14 Ağustos 2017 Pazartesi

Bedenin ontolojik statüsü

Türkiye’de son 30-40 yıldır sosyal, siyasal ve entelektüel hayatta sürekli tartışılan konuların başında gelir İslamcılık ve İslami kimliğin yine sosyal, siyasal ve ekonomik değişim ve dönüşümlerle ne tür bir değişim gösterdiği. İslamcılık ve İslami kimlik hakkında bu yıllar boyunca yürütülen tartışmaların yüklü bir külliyat oluşturduğunu da söyleyebiliriz. Bazen İslamcılığın görünmezleşip öldüğü, bazen ılımlı bir muhalefet yürüttüğü sistemle bütünleştiği, bazen de İslamcılık ve İslami kimlik olarak adlandırılagelen oluşumların heterojenleşip sekülerleştiği şeklinde dile getirilen birçok anlatı da bu külliyatın önemli bir parçasıdır.
İslamcılığa yönelik sekülerleşme anlatılarıyla el ele gelişen değişim-dönüşüm anlatısının bedeni sözkonusu ettiğinde daha da yoğunlaştığını kaydeden Hüseyin Çil, son 30 yılda yazılmış 10 İslami romanda ‘beden ve kimlik’ söylemlerini analiz ettiği doktora çalışmasının kitaplaşmış hali olan Bedeni Kurgulamak’ta hem İslamcılık üstüne oluşan bu literatürü beden sosyolojisi ve edebiyat sosyolojisinin tazeleyici bakış açısıyla yorumluyor hem de söz konusu anlatıların neredeyse zihinle birer sabite haline dönüştürülmüş bazı kabullerini tartışmaya açıyor.
Bedensizleştirilmiş özne
Beden sosyolojisi disiplininin her şeyden önce klasik sosyologları ve sosyolojinin klasik kavramlarını yeni baştan, eleştirel bir gözle okumaya imkan tanıdığını söylemeli. Klasik özne, bilinç, sosyal eylem, sosyal yapı vb. kavramları eyleyen ‘beden’ler olmaksızın ele almanın güçleştiği, hatta klasik sosyoloji kuramlarının genelde ‘bedensizleştirilmiş’ özne tasavvurlarından yola çıkarak ifade edildiği göz önüne alınırsa sosyolojideki Kartezyen ayrımları ve sosyal inşacı tutumları elimine etmenin en uygun yolu olarak özneyi bedenden bedeni özneden ayrı bir tasarımmış gibi ele almanın yanlışlığını vurgulamak gerekiyor. Bu aynı zamanda bedenin ontolojik statüsünü öne sürmenin başka bir çeşidi.
İslamcılığı eleştiren birçok bakışın son 30-40 yıldaki sürece ilişkin olarak bize anlattıkları hikayede olup biten şudur: İslami kimliğin bugüne uzak bir tarihsel dönemde sonradan eklemleneceği bir ‘öteki’yle (‘sistem’le) arasında bir ‘mesafe’ vardır. Bu mesafe süreç içerisinde siyasal-ekonomik alanların ihtiyaç ve baskıları ile İslamcılığın ‘dünya nimetleri’yle tanışmasının sağladığı şevkle daralmış, handiyse İslamcılık sistemle kaynaşmıştır. Eleştiri sahiplerinin iddialarına göre İslamcılar dünya nimetlerinden yararlanmalarının bedeli olarak dinleriyle aralarındaki bağı zayıflatmışlardır. İslamcılığa dönük sekülerleşme anlatılarının özünde ileri sürdükleri bu hikayenin çeşitli versiyonlarıdır.
Oysa aynı süreci doğrudan Müslüman öznelerin ele alma şekilleri bu ‘mesafe’ anlatısına tamamen terstir. Özellikle 1980’li yıllarda ağırlıklı söylem mevcut koşullar altında dini yaşama iradesinin öne çıkarılması, ‘halin içinde yaşanacak bir din tasavvuru’nun sahiplenilmesidir. Siyasal alana, ekonomik alana bu irade ve tasavvur çerçevesinde dahil olur. Ki bu tutumun sonraki dönemlerde yaygınlaşacak ‘değişme’, ‘dönüşme’, ‘bozulma’ vb. eleştirileri göğüsleme noktasında İslamcılara önemli avantajlar sağladığı da müşahede edilebilir.
Bedeni İslami kimliğin kurulduğu en önde gelen nokta olarak işaret eden Hüseyin Çil, “İslami kimliğe ilişkin süreç içerisindeki dönüşümleri görebileceğimiz  en pratik ve işlevsel alanlardan birisi” olarak bedenlere ilişkin olanı öne çıkarıyor. Çalışmasında İslami hareketin yeniden yeşerdiği 1970’lerden 2000’li yıllara gelen ve İslamcıların siyasal-toplumsal hayatı dönüştürmeye talip oldukları süreçte İslami kimliğin sekülerleşip sekülerleşmediğine ilişkin bir sorgulamayı yürüten Çil, bu sorgulamasını da neo-liberal ekonomiye entegrasyon ya da verili düzene uyma vb. anlatılardan çok İslami kimliğin daha doğrudan tezahürleri addedilebilecek bedensel görünüm ve pratiklerin mikro deneyimleri zemininde sürdürüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder