10 Şubat 2017 Cuma

Kurumlar ve toplumsal hayatiyet

Bir otobüste tesadüfen yan yana gelmiş insanları ya da gelişigüzel bir kalabalığı değil de kendine özgü normları, değerleri, kuralları olan insan kümelerini ‘topluluk’ ya da ‘toplum’ olarak adlandırırız genelde. Birbirine yakın inanç, değer yargıları olan insanların birlikte anılacağı farklı tasnifler de yapabiliriz. Bu birlikteliklerin temeline sadece “rasyonel seçimlerde bulunma yetisine sahip bireyler” modelini yerleştirebilir miyiz peki? Bir topluluk ya da toplum olmakla ortak kanaat, inanç ya da düşüncelere sahip olmak arasındaki ilişkiler nedir?
Modern sosyoloji teorisinde ‘dayanışma’ ve ‘işbirliği’ dendiğinde akla ünlü Fransız sosyolog Emilé Durkheim’ın ve takipçilerinin gelmemesi imkânsızdır. Sosyal antropolog Mary Douglas’ın kurumlar ve bireyler, beşeri bilişsellik ile kurum teorileri arasındaki bağları ‘dayanışma’, ‘işbirliği’, ‘ret’, ve ‘güvensizlik’ temalarını kendine leit-motif olarak seçen eseri “Kurumlar Nasıl Düşünür?” 1985’te Abrams Konferansları’nın altıncısı olarak Syracuse Üniversitesi’nde verilmiş seminerlere dayanıyor.
Eserinde öncelikle Durkheim’ın “birey ve toplum” arasındaki çatışmayı incelemek üzere geliştirdiği yolu irdeleyen Douglas, onun sosyolojik epistemolojisinin gelişemeden kaldığını tespit ediyor. Douglas’a göre, Durkheim, bir yandan örgütleyici düşüncede toplumun rolünü artırıp bireyin rolünü azalttığı için rasyonalist ve radikal addedilerek eleştirel saldırılara hedef kılınmıştı; diğer yandan da sosyal gruba mistik bir hava ve doğaüstü, kendi kendini idame ettiren bir işlev bahşettiğini düşünenler, onu yeterince akılcı bulmayıp, ona irrasyonel, tutucu bir sosyal teorisyen muamelesini layık gördüler.
Yine başka bir Fransız araştırmacı olan Ludwik Fleck’in bilim felsefesi üzerine olan çalışmalarını Durkheim’in yaklaşımını detaylandırıp geliştirir. Douglas, Durkheim ile Fleck’in ‘işlevselci’ yaklaşımları eşliğinde kurumların hangi şartlar altında ortaya çıktığını, geliştiğini ve birer otorite haline dönüştüğünü; bireysel kararlarımızı ne ölçüde kendimizin aldığını ve ne ölçüde “düşünme faaliyeti”ni kurumlara devrettiğimizi ve kurumların toplumsal hayattaki etkin rollerini gizleme yollarını irdeliyor.
Kurumların özdeşlik kazandırdığını, kurumların hatırlayıp unuttuğunu, ölüm kalım gibi önemli kararları kurumların aldığını dile getiren Douglas, kurumlar sosyolojisini Durkheim-Fleck’in yaklaşımları doğrultusunda sosyolojik bir epistemolojiye yol açacak şekilde ayrıntılandırıyor.
Önemli kararların her zaman etik ilkelerle ilgili olmadığını, bu kararları “meşrulaşmış kurumlar”ın aldığını ileri sürüyor Douglas. Modern sosyoloji ve siyasal teorinin dip sularında gezinen ve Durkheim-Fleck’ten, Weber, Mannheim, Rawls ve Sandel’e kadar birçok sosyal ve siyasal teorisyeni tartışmasında söz almaya davet eden Douglas, okurlarına şu uyarıyı yapmayı da ihmale etmiyor: “Bireyler temel adalet konusunda aynı fikirde olmadığında yaşanılan en çözümsüz çatışmalar, bağdaşmayan prensipler üzerine kurulmuş olanlar arasında gerçekleşir. Çatışma ne kadar ciddiyse düşünme işinin çoğunu kurumların yaptığını anlamak da o kadar kolaylaşır. Uyarı fayda etmeyecektir. Ayrımcılığa karşı yasalar çıkarmak fayda etmeyecektir… Kadına uygulanan şiddete v çocuk istismarına karşı vaaz vermek, alkol veya uyuşturucu istismarına, ırkçılık veya cinsiyetçiliğe karşı vaaz vermekten daha etkili değildir. Sadece kurumları değiştirmek işe yarayabilir. Bireylere değil kurumlara hitap etmeliyiz ve sadece kriz anlarında değil, sürekli olarak.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder