9 Mayıs 2024 Perşembe

AĞAÇLARIN DİYALEKTİĞİ ÜSTÜNE SÖYLEŞİ

Söyleşen: Sadık Yalsızuçanlar

Uzak Koku ve Mutlak Müzik’ten sonra dumanı üstünde “Ağaçların Diyalektiği” isimli şiir kitabını yayımladın. Öncelikle, adı nereden, nasıl geldi, onu sormak istiyorum.

 Diyalektik antik Grekler’de tartışma sanatı ya da çelişkili yollardan muhataplarını ikna etme sanatı anlamına gelirmiş. Bir anlamda diyalektik karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme biçimi olarak yorumlanabilir. Bir fikrin ya da ilkenin içerdiği olumlu olsun ya da olmasın bütün düşünceleri çıkarma yöntemine diyalektik de denirmiş. Zenon, Heraklit, Sokrates gibi felsefi düşüncenin başlangıcındaki isimlerin de düşüncenin hareketini tavsif edebilmek için buna başvurdukları söylenir. Modern çağda Hegel, diyalektik bahsinde daha çok anılır elbette. Fakat felsefi düşünmeye girmeden diyebilirim ki diyalektik kavramını ben ağaçların rüzgârla, birbirleriyle, insanlarla, tabiatla söyleşmelerini, bazen de zıtlaşmalarını adlandırmak üzere kullanıyorum. Daha çok onlarla söyleşme biçimimi tavsif ediyorum bir anlamda, ama benim değil bu onların diyalektiği demiş oluyorum. Bana hatırlattıklarını, fısıldadıklarını, onlarla tecrübelerimi belki anlatıyorum bu şiirlerde. Ağaçlar bu şiirlerde başka şeyleri de simgeliyor olabilir bu anlamda; insanları, şehirleri, eşyaları, olayları, anıları, fikirleri…

“Şeceretü’l-kevn” ne demek? Bu oylumlu şiirdeki özel isimler, alıntı ve göndermelere ilişkin neler söylersin? O ağacı merkeze alarak bir uygarlık tarihiyle ve modernite ile ödeşmeye mi çalışıyorsun?

 “Şeceretü’l kevn” yaradılış ağacı, varlık ağacı, hayat ağacı da demek. Muhyiddin Arabi’nin aynı isimli bir eseri var. O eserinde İbn Arabi, Allah’ın ‘Ol!-kün’ emrini yorumlayarak başlar ve eserini Hz. Peygamber’in mi’râcına yaptığı yorumlarla tamamlar. Bir yerde şunu da vurgular: “Varlık ağacının farklı dallarına, meyvelerinin türlerine baktığın zaman, bunun kökünün “Ol” habbesinden neşet ettiğini, ondan ayrıldığını anlarsın.” İbn Arabi’nin varlık’taki (kevn) kaf ve nun harflerine ıtlak ettiği manaları da aktarmak gerekir: “Kimisi kemal “kaf”ını ve belirlilik “nun”unu görmüş, kimisi küfür “kaf”ını ve belirsizlik “nun”unu görmüş. Bunlar, şahit olduklarının hükmünce “Kün / OL” dairesi noktasına dönerler. Var edilmişin var edenin iradesinin dışına çıkması mümkün değildir.” Bu minvalde insanları bu ağacın dal ve yaprakları, işlerini de bu ağacın meyvesi olarak düşünmek belki bu şiirin mümkün yorumlarından biri.

Şiirde geçen Kebetos Pinaks da Sokrates’in öğrencisi ve Platon’un da arkadaşı Kiyotiyos’un ahlaki konuları işlediği bir eseri. Eser insan hayatının tablosunu çizmesiyle ünlü. En az yirmi yüzyıllık bir tarihe sahip. Çok sayıda tercüme, yorum, şerh aracılığıyla farklı kültür havzalarında demlenmiş, farklı kılıklarla yerleşmiş. Gah bu geleneklerdeki metinlerle etkileşime girmiş, gah potansiyel ve dinamik ikonografiler oluşturmuş, bu gelenekler içinde dallanıp budaklanmış, bizi diğer metinlere, amblem kitaplarına, ahlâk/felsefe kitaplarına, resim ve gravürlere taşımış, bir anlamda önemli bir hipermetin. Klasik dünyamızda ahlak felsefesinin kurucusu addedilen ve önemli ahlak filozoflarından biri olan İbn Miskeveyh’in kültürümüze davet ettiği Kiyotiyos’un metni elbette İbn Arabi’nin Şeceretü’l Kevn’ine de sirayet etmiştir.  Şiirde anılan Cüneyd, Şibli ve Gazzali’nin de klasik irfanımızın önemli isimleri olduğunda kuşku yok. Şiirde ayrıca ünlü âmâ şair Maarri’nin “Toprağa dikilmiş bir çaputtur vücudum/Ey alemleri diken, beni de dik” mısrasını da anıyorum. Şiirde ayrıca kenz-i mahfiye (gizli hazine), adiyata (koşan atlar) atıf var. Kur’an-ı Kerim’de ahiret gününde hesap veremeyenlerin söyleyeceğinin belirtildiği “ya leyteni küntü türaba” ibaresine, yani “keşke toprak olsaydık” deyişine de atıf var. Şiir klasik desen adlandırmalarına değiniler içeriyor. Ayrıca kendi çocukluğumun simge nesnelerinden saydığım dedemin rahlesini de unutmadım. Bu haliyle şiirin anlaşılmasının güç olduğu düşünülebilir ama hayır. İnsanı okuyabilen şiiri de okuyabilir.

 Modern hayatla, modern uygarlıkla bu şiirde yüzleştiğim düşüncesi yanlış değil. Ama hesaplaşma, sadece bu şiirde değil. Bu hesaplaşma ya da başka deyişle ödeşme diğer kitaplarda Uzak Koku’da, Mutlak Müzik’te devam ediyor. Yaşadığımız Günlere Zeyl ile Kopukluklar adıyla yayınlanmasını umduğum kitaplarda da sürdürdüğüm bir şey söz konusu ödeşme.  Bu kitabı o çabanın bir dalı ya da yaprağı saymalı bu bakımdan. En genel anlamıyla bu kitaplar belki hayatla ödeşme gayretimin ürünleri. Öyle bakıyorum doğrusu.  

 Taş, geleneksel irfanda neyin imgesidir? Taşın çatlamasından Murat’ın muradı nedir?

 Taşın çatlaması geleneksel düşüncemizde genellikle sabrın tükenişini simgeler ama bana kalırsa bir doğumu, bir eylemin başlangıcını da işaret ettiğini söyleyebiliriz. Taşta hissettiğimiz durgunluk çatlayıştaki hareketle tezat oluşturuyor görünse de öyle değildir genellikle. Taş çatlayarak içindeki zenginliği serer önümüze. Kitabın tamamındaki şiirler için seçtiğim bir epigraf o yüzden bahse konu şiir parçası (şiirin tamamı 2007’de yayınlanmıştı, ama o şiir ne yazık ki bu kitaba girmiş değil.) Bir başlangıç aslında bu kitap, üçüncü şiir kitabı ama bir başlangıç. Bir zenginliğe doğru yol alıyor böylelikle insanoğlu, varlığa doğru yürüyor. Deyim yerindeyse kitabı oluşturan şiirler böylelikle bir kez daha kendi içimle dış dünya arasındaki boy ölçüşmesini ortaya seriyor.

 Kendilerinden başka dil istediğin “onlar” kim?

 Ağaçların Diyalektiği bölümünün epigraf mısrasındaki ibare yanlış aktarılmış sanırım. “Onlar”dan istenmiş değil “başka dil.” O başka dil, bizimle başkalarının arasındaki farklılığı belirginleştiren bir dil. Belirlilik nunu ile belirsizlik nunu arasındaki farka işaret var. Onlar dediğim ise cümle ehli dünya, yani belirsizlik nununun işaret ettiği alana girenlerin hemen hepsi.

 Alıçla, iğdeyle konuşma girişimi, Heidegger’in Kıryolu’ndaki “meşe”yle ilişkilendirilebilir mi, nasıl/niçin?

 Alıçla, iğdeyle, cümle mahlukâtla ilişki kurulabilir. İğdenin dimağı, alıcın aklı büyüleyebilir bizi. Onlarla konuştuğumuzda fark ederiz bunları çünkü. Onlarla konuşmak, cümle mahlukatla konuşmak bakışımızı yumuşatır elbette. Varlığın özüne yaklaştığımızı hissederiz bu konuşmalarla. İğde dimağıyla kavrar bizi. Biz onu “iğdenin kokusu” olarak adlandırırız ama ötelerin sezgisini edindiğimiz aşikardır. Heidegger’in meşeye bakışı ya da bizim alıca bakışımız benimsediğimiz perspektiflere bağlıdır eni sonu. Varlık sorusu hep ortadadır halbuki. Bize varlığımızı, varoluşumuzu sorgulatır onların kökü, dalı, meyvesi, kokusu, fısıltısı. Varlıkla kurduğumuz ilişkiyi tekrar gözden geçirmemizi sağlar her konuşma. Diğer insanlarla yaptığımız konuşmalar bile!

 Neyzen, neyin/kimin sonuna yetişecektir, nasıl yetişecektir? Hüzün neden raylar boyunca üşümektedir?

Söylemek gereksiz ama söyleyeyim: Herkes kendi sonuna yetişecektir, yetişmelidir. Sırf zamansal değildir haddi zatında bu yetişme, yetkinleşmeyi de içeren bir süreçtir. Ölüm belki insanın olgun halidir. Boşuna Yunus Emre “Halkı bostan edinmiş/Kimisin üzer ölüm” demiyor. Diğer yandan bundan 30 yıl önce Eşrefoğlu Rumi’nin divanına yapılmış bir şerhi okurken şu sözle karşılaşmıştım: Hazreti Allah Adem’in çamurunu kararken onu 40 gün gam yağmuruna bir gün de neşe yağmuruna tabi tutmuş. Kederin, gamın, hüznün insan oluşun hamurunda neşeye nazaran kırk kat fazla olduğunu vurguluyordu söz. Raylar boyunca yürümek ise hayat yolculuğunun ta kendisi. Ama burada Ahmed Avni Konuk beyin Mesnevi şerhinde karşılaştığım şu sözünü de aktarmalıyım: "Surûru gamdan ve cefayı safâdan tefrik etmek vesvese-i evhamdandır."

Bu dünya hayatı ve varoluş üşütür, belki bundan hüzün üşümektedir raylar boyunca. Öyle söyleyeyim.

 Gerçekten meyve vermeyen ağaç uzun yaşar mı? Gerçekten su hep onlara doğru mu akar? Bu eğretilemeden muradın nedir?

Gerçekten meyve vermeyen ağaç meyve veren ağaçtan uzun yaşar. Sözgelimi çınarın ömrü ile kayısının ömrünü kıyaslayın yahut ardıç ile dut ağacınınkini. Anıt ağaçlar arasında meyveli ağaç pek görülmez sözgelimi. Herhangi bir iş üretmeyeceklere her türlü imkânın sağlanması, serilmesi bu eğretilemenin muradıydı.

Biraz da hiçbir dile sığmayan çığlıktan söz edelim mi?

Bir çığlığın, acı çeken bir insanda o acının sebebiyet verdiği çığlığın herhangi bir dile sığmaz olduğunu, o çığlığın ifade ettiklerini söze dökmeye uğraştığımızda fark ederiz. Sözgelimi şimdilerde kim kızı İsrail soysuzlarının saldırısıyla şehit düşen annenin acısını, bu acıyı bize duyuran çığlığı kâmil anlamıyla duyurduğunu iddia edebilir? Bazen acı çekersiniz, sessizlik hakimdir lakin, çığlık cer’i değil hafidir handiyse. Bilirsiniz ki o çığlık ifade bulsa, ifade bulduğu dili de darmaduman eder, dil kalmaz ortada. O yüzden suskun, sessiz bir çığlıktır atılan belki de.

Çocukla bitkinin uyumasından ne anlayacağız?

Tabiata en yakın olduğumuz hal elbette çocukluğumuzdur. Ayrıca uyku halinde de genellikle münfailizdir, maruz kalırız çoğu kez bazen rüyaya bazen kâbusa. Onların birlikte uyuması bu bakımdan uyumlu görülebilir. Öteye, bizi biz kılan şeylere yakın oluşumuza bir işaret olarak görmek gerekir belki de bu uyuyanları; çocukları ve bitkileri daha çok.

“Kalbe benzer yapraklarla hüznünü örten ağaç” hangisi? O’nun bir esin perisi gibi şiirinin kuytularına gelip girmesi neden?

O şiirde aktardığınız ibareyle kasdettiğim Huş ağacı. Şiir bundan iki yaz önce peş peşe çıkan orman yangınları üzerine yazılmıştı. Aklımda Cahit Koytak’ın “Huş ağacı hakkında bilgi topluyorum” şiiri vardı. Ağaçlar, özellikle huş ağacı beni maveraya yönelten işaret taşları… Esin perisi değiller. Bu bir yönelim ama bir ilham değil neticede. Şiir genellikle ya kalabalıklara karşı okunur yahut yalnızken, ama şunu biliriz ki her şair ancak yalnızken bir şiir yazar. Ağaçların gölgesindeyken şiirimin kuytusu diyebileceğim bir tür kendi kuytuluğuma sığınmışımdır. İçinden geçirdiklerini insan söylemeye çekinir çoğu kez bu tür durumlarda. Onu yansılıyor belki de bana hissettirdiği hüzün o ağacın.

“Keder” nasıl doğdu? Neden Ragıp Karcı’ya ithaf edildi?

Ankara’da bulunduğum yıllarda, yani 1990’lı yıllarda ismini sık sık duyduğum ama tanışmadığım insanlardan biriydi Ragıp Karcı. Sözgelimi o dönemde Cemal Sayan’la tanışıyordum, Ragıp abinin Cemal abinin şiiriyle ilgili değerlendirmesine de vakıftım ama ona doğrudan, birebir ulaşmadım. Tanışmamamda benim misantropluğumun payı büyük. Elbette o dönemde yaşadığım bazı sıkıntılar da bunda etkendir. 2016 idi sanırım. Konya’da gazetede çalışırken aldığım Selçuk Üniversitesi’nde akademisyen Memduh abinin telefonu ve teklifi üzerine Gar’da Ragıp Karcı abiyi karşıladık ve Murad Kapkıner’le birlikte TYB Konya şubesi binasında oturduk. Üniversite öğrencileri vardı, sohbet edildi, saz çalındı. Ragıp abinin anılarını dinledik orada, hatta kaleme alınmasını istediğim anılardı onlar. Ama olmadı. Twitter’da Ragıp abinin vefatını öğrendiğimde -ister istemez- dilimden ve kalemimden döküldü şiirin ilk dörtlüğü. Ertesi gün de uğraşıp tamamladım.

Kendi acziyetime, unutkanlığıma, eksikliğime delaletti o şiir. Sonuçta bir insanla tanışmışım ve o insanı o ya da bu şekilde tekrar hatırlamam elzemdi. Ama bunu yapmamıştım. Eksiklik dediğim bu.

Şu kalb-i selime de bakalım mı biraz? O’nun içinde neler oluyor?

Kalbimizin selim olmasına uğraşıyoruz ama onun hakkında nihai kararı verecek olan biz değiliz. Kalbimiz selim mi değil mi bilemiyoruz. Ne zaman selim olacak ne zaman selim olmayacak bundan emin olamayız. Mü’minler emin olmalı elbette imanlarından, kendilerinden. Peki ama kalbimizden de emin miyiz? Sık sık orayı yoklayan dünyevi haz ve heveslere karşı, onlarla mücadele etmeye hazırlıklı mıyız? Bu haz ve hevesleri gezindiğimiz köşe bucak da kışkırtıyor. Hazırlığımız biraz da buna dönük olmalı belki. Ama şunu itiraf etmeliyiz ki masivanın bizi ve kalbimizi meşgul ettiği anların sayısı umduğumuzdan fazla.

“Denizi geç” diyorsun, güzel de sonrası?

Bulunulan mevkiden memnun değilsek, daha iyi bir mevkiye ulaşabilmek için geçmemiz gereken merhaleler varsa onlar belki deniz. Bu merhaleleri aşınca, denizi geçince umduğumuz daha iyi bir mevki. Geçmeden bilemiyoruz ancak. “Yağmur yağarken yağmursa” denizi geçtiğimizde ulaşacağımız ‘yer’in de bulunduğumuz yerden daha iyi ya da daha kötü olacağını söyleyemeyiz. Yine de denizi geçmeliyiz; bu uçurumdan atlamalıyız; çünkü ardımızdaki düşman önümüzdeki belirsizlikten daha katı ve bizi daha muğber kılacak. (Edebiyat Ortamı, sayı, 97, Mart-Nisan 2024)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder