29 Mayıs 2016 Pazar

'Ben' ile 'bilinç' arasındaki ilişki meselesi

20.yüzyıl Fransız felsefesi içinde öncü olduğu varoluşçulukla, siyasal ve edebi duruşuyla kendisinden hâlâ söz edilebilir bir konumda olan bir aydın Jean-Paul Sartre. Özellikle II. Büyük Savaş’ın ardından 1960’ların ortalarına dek Fransız varoluşçuluğu denebilecek bir yaklaşımın en önemli temsilcisi olması ve kamusal aydın kimliğiyle birçok politik mücadelede ön saflarda yer alması onu değerlendirirken göz önüne alınması gereken unsurları oluşturuyor.
Bütün bu söylediklerimize karşın yine de Sartre’a ilişkin tek bir düşünce portresi oluşturmak güç. Sartre’ın ilk yayınlanan felsefi çalışması sayılan Ego’nun Aşkınlığı’nı uzunca bir giriş yazısıyla okura sunan Serdar Rıfat Kırkoğlu’nun tespitiyle onun düşüncesi iki ayrı dönemde toparlanabilecek bir özellik taşır.  Özgürlüğü mutlak bir değer kabul eden ve Varlık ve Hiçlik adlı eseriyle simgelenebilecek bir ilk dönem ve bu dönemi takip eden, Markszimin derin gölgesini de üstünde taşıyan, özgürlükten çok özgürleşme kavramını ön plana çıkaran bir ikinci dönem. Bu ikinci dönemin simgevi kitabı da Diyalektik Aklın Eleştirisi.
Ego’nun Aşkınlığı, Sartre’ın birinci döneminde Varlık ve Hiçlik’le sonuçlandıracağı keşif çalışmasının bir ilk adımı. Eser 1934’te onun Husserl fenomenolojisinin incelemek üzere kaldığı Berlin’de yazılmış.
Tekbenciliğin etkileri
Ego’nun Aşkınlığı’nda Sartre, Ben ile Bilinç arasındaki ilişki meselesini betimlemektedir. Bunu Husserl’e dayalı bir perspektifle yapmasına karşın Huserl’in bu konudaki bazı tezlerini de eleştirmeyi ihmal etmeyen Sartre’a göre bilinç insanın kendisine özgü, dolaysız ve apaçık bir mevcudiyet iken psişik ancak refleksif bir düşünme yoluyla kavranan ve algı nesneleri gibi, kendini profilden veren bir nesneler bütünüdür.
Sartre, Ego’nun Aşkınlığı’nda ileri sürdüğü teoriyle hem idealizme yol açacak tekbenciliğin olumsuz etkilerinden korunmaya çalışmakta hem de tezinin pratik, yani ahlaki ve politik önemi üzerinde ısrar etmekteydi. Ona göre Husserl’in eserleri tekbenciliği çürütmekte yeterli bir güce sahip değildir. Sartre’a göre “Ben” bilincin bir yapısı olarak kaldığı müddetçe tekbenci bakış da sağlam kalmayı sürdürür. Diğer yandan Sartre, fenomenolojiyi bir idealizm olmakla, gerçekliği fikirler akışı içinde boğmakla eleştiren aşırı sol bazı kuramcıları da eleştirir. Sartre’a göre bu eleştirilerin tersine yüzyıllardır felsefede fenomenoloji kadar gerçekçi bir akıma rastlanmamıştır. Fenomenologlar insanı tekrar dünyaya sokmuş, onun iç daralmalarına, bunalımlarına ve isyanlarına da hak ettiği özeni göstermişlerdir. Sartre’a kalırsa ahlakın temellerini gerçeklik içinde bulabilmesinin tek yolu hemen her zaman nesnenin özneden önce gelmesi gerekliliğinden geçmez. Sartre’ın fenomenolojiden Marksizme kadar yürüdüğü felsefi yolun ayrıntılarını merak edenler için iyi bir kaynak Ego’nun Aşkınlığı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder