13 Mart 2017 Pazartesi

Dini araçsallaştıran ‘ara dönem’ pratikleri

Sadece Türk modernleşmesinin değil, genel olarak hemen bütün modernleşme süreçlerinin en temel tartışma konularından biridir din ve dünyevileşme/sekülerleşme. Dinin gündelik hayatın tanziminden yönetim süreçlerinin şekillenişine kadar hemen her toplumsal kademede inkâr edilemeyecek etkisi, bu etkiyi değiştirme, dönüştürme ya da kanalize etme çabalarına da yol açar.
Genel olarak tek partili ve çok partili hayat dönemlerini esas kabul etmek üzere, başta İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükun dönemi ve farklı gerekçelendirmelerle tanımlanan bir dizi müdahalenin (27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980), son olarak da 28 Şubat 1997’de gerçekleştirilen uzun soluklu olacağı daha baştan anlaşılan bir inisiyatif kullanımının Türkiye’de dini hayatı ne yönde etkilediği ve ortaya çıkan sonuçların tipik bir dindarın maneviyatını nasıl biçimlendirdiğini ele almak ve incelemek gerektiğini düşünen Necdet Subaşı, kitabında modern Türkiye’de din politikalarını ara dönemler üzerinden tartışmaya çalışıyor. Modernleşmenin özünde gündelik hayatı tanzim etmenin yanı sıra araçsal öğe olarak dinin de maneviyatın dünyevileştirilmesine ilişkin her düzeydeki girişimle tek taraflı ve tek boyutlu olarak yüzleştirilmesinin yattığını vurgulayan Subaşı, Türk modernleşmesinde de bir din olarak İslam’ın, gündelik hayatın yeniden tanzimiyle birlikte nasıl bir statüye kavuşturulacağı konusunun sürekli gündemde yer aldığına işaret ediyor. Ara dönem din politikalarında, araştırmasının merkezine devletin dine değgin yönelimlerini yerleştiren Subaşı, özellikle ara dönemlerde resmi ideolojinin siyasal mobilizasyonunun bu dönemlerde genellikle tek bir merkezden sağlandığını belirtiyor.
Gericiler-ilericiler
Türkiye’deki ara dönem rejimlerinde etkinleşen siyasal iktidar mekanizmaları ve siyasal pratik, genelde biri “laik” ve “mutedil”, diğeri ise “gerici” iki tür İslâm’ı birbirinden ayrıştıran bir habitusa yaslanır. Sözgelimi 1960-61’de Milli Birlik Kurulu, Kemalizm’e derin bağlılığıyla birlikte, aslında İslâm’ın Türk karakterinde yaşamsal bir bileşim olduğunun da farkındaydı. Dine yönelik düşmanca bir tutum benimsemek yerine, onun “dar kafalılar” ve “gericiler” tarafından istismar edilmemesi için devletin kontrolünde tutmayı daha rasyonel buluyordu. Güdülen amaçlara destek sağlayacak ilerici ve laik imamlarla devlet memuru statüsündeki diğer din görevlilerini yetiştirmeye özen gösteren askerlerin, bu konuda suni olduğu kadar pragmatik de olan kaygılarla davrandığı görülebilir. “Çağa uygun İslam” arayışıyla komünizme ve “dinsel yobazlığa” karşı da bir panzehir aranıyordu aslında. Ara dönemlerin dine yükledikleri araçsal rolün milli birlik ve beraberlik duygusu çerçevesinde ülkenin bir ve bölünmez bütünlüğünü sağlamak amacıyla yönetime el koyan TSK’nın temel stratejisi olduğunu, ancak bu tercihin, İslâmi bir oluşuma yol verecek her tür beklentiyi dumura uğratacak bir laiklik temasının kendine özgü niteliğini dışlamaksızın gerçekleştirildiğini vurgulayan Subaşı’nın kitabı Cumhuriyet dönemindeki din uygulamalarına bakışımıza yeni bir perspektif kazandırıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder