28 Mayıs 2025 Çarşamba

Hermetik bir düşünür olarak Hegel

 Modern felsefenin temel esaslarını belirlediği düşünülen filozofların arasında yer alır Hegel. Onun bu felsefeye daha sonra egemen olan çeşitli kategori ve ayrımları esaslı olarak ortaya koyan biri olduğu üzerinde sıkça durulur. Immanuel Kant'ın Salt Aklın Eleştirisi başta olmak üzere diğer iki eleştiri kitabıyla birlikte geliştirdiği yaklaşımın getirdiği meseleleri konu edinen Alman idealizminin son iki durağından biri olan Hegel (diğer durak elbette Schelling'dir) geliştirdiği sistemle felsefeyi bir "bilim" olarak tasavvur etmeye imkân tanır.

Hegel'in bilgelik sever ya da bilgelik arayışındaki biri anlamındaki bir filozof olmadığını Türkçeye Hegel ve Hermetik Gelenek adıyla çevrilmiş kitabında öne süren Gleen Alexander Magee onun en önemli eseri sayılan Tinin Fenomenolojisi'nin sonunda bilgelikle özdeşleştirdiği Mutlak Bilgiye eriştiği iddiasında olduğunu belirtiyor. Hegelci felsefeyle Hermetik teozofi arasında belirgin bir tekabüliyet olduğunu ifade eden Magee bu tekabüliyetin tesadüfi olmadığının altını çizerek Hegel'in eserlerindeki hermetik öge, simge ve örüntülere işaret ediyor. Tinin Fenomenolojisi'ndeki inisiyasyon mistisizmi ile ilişkili Masonik alt metin, o eserin önsözündeki Böhmeci alt metin, Mantık'taki Kabalacı-Böhmeci-Lullian etki, Doğa Felsefesi'ndeki simyacı-Paraselsuscu ögeler, Nesnel Tin ve dünya tarihi teorisi öğretisindeki Kabalacı ve Joahimcibinyılcılık etkisi, Hukuk Felsefesi'ndeki simyacı ve Gül-Haççı imgeler bunlar arasında.

Okültik isimlerle ilişki

Hegel'in sadece bir Kant eleştirmeni olarak görülmesinin yanlış olduğu açıktır. Kant'ın düşüncesinin gücünü arkadaşı Schelling ile birlikte kabul etse de Hegel'in Kant düşüncesindeki kuşkuculuğu kabul etmesi mümkün değildir. Hegel'i "Sadece bir Alman, bir Swabialı ya da idealist düşünür gibi anlayabileceğimiz gibi Hermetik bir düşünür olarak da yorumlayabiliriz" şeklinde bakış açısına göre değişen yorum perspektiflerine açık bir düşünür olarak ele almanın yanlış olduğunu öne süren Magee temel iddiasını şu şekilde ifade ediyor: Hegel'in gerçekten anlamak istiyorsak onu bir Hermetik düşünür olarak anlamak zorundayız. Onun yaşamı ve eserlerinin bu iddianın kanıtlarıyla dolu olduğunu belirten Magee Hegel'in sistemindeki pansophia Hermetik geleneğin etkisini, philosophia perennis'te Hermetik inancın onaylanmasını ve Hermetik sembolik formların yapısal, arkitektonik araçlar olarak kullanılmasını da o kanıtlara dahil ediyor. Hegel'in Hermetik geleneğe bağlı hareketlere ve modern Hermetik geleneğin Eckhart, Bruno, Paracelcu, Böhme gibi tanınmış figürlerine birçok olumlu göndermede bulunduğunu gözlemleyen Magee, Hegel'in mesmerizm, psişik fenomenler, çubukla maden arama, geleceği görme, büyücülük gibi okültik konularla geniş okumalar yapmakla kalmayıp Baader gibi okültik isimlerle de kendisini ilişkilendirdiğini kaydediyor.

Hegel'in düşüncesini "tekabüliyetler"in Hermetik kullanımıyla özdeşleştirerek kurduğunu belirten Magee, onun Platon, Galileo, Descartes, Newton gibi isimlerin yanısıra Hermes Trismegistus, Pico dalla Mirandola, Robert Fludd ve Knorr von Rosenhoth'un tartışıldığı düşünce tarihlerine dayandığını, derslerinde kendi felsefesi için kullandığı "spekülatif" sıfatının "mistik" ile aynı anlama geldiğini de birden fazla kez ifade ettiğine de dikkat çekiyor.

Kitabında Hermetik geleneğin modern zamanlardaki gelişimini kısaca özetleyen Magee, Hegel'in erken yıllarındaki Hermetik ortamı "Büyücü Çıraklığı" kısmında irdeliyor ve onun Magnus Opus'a ayırdığı ikinci kısımda da inisiyasyon ayinini (Tinin Fenomenolojisi), Kabalistik ağacını (Mantık Bilimi), simyagerlik olarak doğa felsefesi ve öznel tin felsefesi ile şimdinin haçındaki gül olarak adlandırdığı nesnel ve mutlak tin felsefesini inceliyor.

14 Mayıs 2025 Çarşamba

Kahvehaneden akademiye değişmeyen o soru: Türkiye ne olacak?

 2000'li yıllara dek Türkiye'de yaygın, kahvehane ve kıraathanelerde bile yaygın bir soruydu bu: Türkiye ne olacak? Hemen herkesin, neredeyse tüm vatandaşların katıldığı endişeli bir soruydu bu. İçinde yaşanılan durumun vahametini çıkış noktası yapan bir soru; ama modernleşme döneminde ne form olarak ne de içerik olarak sorunun değişmediğini de görüyorduk. Soru bazen büyük ölçüde yaşanan bir kriz ya da darbe sonrası "Memleketin hali ne olacak?" diye telaffuz edilse de aynı soruydu. Ne formu ne de içeriği değişmişti o krizle ya da darbeyle sorunun.

Belki de ülkedeki kahvehane müdavimleri ile aydınlar soru sorma konusunda yeterince becerikli olmadığından ya da yeni soru üretmeye kadir olmadığından sorulan eski soru baki kalmış, önceki nesillerden miras alınarak devam ettirilmişti. Kahvehane muhabbetlerinin alışılmış gözde konusu olmuştu memleketin hali pür melali. Ülkede birçok siyasal, sosyal, kültürel ve iktisadi değişim yaşanmasına rağmen kahvehanelerde, kıraathanelerde bile sorulan sorunun aynı kalması hem şaşırtıcı hem de sözü edilen değişimlerin -en azından muhatapları bakımından- esasa taalluk etmediğinin göstergesiydi.

Batı'nın neliği üzerine

Sıfır Noktası'ndan Türkiye'nin Meseleleri başlığını taşıyan kitapta merhum sosyolog, yayıncı ve mütercim Hüsamettin Arslan, şair Mevlâna İdris, iktisatçı Ferudun Yılmaz ve askeri tarihçi Gültekin Yıldız, Türkiye'nin meselelerini ele alarak söyleşiyorlar. İçeriği 2014 ile 2015 yıllarında çıkarılmış konuşmalarında Türkiye'nin güncel ve geçmişten bugüne süren meselelerini tartışarak ele alıyorlar. Bunu yaparken herhangi bir sınır tanıdıklarını söylemek mümkün değil. Bir bakıma 10 yıl önce söz konusu meselelerin nasıl tartışıldığı da gösteriliyor.

Ana konular haricinde, bu konuların belirlenmesinde kritik öneme sahip kerteleri ve toplumsal-kültürel-ahlaki değişimleri de tartışan nitelikleriyle bu söyleşiler hem disiplinler arası bakışın önemini vurguluyor hem de ele alınan meselenin çeşitli veçhelerinin nasıl değerlendirilebileceğini gösteriyor. Söyleşilerde gerçekleştirildikleri dönemde tartışılan birçok vaka ve hususun da gözden kaçırılmadığı belirtilmeli. Yine de bu söyleşilerde Hüsamettin Arslan'la sosyolojik bakışın, Ferudun Yılmaz'la iktisadi bakışın öne çıktığını iddia edebiliriz. Mevlâna İdris ise şair bakışının soru sorma ve farklı yönleri gündeme getirme boyutunu ispatlıyor.

Henüz FETÖ'nün mel'un 15 Temmuz darbe girişiminin vuku bulmadığı, Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmeyen ya daTürkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılına girilmeyen bir zaman diliminde gerçekleşmesine rağmen, alanlarında önemli eserler kaleme almış bu isimlerin yaptığı analizlerin zaman dışı bir niteliğe sahip olduğu söylenebilir. Cumhuriyetin kurucu ideolojisi (bu bakımdan her dönemde resmî ideoloji kisvesine sahip) Kemalizm'den Kürt meselesine, darbelerden seçimlere, hükümet sistemi tartışmalarından Türkiye'nin jeopolitik konumuna kadar birçok konunun ele alındığı söyleşilerde tarihsel bağlam kaçırılmadan küresel kapitalizm ve Türkiye'nin değerleri ile gelenekleri de yorumlanıyor. Bu söyleşiler böylelikle gerek Türkiye'nin gerekse bölgemizin Batı karşısındaki durumu ve küresel düzene egemen konumunu sürdüren Batı'nın ne olduğunu öğrenmeye katkı sağlıyor.


2 Mayıs 2025 Cuma

Şiîliğin teşekkül ve kurumsallaşma süreci

Safevi Devleti'nin kuruluşundan beri, bu hesapça 16. yüzyılın başından beri Şiîlik ile İran popüler bilinçte özdeşleşmiştir. O yüzyıldan önce, ne İran'da etkin olan mezhebin tümden Şiîlik olduğu iddia edilebilir (burada halihazırda da İran edebiyatının büyük isimlerinden sayılan Sadi el-Şirazi, Hafız gibi isimlerin Sünni olduklarını vurgulamak gerekir) ne de bu devlete değin bütünlüklü bir İran coğrafyasından ve hatta fikrinden bahsetmek mümkün görünmez. Klasik coğrafyacılar Horasan, Huzistan, Fars, Azerbaycan, Taberistan, Sicistan gibi bölgeleri ayrı ayrı ele alma eğilimindedirler.

Rahmetli araştırma görevlisi Maşallah Nar'ın elim ölümü nedeniyle tamamlayamadığı tezinin merhumca yazılmış halini içeren "İran'da Şiîliğin Kurumsallaşma Süreci: Tarihsel Arkaplan ve Doktrinel Altyapı" başlıklı kitapta, İran'la neredeyse özdeş olarak andığımız Şiîliğin tarihsel olarak bu coğrafyadaki teşekkül ve kurumsallaşma sürecinin arkaplanı ve doktrinel altyapısı inceleniyor.

Ondördüncü yüzyıla kadar İran coğrafyasındaki siyasi-dini hareketleri ele aldığı ilk bölümde Nar, Taberistan Zeydi devletini, Büveyhiler dönemini ve Şiîliğin Batıniliğe meyilli kolu olan İsmaililiği irdeliyor. İsmaililiğin yaklaşık yüzyıllık bir başlangıç döneminin ardından bu asrın ortalarından itibaren tarih sahnesinde birdenbire zuhur ettiğinin altını çizen Nar, dailer ağı aracılığıyla hareketin İran'dan Irak'a, Yemen'den Bahreyn, Suriye, Cebel, Horasan, Maveraünnehir, Sind ve Kuzey Afrika'ya kadar yayılan ateşli bir faaliyet yürüttüğünü de belirtiyor. İsmaili davetin İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde hızlı bir şekilde yayılmasının tesadüfi olmadığını vurgulayan Nar, dönemin dini, siyasi ve ekonomik şartlarının buna uygun bir ortam oluşturduğuna kani. İsmaililiğin Alamut kalesi öncesinde İran'daki pozisyonunu ve Alamut sonrası durumunu soruşturarak Takiye'nin sınırlarını belirliyor. Bu bölümde Selçuklu ve Moğol akınlarının İran coğrafyasındaki etkileri de ele alınıyor. 1055'te Tuğrul Bey'in Bağdat'a girerek Abbasi halifesini Büveyhi tasallutundan kurtarmasının Sünniliğin mukadderatı açısından önemli bir dönüm noktası olduğunu vurgulayan Nar, Selçukluların güçlü bir biçimde sahneye çıkarak o dönem İslam coğrafyasının birçok bölgesinde muzaffer pozisyonda olan Şiîliğe karşı Sünniliği himayesine aldığını söylüyor.

Şiî temayüllü tasavvufi hareketler

Ondördüncü ve onbeşinci yüzyıllarda İran coğrafyasında Şiî temayüllü tasavvufi hareketleri bir sonraki bölümde kapsamlı bir şekilde ele alan Nar, Serberadiler, Şeyhiyye, Hurufiyye, Mu'şa'şa, Nurbahşiyye isimlerini taşıyan bu hareketlerin dinî, mezhebî, siyasi görüşlerini de aktarıyor. Bu tasavvufi hareketlerin oluştuğu ortamın kapsamlı bir değerlendirmesi de Nar'ın değerlendirmesinin sınırları içinde kalıyor.

Kitabın editörlüğünü yapan Prof. Dr. Ali Ertuğrul, Maşallah Nar'ın vefatı sebebiyle bitiremediği tezinin yazamadığı üçüncü bölümü ve sonuçta yer vermek istediği metinleri aktarıyor. Sonuçta yer alması planlanan söz konusu metin ise şöyle: "Safevilerin İran'ı Şiîleştirme sürecinde cebir kuvvetinden de istifade etmeleri, bölgenin Şiîliğe geçişe karşı güçlü bir Sünni dirençle karşılaşmasıyla ilgili değildi. Safevi Devleti'ni güç kullanımına sevk eden temel sebep, İran coğrafyasında hâkim olan Şiîliğin oldukça mesiyanik formlarda tedavül etmesi ve bu durumun da onların başardığı devrime teşebbüs edecek başka potansiyel hareketlerin de yaşamaya devam etmesi anlamına gelmesiydi."