18 Ekim 2016 Salı

İki felsefe arasında uzlaşı arayışı

Batılılaşma-modernleşme devri Türk kültür hayatının en gözde konularından biridir Türkiye’de felsefenin bulunup bulunmadığı. Sürekli tartışılır Türkiye’de Türklere özgü bir felsefenin olup olmadığı. Benzeri şekilde başka alanlarda da sürdürülür bu tartışma. Ama temelde 19. Yüzyılın sonunda yeni bir kültürün formasyon kazandığı fark edilen Batı karşısında nasıl bir tavır almak gerektiğine ilişkin gelişen yenileşme hareketlerinin yöntem sorunlarıyla ilgili dile getirilir bu tür sorular. Beşir Fuad’dan Ali Suavi’ye, Kılıçzade Hakkı’dan ilk Descartes mütercimi İbrahim Edhem beye, Baha Tevfik’ten Celal Nuri İleri’ye Ahmet Mithat Paşa’dan Abdullah Cevdet’e farklı felsefi mesleklere meraklı, onları benimsemiş mozaik bir görünüm arz eder Osmanlı devletinin yıkılmaya yüz tuttuğu yıllardaki fikri vasat.
Kafalar karışıktır, kaybedilen savaşlar, devletin siyasi ve ekonomik durumunda yaşadığı zorluklarla birlikte karşılaştığı krizler, kaybedilen topraklar, göçler düşünmeyi de acilleştirmiş görünür. Çoğunu devletin maaşlı memuru sayabileceğimiz münevver taifenin bur durumdan çıkışın yollarını ararken sürekli tarz ve karar değiştirdiğini görürüz. Gâh naturalizme sapılır, gâh pozitivizme. Bazen Büchner’in vülger materyalizminden medet umulur, kimileyin ise sadece akılcılığın yönetiminde fünuna ilgi göstermenin yeterli olduğu düşünülür.
Bir nevi vasiyetname
 II. Meşrutiyet döneminin ünlü fikir adamlarından Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin Darülfünun hocalarına sunduğu yazılı bir konferans “Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz?” metni. 1913 tarihli. Filibeli’nin bakır zehirlenmesinden dolayı vefat etmeden önce kaleme aldığı son eserlerden. Bir nevi vasiyetnamesi. Belki de bu yüzden başlığa taşınmış sürekli uğraşmak zorunda kaldığımız soru. Başlıkta sorulan soru modernleşme dönemi Türk düşüncesine egemen bakış açılarının bir özeti sanki ve bu düşüncenin oluşumunda ‘kurucu’ bir niteliğe sahip.
Filibeli Ahmed Hilmi Bey konferansında düşünce sahasında yapılması gerekenlere dair önemli bir tefekküre girişiyor. Ona göre aydınlarımız bir ‘metot’a, dolayısıyla bir ‘ideal’e sahip değil. Bu sebeple de ‘yenileşme çabaları’nda sürekli farklı noktalardan yeni baştan, yani sıfırdan başlıyor; ne düşüncede ne de eylemde herhangi bir süreklilik tedarik edemiyoruz.
Yazılarında sürekli biçimde Batı taklitçiliğine karşı çıkan, özellikle Tanzimat’la başlayan modernleşme hareketinin geleneksel Osmanlı-İslâm kültür ve kurumlarıyla nasıl uyuşmasının gerektiği üzerinde duran Filibeli Ahmed Hilmi’nin İslâm felsefesiyle Batı felsefesi arasında uzlaşma yolları aradığını ve metot olarak eklektizmi tercih ettiğini biliyoruz. Bu ‘metod’ savunmasının en güzel örneği belki kitapta dile getirdiği görüşler.
Gerek kitabı yeniden kültür dünyamızda dolaşıma sokan Ali Utku ile Kemal Kahramanoğlu’nun gerekse de Hilmi Yavuz’un konuya dair yazıları da kitabın uğraştığı, çerçevelediği sorunları belirleme ve yeniden sunma bakımından önemsenmesi gereken yazılar. Fikri gelişimimiz açısından 100 yıl önceye dönüp bakmamızı sağlayan bu kitabın Türk felsefesi tasavvuruna ve Türk felsefesinin ‘kayıp kanonu’ndan önemli bir parçaya delalet ettiğine de hiç şüphe yok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder