9 Eylül 2016 Cuma

Avrupa, tin olarak algılanmalı

19.yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında Avrupa düşüncesinde hakim olan özne-nesne, doğa-kültür, idealizm-materyalizm, ruh-beden vb. uzlaştırılması mümkün görünmeyen ikili karşıtlıkların oluşturduğu tartışma bağlamını aşmak üzere Edmund Husserl’in geliştirdiği bir felsefi yönelimdir fenomenoloji. Özellikle Descartes ve Kant üzerine yaptığı çalışmalarla dikkat çeken Husserl’in fenomenolojisi, sadece bir felsefi yönelim olarak değil, aynı zamanda beşeri bilimlerdeki birçok metodolojik bakışı da derinden etkileyen bir dönüşüm oluşturur. Kartezyen şüphecilikten derinlemesine etkilenen ve ‘kesin bilim’i kurabilmek için ‘şeylerin kendileri’ne dönülmesi gerektiğine vurgu yapan Husserl’in bunun için üç adım önerdiği bilinir: Öncelikle fenomen hakkında sahip olunduğu düşünülen hiçbir bilgi, bilgi statüsünde görülmez. Fenomenin gerçekliğine ulaşabilmek için fenomenolojik indirgeme şarttır. Fenomenolojik araştırmanın özüne ulaşabilmek ancak yeni bir düşünme katmanına geçebilmekle mümkündür. Burada saf bilgi fenomenine ulaşılır. Fenomen böylelikle saf apaçıklığa indirgenmek istenir. Fenomenolojik araştırmanın üçüncü ve son aşamasında fenomenin kendinde verilmişliği söz konusudur. Burada şeylere dair verili bilgiye değil, kendinde bilgiye ulaşılır.
İki çıkış yolu önerisi
Husserl fenomenolojisinin belki en meşhur kavramı, bir anlamda Descartes’in cogito’suna eşdeğer sayılabilecek, “yönelimsellik” kavramıdır. Yönelimsellik sürekli bir şeyin bilincinde bulunma halidir. Yani Descartes’te olduğu gibi insan “düşünüyorum” diyemez, ancak “düşündüğümü düşünüyorum” diyebilir. Bu anlamda bilincin nesnesine yönelmişliğini, her bilinç yaşantısının kendi nesnesini içerdiğini, her bilinç yaşantısının bir bilinci olduğunu ifade eder Husserl için.
Husserl’in temellerini attığı fenomenolojik gelenek kendine Heidegger, Levinas gibi sıkı takipçiler bulmuş ve belki de 20. yüzyıl ortalarından bugüne etkilerini katlayarak, yeni düşünme biçimlerine yol açarak, beşeri bilimleri dönüştürerek 20. yüzyılın en kalıcı felsefi geleneği olma konumuna erişmiştir. Husserl’in iki büyük savaş arasında, Birinci ve İkinci Büyük Savaş arasında, 1929’daki ekonomik bunalımın, 1933’te Hitler’in Almanya’da III. Reich’ı yükseltmesinin ertesine denk gelen bir tarihte Viyana’da verdiği “Avrupa İnsanlığın Krizi ve Felsefe” başlıklı konferansının içeren bir kitap Bunalım.
Konferansında Husserl, 1936’da Avrupa varoluşunun içinde bulunduğu krizden yalnızca iki çıkış yolu olduğunu söylüyor: Ya Avrupa’nın hayatın akılcı anlamına yabancılaşarak batışı, tin düşmanlığı ve barbarlıkla son buluşu ya da aklın doğalcılığı kesin bir şekilde kahramanca yenmesi yoluyla felsefenin tininden Avrupa’nın yeniden doğuşu. Husserl için Avrupa’yı tehdit eden en büyük tehlike ise yorgunluk. Avrupa’nın bir coğrafyadan çok bir kültür ve tin olarak algılanmasında ısrarcı Husserl’in bu konferansının iyice yaşlanmış ve hayatın salt akılcı değil, her türlü anlamına yabancılaşmış günümüz Avrupası’nın durumunu düşünmek için iyi bir başlangıç noktası sunduğunu vurgulamak gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder