Söyleşen: Sadık Yalsızuçanlar
Uzak Koku ve Mutlak Müzik’ten sonra dumanı üstünde “Ağaçların Diyalektiği” isimli şiir kitabını yayımladın. Öncelikle, adı nereden, nasıl geldi, onu sormak istiyorum.
“Şeceretü’l-kevn” ne demek? Bu oylumlu şiirdeki özel isimler, alıntı ve göndermelere ilişkin neler söylersin? O ağacı merkeze alarak bir uygarlık tarihiyle ve modernite ile ödeşmeye mi çalışıyorsun?
Şiirde geçen Kebetos Pinaks da
Sokrates’in öğrencisi ve Platon’un da arkadaşı Kiyotiyos’un ahlaki konuları
işlediği bir eseri. Eser insan hayatının tablosunu çizmesiyle ünlü. En az yirmi
yüzyıllık bir tarihe sahip. Çok sayıda tercüme, yorum, şerh aracılığıyla farklı
kültür havzalarında demlenmiş, farklı kılıklarla yerleşmiş. Gah bu
geleneklerdeki metinlerle etkileşime girmiş, gah potansiyel ve dinamik
ikonografiler oluşturmuş, bu gelenekler içinde dallanıp budaklanmış, bizi diğer
metinlere, amblem kitaplarına, ahlâk/felsefe kitaplarına, resim ve gravürlere
taşımış, bir anlamda önemli bir hipermetin. Klasik dünyamızda ahlak
felsefesinin kurucusu addedilen ve önemli ahlak filozoflarından biri olan İbn
Miskeveyh’in kültürümüze davet ettiği Kiyotiyos’un metni elbette İbn Arabi’nin
Şeceretü’l Kevn’ine de sirayet etmiştir. Şiirde anılan Cüneyd, Şibli ve Gazzali’nin de
klasik irfanımızın önemli isimleri olduğunda kuşku yok. Şiirde ayrıca ünlü âmâ
şair Maarri’nin “Toprağa dikilmiş bir çaputtur vücudum/Ey alemleri diken, beni
de dik” mısrasını da anıyorum. Şiirde ayrıca kenz-i mahfiye (gizli hazine),
adiyata (koşan atlar) atıf var. Kur’an-ı Kerim’de ahiret gününde hesap
veremeyenlerin söyleyeceğinin belirtildiği “ya leyteni küntü türaba” ibaresine,
yani “keşke toprak olsaydık” deyişine de atıf var. Şiir klasik desen
adlandırmalarına değiniler içeriyor. Ayrıca kendi çocukluğumun simge
nesnelerinden saydığım dedemin rahlesini de unutmadım. Bu haliyle şiirin anlaşılmasının
güç olduğu düşünülebilir ama hayır. İnsanı okuyabilen şiiri de okuyabilir.
Söylemek gereksiz ama söyleyeyim: Herkes kendi sonuna yetişecektir, yetişmelidir. Sırf zamansal değildir haddi zatında bu yetişme, yetkinleşmeyi de içeren bir süreçtir. Ölüm belki insanın olgun halidir. Boşuna Yunus Emre “Halkı bostan edinmiş/Kimisin üzer ölüm” demiyor. Diğer yandan bundan 30 yıl önce Eşrefoğlu Rumi’nin divanına yapılmış bir şerhi okurken şu sözle karşılaşmıştım: Hazreti Allah Adem’in çamurunu kararken onu 40 gün gam yağmuruna bir gün de neşe yağmuruna tabi tutmuş. Kederin, gamın, hüznün insan oluşun hamurunda neşeye nazaran kırk kat fazla olduğunu vurguluyordu söz. Raylar boyunca yürümek ise hayat yolculuğunun ta kendisi. Ama burada Ahmed Avni Konuk beyin Mesnevi şerhinde karşılaştığım şu sözünü de aktarmalıyım: "Surûru gamdan ve cefayı safâdan tefrik etmek vesvese-i evhamdandır."
Bu dünya hayatı ve varoluş üşütür, belki bundan hüzün
üşümektedir raylar boyunca. Öyle söyleyeyim.
Gerçekten meyve vermeyen ağaç meyve veren ağaçtan uzun yaşar. Sözgelimi çınarın ömrü ile kayısının ömrünü kıyaslayın yahut ardıç ile dut ağacınınkini. Anıt ağaçlar arasında meyveli ağaç pek görülmez sözgelimi. Herhangi bir iş üretmeyeceklere her türlü imkânın sağlanması, serilmesi bu eğretilemenin muradıydı.
Biraz da hiçbir dile sığmayan çığlıktan söz edelim mi?
Bir çığlığın, acı çeken bir insanda o acının sebebiyet verdiği çığlığın herhangi bir dile sığmaz olduğunu, o çığlığın ifade ettiklerini söze dökmeye uğraştığımızda fark ederiz. Sözgelimi şimdilerde kim kızı İsrail soysuzlarının saldırısıyla şehit düşen annenin acısını, bu acıyı bize duyuran çığlığı kâmil anlamıyla duyurduğunu iddia edebilir? Bazen acı çekersiniz, sessizlik hakimdir lakin, çığlık cer’i değil hafidir handiyse. Bilirsiniz ki o çığlık ifade bulsa, ifade bulduğu dili de darmaduman eder, dil kalmaz ortada. O yüzden suskun, sessiz bir çığlıktır atılan belki de.
Çocukla bitkinin uyumasından ne anlayacağız?
Tabiata en yakın olduğumuz hal elbette çocukluğumuzdur. Ayrıca uyku halinde de genellikle münfailizdir, maruz kalırız çoğu kez bazen rüyaya bazen kâbusa. Onların birlikte uyuması bu bakımdan uyumlu görülebilir. Öteye, bizi biz kılan şeylere yakın oluşumuza bir işaret olarak görmek gerekir belki de bu uyuyanları; çocukları ve bitkileri daha çok.
“Kalbe benzer yapraklarla hüznünü örten ağaç” hangisi? O’nun bir esin perisi gibi şiirinin kuytularına gelip girmesi neden?
O şiirde aktardığınız ibareyle kasdettiğim Huş ağacı. Şiir bundan iki yaz önce peş peşe çıkan orman yangınları üzerine yazılmıştı. Aklımda Cahit Koytak’ın “Huş ağacı hakkında bilgi topluyorum” şiiri vardı. Ağaçlar, özellikle huş ağacı beni maveraya yönelten işaret taşları… Esin perisi değiller. Bu bir yönelim ama bir ilham değil neticede. Şiir genellikle ya kalabalıklara karşı okunur yahut yalnızken, ama şunu biliriz ki her şair ancak yalnızken bir şiir yazar. Ağaçların gölgesindeyken şiirimin kuytusu diyebileceğim bir tür kendi kuytuluğuma sığınmışımdır. İçinden geçirdiklerini insan söylemeye çekinir çoğu kez bu tür durumlarda. Onu yansılıyor belki de bana hissettirdiği hüzün o ağacın.
“Keder” nasıl doğdu? Neden Ragıp Karcı’ya ithaf edildi?
Ankara’da bulunduğum yıllarda, yani 1990’lı yıllarda ismini sık sık duyduğum ama tanışmadığım insanlardan biriydi Ragıp Karcı. Sözgelimi o dönemde Cemal Sayan’la tanışıyordum, Ragıp abinin Cemal abinin şiiriyle ilgili değerlendirmesine de vakıftım ama ona doğrudan, birebir ulaşmadım. Tanışmamamda benim misantropluğumun payı büyük. Elbette o dönemde yaşadığım bazı sıkıntılar da bunda etkendir. 2016 idi sanırım. Konya’da gazetede çalışırken aldığım Selçuk Üniversitesi’nde akademisyen Memduh abinin telefonu ve teklifi üzerine Gar’da Ragıp Karcı abiyi karşıladık ve Murad Kapkıner’le birlikte TYB Konya şubesi binasında oturduk. Üniversite öğrencileri vardı, sohbet edildi, saz çalındı. Ragıp abinin anılarını dinledik orada, hatta kaleme alınmasını istediğim anılardı onlar. Ama olmadı. Twitter’da Ragıp abinin vefatını öğrendiğimde -ister istemez- dilimden ve kalemimden döküldü şiirin ilk dörtlüğü. Ertesi gün de uğraşıp tamamladım.
Kendi acziyetime, unutkanlığıma, eksikliğime delaletti o
şiir. Sonuçta bir insanla tanışmışım ve o insanı o ya da bu şekilde tekrar hatırlamam
elzemdi. Ama bunu yapmamıştım. Eksiklik dediğim bu.
Şu kalb-i selime de bakalım mı biraz? O’nun içinde neler oluyor?
Kalbimizin selim olmasına uğraşıyoruz ama onun hakkında nihai kararı verecek olan biz değiliz. Kalbimiz selim mi değil mi bilemiyoruz. Ne zaman selim olacak ne zaman selim olmayacak bundan emin olamayız. Mü’minler emin olmalı elbette imanlarından, kendilerinden. Peki ama kalbimizden de emin miyiz? Sık sık orayı yoklayan dünyevi haz ve heveslere karşı, onlarla mücadele etmeye hazırlıklı mıyız? Bu haz ve hevesleri gezindiğimiz köşe bucak da kışkırtıyor. Hazırlığımız biraz da buna dönük olmalı belki. Ama şunu itiraf etmeliyiz ki masivanın bizi ve kalbimizi meşgul ettiği anların sayısı umduğumuzdan fazla.
“Denizi geç” diyorsun, güzel de sonrası?
Bulunulan mevkiden memnun değilsek, daha iyi bir mevkiye ulaşabilmek için geçmemiz gereken merhaleler varsa onlar belki deniz. Bu merhaleleri aşınca, denizi geçince umduğumuz daha iyi bir mevki. Geçmeden bilemiyoruz ancak. “Yağmur yağarken yağmursa” denizi geçtiğimizde ulaşacağımız ‘yer’in de bulunduğumuz yerden daha iyi ya da daha kötü olacağını söyleyemeyiz. Yine de denizi geçmeliyiz; bu uçurumdan atlamalıyız; çünkü ardımızdaki düşman önümüzdeki belirsizlikten daha katı ve bizi daha muğber kılacak. (Edebiyat Ortamı, sayı, 97, Mart-Nisan 2024)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder