22 Mayıs 2024 Çarşamba

Taşra mefhumu

 "Şehirli için köylü cahil, lakin sinsi ve kurnazdır; fırsat bulunca kendisine oyun oynamak, itaatli görünmekle beraber, belli etmeden kafa tutmak ve zarar vermek ister. Köylü bakımından ise şehirli mirasyedi, hoppa, faydasız, ayrıca çiftçinin emeğine haksızca ortaktır." Refik Halit Karay'ın 1942'de yayınlanmış ve ana teması şehirli-köylü arasındaki rekabet olan yazısından yaptığımız bu alıntı "merkez-taşra" olarak adlandırılabilecek daha geniş perspektifli bir diyalektiğin zihinsel yansımalarından olan şehirlilik ve köylülük meselesini sorunlaştırır elbette.

Hem siyasi hem kültürel bakımdan Osmanlı devleti zamanında İstanbul merkez, İstanbul dışında kalan her yer ise taşradır. Cumhuriyet döneminde ise İstanbul iktisadi ve kültürel bakımdan merkez sayılmayı sürdürürken Ankara siyasi anlamıyla merkez oldu. Ancak taşranın varlığının merkezde bile hissedildiğini söylemek mümkün. Karay'ın yazısına konu olan şekilde merkez ile taşra arasındaki "gerilimli iletişim"in İstanbul, Ankara, İzmir vb. merkez addedilen birçok şehrin içerdiği taşralar dolayısıyla bu şehirlerde gözlemlendiğini söylemek mümkün. Bunu en iyi seçim zamanlarında görüyoruz. Bu şehirlerden belediyelere aday yapılan isimlerin "nereli" oldukları sorusu önemli bir kriter başarıları için. Bir ara sözgelimi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını Nurettin Sözen'in Sivas kökenli oluşu sebebiyle kazandığı, şu andaki belediye başkanının Karadeniz kökenli oluşunun etkisi sık sık konuşulan konulardandı.

Kalıbından taşan yer

Üç aylık düşünce, siyaset ve sosyal bilim dergisi olan Tezkire'nin Mart 2024 tarihli 87'nci sayısı, taşra mefhumunu hem çoğaltıyor, taşralar yapıyor; hem de bu mefhumla birlikte karşımıza çıkan çıkmazı aktarıyor. Taşra-merkez ayrımının günümüzde giderek anlamsızlaşmasına rağmen ilişki ve iletişimin sonuçları itibariyle sorunsallaştırılmasının gerekli olduğu düşünülen dergide "taşranın yoksulluğuyla taşralıların kabından taşması"nın iktidarlar açısından taşradaki sorunların merkeze taşınarak görünür oluşu sebebiyle büyük bir sorun oluşturduğu kaydediliyor. Taşranın ihmal edilişiyle birlikte kuşatıcılığının bugün siyaseti, iktisadi hayatı, gelenekleri, şehir ve kasabaları, onlarla birlikte daha birçok unsuru etkilemeyi sürdürdüğüne işaret edilen dergide Prof. Dr. Yasin Aktay'ın şehirlerin nasıl yönetileceği sorununu ele alan "Yerel Yönetimler İçin Şehir Kılavuzu", Mustafa Çiftçi'nin"Taşralıdan Ayrıntılar", Dr. Mehmet Kendirci'nin taşranın sessizliği ve renksizliğini, Cumhuriyet rejiminin taşraya müdahalesiyle birlikte tartışan "Ah Şu Taşra; Sessiz ve Renksiz Taşra", Prof. Dr. Bekir Koçlar'ın taşradan CHP Genel Sekreterliği'ne yazılan kimi mektuplardan yola çıkarak taşranın siyasetteki özgül ağırlığına temas eden "Taşradan CHP Genel Sekreterliğine Yazılan Şikayet Mektupları: Siyasette Taşra-Merkez İlişkisi Çözümlemeleri" yazıları epey dikkat çekiyor. Bu yazıların yanısıra Tarık Buğra'nın romanı Yağmur Beklerken'den hareket ederek Cumhuriyet taşrasına bakan Prof. Dr. Fahri Yetim'in, taşra kavramsallaştırmasını tartışan Dr. İlbey Özdemirci'nin, merkezden taşraya, imparatorluktan ulus devlete, şair tezkirelerinden edebiyat tarihine geçiş sürecini ele alan Doç. Dr. Yasin Beyaz, divan şiirinde taşranın görünümlerini tartışan Prof. Dr. Murat Öztürk'ün yazıları da ilgi çekiyor. Doç. Dr. Resul Babaoğlu, Dr. Ümit Katırancı, Dr. Zehra Şamlıoğlu-Berk de yazılarıyla dosyayı zenginleştirmişler. Dergide ayrıca Prof. Dr. Uğur Tanyeli ile de söyleşi yapılmış.


17 Mayıs 2024 Cuma

Anlatılan Sokrates'in ne kadarı Sokrates

 Bir şekilde bugün bildiğimiz anlamıyla felsefenin başlangıcına yerleştirilen Sokrates'i yazılı eserleri aracılığıyla değil, Platon'un erken dönem diyaloglarında geçtiği haliyle biliriz: Düşüncelerini konuşarak ifade eden, bir topluluk önünde diyalog yoluyla tartışmalar yapan bir filozof olarak tanınır Sokrates. Elbette bu durum felsefe tarihinin hep gündeminde kalan bir Sokrates problemi oluşturur. Mesele yazılı eserler bırakmayan, sadece öğrencilerinin aktardığı konuşmalarla düşüncelerine erişebileceğimiz bir filozofu nasıl kuracağımızdır. Zor bir iştir bu, belki imkansızdır. Ama felsefe tarihinde önemli bir dönemece mutlaka yerleştirilir bu isim: Gah kendisinden önceki filozoflardan bahsedilir, gah bizim yaptığımız gibi öğrencileri (sözgelimi Platon) aracılığıyla onun düşüncülerinin künhüne varmaya uğraşırız.

Sokrates nerede başlar, nerede biter?

Biyografisi hakkında ileri sürülen hiçbir bilginin kesin olmadığı, sürekli vurgulanan "bedensel çirkinliğinin bile düşüncelerindeki felsefi özün canlı performansı addedildiği", tuhaf, tuhaf olduğu kadar eski Yunan'da önemli bir cazibe merkezi olmuştur. Hatta denebilirse sanki onun hal ve tavırlarında hakikat ile sahte ve görünüş arasındaki mesafe feshedilmiş, bu mesafeyi kendisinde ete kemiğe büründürmüştür handiyse.

Sokrates hakkındaki bilgilerimiz doğrudan ya da dolaylı tanıklıklar eliyledir. Sokrates'ten geride yazılı bir kaynak kalmayışı felsefenin gelişmesini, zenginleşmesini sağlamıştır gerçi. En azından "Sokratik Okullar" adlandırılabilecek birçok okul ortaya çıkmıştır. Bu okulların birbirlerine kimileyin zıt düşünceler savunmalarına rağmen doğuş noktaları hep aynıdır: Sokrates. Onun hayatına tanıklık eden üç ismin, yani şair Aristofanes, tarihçi Ksenophon ile filozof Platon'un anlattıkları aracılığıyla Grek sözlü geleneğinde Sokrates'in unutulmasının önüne geçilmiş; ancak her üç isim de bir yandan Sokrates'i anlatırken diğer yandan da kendilerini de bu anlatılara sızdırmışlardır. Onların anlatılarında anlatıcının nerede kendisini bitirdiği, Sokrates'in nerede başladığı konusu da muallakta kalmıştır bu sebeple.

Yapı Kredi Yayınları tarafından çıkarılan Cogito dergisinin 112. sayısının dosya konusunu Sokrates oluşturuyor. Editörlüğünü Nazile Kalaycı ile Hakan Yücefer'in yaptığı dosyada çeviri kitaplarla telif metinler arasında saptadıkları eksikliğin giderilmesine katkı sağlayacak bir içeriğe ulaşmaya çalıştıklarını vurguluyor editörler. Dolayısıyla dosyada Sokrates hakkındaki çevirilerden çok yazılara yer verilmiş. Bu yazıların da "giriş" kapsamında olmaktan ziyade araştırmacı, tartışmacı makale olmasına özen gösterilmiş. Yine de dosyada bazı yazılar kuşatıcı niteliklerine binaen çevrilmiş. Bu çeviri yazılar arasında en önemlisi belki de Friedrich Schleiermacher'in ünlü konferansının metni. Ondokuzuncu yüzyıl Alman teolog ve filozofu, ayrıca önemli bir Platon mütercimi olmasının yanısıra birçok araştırmacı tarafından modern hermenötik geleneğin başlangıcına yerleştirilen Schleiermacher 1815 tarihli bu konferansında Ksenophon'un Sokrates'iyle Platon'un Sokrates'ini birbirinden ayırıyor ve Platon'un Sokrates'ini kayıran bir yorumda bulunuyor. Ksenophon'un Sokrates sunumunun onu yavan ve sıkıcı erdem timsali addettiğini, halbuki "Ksenophon'un özümseyemediği ve sessizce geçiştirdiği meseleler" ise Platon'un Sokrates'indedir: Diyalektik, fizik ve etiğin birlikteliğini sezmiş olmak. Schleiermacher bunu "bilgi idesi" olarak adlandırırken ayrıca dosyada onun konferansının arka planını, bağlamını, Schleiermacher düşüncesiyle ilişkilerini ele alan Andreas Arndt'ın yazısı da yer alıyor. Dosyada Melike Molacı, Erman Görmen, Ömer Aygün gibi isimlerin makalelerinin de yer aldığını belirtelim.


9 Mayıs 2024 Perşembe

AĞAÇLARIN DİYALEKTİĞİ ÜSTÜNE SÖYLEŞİ

Söyleşen: Sadık Yalsızuçanlar

Uzak Koku ve Mutlak Müzik’ten sonra dumanı üstünde “Ağaçların Diyalektiği” isimli şiir kitabını yayımladın. Öncelikle, adı nereden, nasıl geldi, onu sormak istiyorum.

 Diyalektik antik Grekler’de tartışma sanatı ya da çelişkili yollardan muhataplarını ikna etme sanatı anlamına gelirmiş. Bir anlamda diyalektik karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme biçimi olarak yorumlanabilir. Bir fikrin ya da ilkenin içerdiği olumlu olsun ya da olmasın bütün düşünceleri çıkarma yöntemine diyalektik de denirmiş. Zenon, Heraklit, Sokrates gibi felsefi düşüncenin başlangıcındaki isimlerin de düşüncenin hareketini tavsif edebilmek için buna başvurdukları söylenir. Modern çağda Hegel, diyalektik bahsinde daha çok anılır elbette. Fakat felsefi düşünmeye girmeden diyebilirim ki diyalektik kavramını ben ağaçların rüzgârla, birbirleriyle, insanlarla, tabiatla söyleşmelerini, bazen de zıtlaşmalarını adlandırmak üzere kullanıyorum. Daha çok onlarla söyleşme biçimimi tavsif ediyorum bir anlamda, ama benim değil bu onların diyalektiği demiş oluyorum. Bana hatırlattıklarını, fısıldadıklarını, onlarla tecrübelerimi belki anlatıyorum bu şiirlerde. Ağaçlar bu şiirlerde başka şeyleri de simgeliyor olabilir bu anlamda; insanları, şehirleri, eşyaları, olayları, anıları, fikirleri…

“Şeceretü’l-kevn” ne demek? Bu oylumlu şiirdeki özel isimler, alıntı ve göndermelere ilişkin neler söylersin? O ağacı merkeze alarak bir uygarlık tarihiyle ve modernite ile ödeşmeye mi çalışıyorsun?

 “Şeceretü’l kevn” yaradılış ağacı, varlık ağacı, hayat ağacı da demek. Muhyiddin Arabi’nin aynı isimli bir eseri var. O eserinde İbn Arabi, Allah’ın ‘Ol!-kün’ emrini yorumlayarak başlar ve eserini Hz. Peygamber’in mi’râcına yaptığı yorumlarla tamamlar. Bir yerde şunu da vurgular: “Varlık ağacının farklı dallarına, meyvelerinin türlerine baktığın zaman, bunun kökünün “Ol” habbesinden neşet ettiğini, ondan ayrıldığını anlarsın.” İbn Arabi’nin varlık’taki (kevn) kaf ve nun harflerine ıtlak ettiği manaları da aktarmak gerekir: “Kimisi kemal “kaf”ını ve belirlilik “nun”unu görmüş, kimisi küfür “kaf”ını ve belirsizlik “nun”unu görmüş. Bunlar, şahit olduklarının hükmünce “Kün / OL” dairesi noktasına dönerler. Var edilmişin var edenin iradesinin dışına çıkması mümkün değildir.” Bu minvalde insanları bu ağacın dal ve yaprakları, işlerini de bu ağacın meyvesi olarak düşünmek belki bu şiirin mümkün yorumlarından biri.

Şiirde geçen Kebetos Pinaks da Sokrates’in öğrencisi ve Platon’un da arkadaşı Kiyotiyos’un ahlaki konuları işlediği bir eseri. Eser insan hayatının tablosunu çizmesiyle ünlü. En az yirmi yüzyıllık bir tarihe sahip. Çok sayıda tercüme, yorum, şerh aracılığıyla farklı kültür havzalarında demlenmiş, farklı kılıklarla yerleşmiş. Gah bu geleneklerdeki metinlerle etkileşime girmiş, gah potansiyel ve dinamik ikonografiler oluşturmuş, bu gelenekler içinde dallanıp budaklanmış, bizi diğer metinlere, amblem kitaplarına, ahlâk/felsefe kitaplarına, resim ve gravürlere taşımış, bir anlamda önemli bir hipermetin. Klasik dünyamızda ahlak felsefesinin kurucusu addedilen ve önemli ahlak filozoflarından biri olan İbn Miskeveyh’in kültürümüze davet ettiği Kiyotiyos’un metni elbette İbn Arabi’nin Şeceretü’l Kevn’ine de sirayet etmiştir.  Şiirde anılan Cüneyd, Şibli ve Gazzali’nin de klasik irfanımızın önemli isimleri olduğunda kuşku yok. Şiirde ayrıca ünlü âmâ şair Maarri’nin “Toprağa dikilmiş bir çaputtur vücudum/Ey alemleri diken, beni de dik” mısrasını da anıyorum. Şiirde ayrıca kenz-i mahfiye (gizli hazine), adiyata (koşan atlar) atıf var. Kur’an-ı Kerim’de ahiret gününde hesap veremeyenlerin söyleyeceğinin belirtildiği “ya leyteni küntü türaba” ibaresine, yani “keşke toprak olsaydık” deyişine de atıf var. Şiir klasik desen adlandırmalarına değiniler içeriyor. Ayrıca kendi çocukluğumun simge nesnelerinden saydığım dedemin rahlesini de unutmadım. Bu haliyle şiirin anlaşılmasının güç olduğu düşünülebilir ama hayır. İnsanı okuyabilen şiiri de okuyabilir.

 Modern hayatla, modern uygarlıkla bu şiirde yüzleştiğim düşüncesi yanlış değil. Ama hesaplaşma, sadece bu şiirde değil. Bu hesaplaşma ya da başka deyişle ödeşme diğer kitaplarda Uzak Koku’da, Mutlak Müzik’te devam ediyor. Yaşadığımız Günlere Zeyl ile Kopukluklar adıyla yayınlanmasını umduğum kitaplarda da sürdürdüğüm bir şey söz konusu ödeşme.  Bu kitabı o çabanın bir dalı ya da yaprağı saymalı bu bakımdan. En genel anlamıyla bu kitaplar belki hayatla ödeşme gayretimin ürünleri. Öyle bakıyorum doğrusu.  

 Taş, geleneksel irfanda neyin imgesidir? Taşın çatlamasından Murat’ın muradı nedir?

 Taşın çatlaması geleneksel düşüncemizde genellikle sabrın tükenişini simgeler ama bana kalırsa bir doğumu, bir eylemin başlangıcını da işaret ettiğini söyleyebiliriz. Taşta hissettiğimiz durgunluk çatlayıştaki hareketle tezat oluşturuyor görünse de öyle değildir genellikle. Taş çatlayarak içindeki zenginliği serer önümüze. Kitabın tamamındaki şiirler için seçtiğim bir epigraf o yüzden bahse konu şiir parçası (şiirin tamamı 2007’de yayınlanmıştı, ama o şiir ne yazık ki bu kitaba girmiş değil.) Bir başlangıç aslında bu kitap, üçüncü şiir kitabı ama bir başlangıç. Bir zenginliğe doğru yol alıyor böylelikle insanoğlu, varlığa doğru yürüyor. Deyim yerindeyse kitabı oluşturan şiirler böylelikle bir kez daha kendi içimle dış dünya arasındaki boy ölçüşmesini ortaya seriyor.

 Kendilerinden başka dil istediğin “onlar” kim?

 Ağaçların Diyalektiği bölümünün epigraf mısrasındaki ibare yanlış aktarılmış sanırım. “Onlar”dan istenmiş değil “başka dil.” O başka dil, bizimle başkalarının arasındaki farklılığı belirginleştiren bir dil. Belirlilik nunu ile belirsizlik nunu arasındaki farka işaret var. Onlar dediğim ise cümle ehli dünya, yani belirsizlik nununun işaret ettiği alana girenlerin hemen hepsi.

 Alıçla, iğdeyle konuşma girişimi, Heidegger’in Kıryolu’ndaki “meşe”yle ilişkilendirilebilir mi, nasıl/niçin?

 Alıçla, iğdeyle, cümle mahlukâtla ilişki kurulabilir. İğdenin dimağı, alıcın aklı büyüleyebilir bizi. Onlarla konuştuğumuzda fark ederiz bunları çünkü. Onlarla konuşmak, cümle mahlukatla konuşmak bakışımızı yumuşatır elbette. Varlığın özüne yaklaştığımızı hissederiz bu konuşmalarla. İğde dimağıyla kavrar bizi. Biz onu “iğdenin kokusu” olarak adlandırırız ama ötelerin sezgisini edindiğimiz aşikardır. Heidegger’in meşeye bakışı ya da bizim alıca bakışımız benimsediğimiz perspektiflere bağlıdır eni sonu. Varlık sorusu hep ortadadır halbuki. Bize varlığımızı, varoluşumuzu sorgulatır onların kökü, dalı, meyvesi, kokusu, fısıltısı. Varlıkla kurduğumuz ilişkiyi tekrar gözden geçirmemizi sağlar her konuşma. Diğer insanlarla yaptığımız konuşmalar bile!

 Neyzen, neyin/kimin sonuna yetişecektir, nasıl yetişecektir? Hüzün neden raylar boyunca üşümektedir?

Söylemek gereksiz ama söyleyeyim: Herkes kendi sonuna yetişecektir, yetişmelidir. Sırf zamansal değildir haddi zatında bu yetişme, yetkinleşmeyi de içeren bir süreçtir. Ölüm belki insanın olgun halidir. Boşuna Yunus Emre “Halkı bostan edinmiş/Kimisin üzer ölüm” demiyor. Diğer yandan bundan 30 yıl önce Eşrefoğlu Rumi’nin divanına yapılmış bir şerhi okurken şu sözle karşılaşmıştım: Hazreti Allah Adem’in çamurunu kararken onu 40 gün gam yağmuruna bir gün de neşe yağmuruna tabi tutmuş. Kederin, gamın, hüznün insan oluşun hamurunda neşeye nazaran kırk kat fazla olduğunu vurguluyordu söz. Raylar boyunca yürümek ise hayat yolculuğunun ta kendisi. Ama burada Ahmed Avni Konuk beyin Mesnevi şerhinde karşılaştığım şu sözünü de aktarmalıyım: "Surûru gamdan ve cefayı safâdan tefrik etmek vesvese-i evhamdandır."

Bu dünya hayatı ve varoluş üşütür, belki bundan hüzün üşümektedir raylar boyunca. Öyle söyleyeyim.

 Gerçekten meyve vermeyen ağaç uzun yaşar mı? Gerçekten su hep onlara doğru mu akar? Bu eğretilemeden muradın nedir?

Gerçekten meyve vermeyen ağaç meyve veren ağaçtan uzun yaşar. Sözgelimi çınarın ömrü ile kayısının ömrünü kıyaslayın yahut ardıç ile dut ağacınınkini. Anıt ağaçlar arasında meyveli ağaç pek görülmez sözgelimi. Herhangi bir iş üretmeyeceklere her türlü imkânın sağlanması, serilmesi bu eğretilemenin muradıydı.

Biraz da hiçbir dile sığmayan çığlıktan söz edelim mi?

Bir çığlığın, acı çeken bir insanda o acının sebebiyet verdiği çığlığın herhangi bir dile sığmaz olduğunu, o çığlığın ifade ettiklerini söze dökmeye uğraştığımızda fark ederiz. Sözgelimi şimdilerde kim kızı İsrail soysuzlarının saldırısıyla şehit düşen annenin acısını, bu acıyı bize duyuran çığlığı kâmil anlamıyla duyurduğunu iddia edebilir? Bazen acı çekersiniz, sessizlik hakimdir lakin, çığlık cer’i değil hafidir handiyse. Bilirsiniz ki o çığlık ifade bulsa, ifade bulduğu dili de darmaduman eder, dil kalmaz ortada. O yüzden suskun, sessiz bir çığlıktır atılan belki de.

Çocukla bitkinin uyumasından ne anlayacağız?

Tabiata en yakın olduğumuz hal elbette çocukluğumuzdur. Ayrıca uyku halinde de genellikle münfailizdir, maruz kalırız çoğu kez bazen rüyaya bazen kâbusa. Onların birlikte uyuması bu bakımdan uyumlu görülebilir. Öteye, bizi biz kılan şeylere yakın oluşumuza bir işaret olarak görmek gerekir belki de bu uyuyanları; çocukları ve bitkileri daha çok.

“Kalbe benzer yapraklarla hüznünü örten ağaç” hangisi? O’nun bir esin perisi gibi şiirinin kuytularına gelip girmesi neden?

O şiirde aktardığınız ibareyle kasdettiğim Huş ağacı. Şiir bundan iki yaz önce peş peşe çıkan orman yangınları üzerine yazılmıştı. Aklımda Cahit Koytak’ın “Huş ağacı hakkında bilgi topluyorum” şiiri vardı. Ağaçlar, özellikle huş ağacı beni maveraya yönelten işaret taşları… Esin perisi değiller. Bu bir yönelim ama bir ilham değil neticede. Şiir genellikle ya kalabalıklara karşı okunur yahut yalnızken, ama şunu biliriz ki her şair ancak yalnızken bir şiir yazar. Ağaçların gölgesindeyken şiirimin kuytusu diyebileceğim bir tür kendi kuytuluğuma sığınmışımdır. İçinden geçirdiklerini insan söylemeye çekinir çoğu kez bu tür durumlarda. Onu yansılıyor belki de bana hissettirdiği hüzün o ağacın.

“Keder” nasıl doğdu? Neden Ragıp Karcı’ya ithaf edildi?

Ankara’da bulunduğum yıllarda, yani 1990’lı yıllarda ismini sık sık duyduğum ama tanışmadığım insanlardan biriydi Ragıp Karcı. Sözgelimi o dönemde Cemal Sayan’la tanışıyordum, Ragıp abinin Cemal abinin şiiriyle ilgili değerlendirmesine de vakıftım ama ona doğrudan, birebir ulaşmadım. Tanışmamamda benim misantropluğumun payı büyük. Elbette o dönemde yaşadığım bazı sıkıntılar da bunda etkendir. 2016 idi sanırım. Konya’da gazetede çalışırken aldığım Selçuk Üniversitesi’nde akademisyen Memduh abinin telefonu ve teklifi üzerine Gar’da Ragıp Karcı abiyi karşıladık ve Murad Kapkıner’le birlikte TYB Konya şubesi binasında oturduk. Üniversite öğrencileri vardı, sohbet edildi, saz çalındı. Ragıp abinin anılarını dinledik orada, hatta kaleme alınmasını istediğim anılardı onlar. Ama olmadı. Twitter’da Ragıp abinin vefatını öğrendiğimde -ister istemez- dilimden ve kalemimden döküldü şiirin ilk dörtlüğü. Ertesi gün de uğraşıp tamamladım.

Kendi acziyetime, unutkanlığıma, eksikliğime delaletti o şiir. Sonuçta bir insanla tanışmışım ve o insanı o ya da bu şekilde tekrar hatırlamam elzemdi. Ama bunu yapmamıştım. Eksiklik dediğim bu.

Şu kalb-i selime de bakalım mı biraz? O’nun içinde neler oluyor?

Kalbimizin selim olmasına uğraşıyoruz ama onun hakkında nihai kararı verecek olan biz değiliz. Kalbimiz selim mi değil mi bilemiyoruz. Ne zaman selim olacak ne zaman selim olmayacak bundan emin olamayız. Mü’minler emin olmalı elbette imanlarından, kendilerinden. Peki ama kalbimizden de emin miyiz? Sık sık orayı yoklayan dünyevi haz ve heveslere karşı, onlarla mücadele etmeye hazırlıklı mıyız? Bu haz ve hevesleri gezindiğimiz köşe bucak da kışkırtıyor. Hazırlığımız biraz da buna dönük olmalı belki. Ama şunu itiraf etmeliyiz ki masivanın bizi ve kalbimizi meşgul ettiği anların sayısı umduğumuzdan fazla.

“Denizi geç” diyorsun, güzel de sonrası?

Bulunulan mevkiden memnun değilsek, daha iyi bir mevkiye ulaşabilmek için geçmemiz gereken merhaleler varsa onlar belki deniz. Bu merhaleleri aşınca, denizi geçince umduğumuz daha iyi bir mevki. Geçmeden bilemiyoruz ancak. “Yağmur yağarken yağmursa” denizi geçtiğimizde ulaşacağımız ‘yer’in de bulunduğumuz yerden daha iyi ya da daha kötü olacağını söyleyemeyiz. Yine de denizi geçmeliyiz; bu uçurumdan atlamalıyız; çünkü ardımızdaki düşman önümüzdeki belirsizlikten daha katı ve bizi daha muğber kılacak. (Edebiyat Ortamı, sayı, 97, Mart-Nisan 2024)

3 Mayıs 2024 Cuma

Modern Batı, tarihi gasp etti

 Tarihsel sürecin nihayetinde "evrensel" ve "tikel" formlar altında ele alınışının ilginç bir örneğidir Avrupamerkezcilik esasen. Avrupa'da -özellikle Batı Avrupa'da- olup biten her şey tarihin evrensel akışına dahil edilir, tarihin diğer yerler ve bölgelerdeki akışı ise tikeldir eninde sonunda. Kalıcı değildir. Belki tarihsel akışın ana rotasından istenmeyen sapma olarak bile görülebilirler. Hatta tarih kimileyin buralarda durur da. Öyle ki tarihsel akışın bir anında hemen her şeyi dondurup bu donuklukla hayatı ve toplumsal kurumların şekillenişini ele alabilirsiniz. Sözgelimi Daryush Shayegan'ın Yaralı Bilinç kitabında kullandığı "tarihte tatil" mefhumu tarihsel sürecin böyle yorumlanmasına güzel bir örnektir.

Jack Goody, Türkçe'ye Tarih Hırsızlığı adıyla çevrilmiş kitabında hem bu Avrupamerkezci perspektifi hem de dayandığı olgusal zemindeki çarpıklıkları kapsamlı bir eleştiriye tabi tutuyor, modern Batı'nın tarihi gasp etmesini de hırsızlık olarak adlandırıyor.

Evrensel statü

Goody Avrupamerkezcilik sorununun Avrupa antikçağında geniş çaplı kullanılan Grek alfabesinden kaynaklanan otoritenin pekiştirdiği özgül bir dünya görüşünün Avrupa tarihyazımı söylemine dahil edilip özümsenmesi ve bu söylemin Avrupa'nın diğer kıtalardaki kültürlerle ortak yanlarına nazaran ayrıksı kılınıp "evrensel statü" verilmesiyle ortaya çıktığına kani. Bu anlayışa göre "demokrasi", "merkantil kapitalizm", "özgürlük", bireycilik gibi birçok kavram ve kurum, Batı'daki modernleşmeyle birlikte icat edildi. Hatta Goody, bu kavram ve kurumlara sevgi, romantik aşk gibi bazı duyguların da dahil edilebileceğini, bunların Avrupa'nın icadı olarak değerlendirildiğini belirtiyor.

Avrupamerkezciliğin ve oryantalizmin etnik merkezciliğin iki alt türünü oluşturduğunu kaydeden Goody, onun sadece Avrupa'ya ait bir hastalık olmadığının altını çizerek postkolonyalist ve postmodernist bazı yazarların kolayca düştüğü bir tuzak olan etnik merkezciliğin Avrupamerkezci yaklaşımdan uzak duruyor. Ona göre, Avrupa nasıl aşk, demokrasi, özgürlük veya pazar ekonomisini icat etmemişse etnik merkezciliğin de mucidi değildir. Etnik merkezcilik Navaholardan Yahudilere Araplardan Çinlilere kadar birçok farklı etnide yaygın bir eğilimdir.

Üç kısma ayırdığı kitabında Goody, ilkin antikiteden başayıp feodalizm aracılığıyla kapitalizme ilerleyen ve Asya'yı "istisnai", "despotik" ya da "geri" addeden Avrupamerkezci niteliği belirgin anlayışın geçerliliğini irdeliyor. İkinci kısımda ise Avrupa'ya dünyayla ilişki içinde bakmaya çalışan, ancak yine de Avrupa'daki "benzersiz gelişme çizgisi"ne öncelik tanıyan üç önemli ismi ele alıyor: Çin biliminin sıradışı niteliğini gösteren Needham, Avrupa Rönesansı'nda "uygarlaşma süreci"nin kökenini bulgulayan Norbert Elias ve kapitalizmin kökenlerini tartışan, yazdığı Akdeniz tarihiyle büyük ilgi toplamış ünlü Annales tarihçisi Fernand Braudel. Teleolojik, bir anlamda Avrupamerkezci tarih anlatılarının dehşetini ifade etmiş bu isimlerin yine de aynı tuzağa yakalandıklarını gösteriyor Goody. Kitabın üçüncü kısmında"... birçok Avrupalı'nın, şehrin özel bir biçimi olan üniversitenin ve bizzat demokrasinin kendisi gibi en değerli bazı kurumlarla bireycilik gibi değerlerin ve bunların yanı sıra aşk (veya romantik aşk) gibi bazı duyguların muhafızları" oldukları iddialarını ele alan Goody, tarih ve antropoloji gibi sosyal bilimlerin hemen hepsinde yaygın Avrupamerkezci paradigmanın kendinden emin bakış açısını sorgulamamıza imkân tanıyor.