallaştıran memur bir kurum olduğunu da gösteriyor.