27 Temmuz 2017 Perşembe

İKTİDAR VE NESNELERİ


En kısa ve en genel tanımıyla iktidar, etkide bulunabilme kapasitesi ve yeteneğidir. Bir kişi ya da kurumun dünyadaki şeyler ve diğer insan ve kurumlar üzerinde etkide bulunabilme, onları çekip çevirebilme, kısacası yönetebilme yeteneği o kişinin ve kurumun sahip olduğu iktidarın gücü ve şiddetini gösterir. Bu anlamıyla iktidar beşerî eylemliliğin ve özne oluşun en önemli koşuludur. Yine bu anlamıyla iktidar her zaman başkalarına uyguladığımız ve başkalarınca üzerimizde uygulanmasına maruz kaldığımız etkiler bütünüdür. İktidar, etkide bulunabilme kapasitesi ve yeteneği olduğu için, karşılıklıdır. Çünkü iktidar maruz kaldığımız ve mesul olduğumuz bütün etkilerin bir akışıdır; bu dinamik akışkanlık içinde göreli olarak sabitlenmiş, yoğunlaşmış bir "an"dır. Başka bir deyişle iktidar, başkalarından bize, bizden başkalarına doğru akan etkilerin, etkilenmelerin, eyleyiş ve edimlerin doğurduğu bir ağdır. Bu yanıyla iktidar, az ya da çok, güçlü ya da zayıf, hemen hepimizin bir oranda üretilmesine ve böylelikle hayatın idamesine katkıda bulunduğumuz bütünsel bir akış zeminidir.
Buna rağmen, mebde ve mead bakımından, iki iktidar türü biçimsel olarak birbirinden ayırt edilebilir. Bunlardan ilki, özsel iktidardır. Uygulandığı alanın meşruiyet zemininde, bu zemine sadık kalarak elde edilen bir iktidar tipidir. Bu iktidar, kaynak ve oluşumu bakımından bütünüyle uygulandığı zemine içkindir, onun gereklerinden neşet eder ve bu gerekler aracılığıyla etkide bulunur. Bu yüzden özsel iktidarın en belirgin vasfı, bu iktidarın etkisine açık olanların rızasına dayanmasıdır. Bir anlamda, özsel iktidar, bizim maruz bırakıldığımız etkilerin değil, bilâkis arzuladığımız etkilerin bir bileşkesidir.  Bu itibarla özsel iktidar, sonuç bakımından kalıcı ve sürekli bir iktidar tipini işaret eder. Bu iktidar tipine en güzel örnek kurumsal alandan verilebilir. Sözgelimi öğretmen ve öğrenci arasında, eğitime ve öğretime dayalı iktidar ilişkisi özsel bir karakter arz eder. Bir okula (yani iktidar üretici bir kuruma) kaydolduğu andan itibaren öğrenci, öğretmenin üzerindeki öğretici etkilerine rıza göstermiş ya da bu etkiyi kabullenmiş addedilir. Öğretmenin iktidarı da bizatihi eğitim ve öğretim alanının ürettiği bir iktidar etkisidir. Öğretmenin otoritesi bu meşru zeminde (eğitim ilişkisi içinde) kaldıkça sürekli ve bakidir. Bu iktidarın etkisi, ait olduğu kurumsal çerçeve içinde hesaplanabilir ve kontrol edilebilir, yani kısaca eğitim ve öğretim sürecinin ölçütlerine uygun bir biçimde rasyonel, gerekçelendirilebilir ve meşrulaştırılabilir bir niteliktedir. Öğrencilerin eğitim öğretim sürecinden optimal faydayı sağlamaları için bu kurumsal ilişki biçiminin ve kurumsal iktidarın etkilerini içselleştirmeleri onlardan ayrıca beklenir. Başka bir örnek, anne ve babamızın, bu otorite ve saygıyı üreten etkileridir. Özsel iktidar biçimini genelde "otorite" olarak adlandırma eğilimindeyizdir. Otorite alanında otoriteyi reddetme biçimleri bile, çoğu kez, bu alanın gereklerine uygundur. Öğretmen, eğitim ilişkisi ve sürecinden kaynaklanan öğretici niteliklerini yitirdiği an otoritesini de yitirir; anne ve baba, annelik ve babalık statülerinin gereklerini yerine getiremedikleri an, bu statülerinin sağladığı otoriteden yoksunlaşır. Realitede onların annelik ve babalık statüleri değil, bu statü aracılığıyla kazandıkları iktidar etkisi ve aradaki simgesel ebeveynlik ilişkisi reddedilmiş olur. Kişioğlu üzerinde kan bağına dayalı ebeveynlik ilişkisinden daha yoğun bir iktidar etkisine sahip simgesel ebeveynlik reddedilmiştir böylesi bir durumda.
Buna karşılık, ikinci iktidar tipi, muktedir olunan alanın ve ilişki biçiminin haricindeki bir alandan ve ilişki biçimlerinden tedarik edilen iktidar gücüdür. Bu iktidar, uygulandığı alana ve ilişkiye bütünüyle yabancı ve onlara bütünüyle dışsaldır. Aslında bu iktidar tipinde iktidara mesnet teşkil eden alan ile iktidarın sürdürülegeldiği alan arasında, genellikle, "özsel" bir uyuşmazlık vardır ve bu özsel uyuşmazlık, iktidarın her zaman sahip olmasını beklediğimiz meşruiyeti sürekli zedeler. Dolayısıyla bu iktidar tipi arızî/olumsal bir karaktere sahiptir. Gelip geçicidir. Kestirilemezdir. Devşirmedir. Dayatılandır. Başka bir alandan tedarik edildiği için uygulandığı alanda bu kestirilemezlik ve devşirmelik, yani irrasyonel vasıfları bu iktidarın etkileri bakımından kalıcılık sağlamasını engeller. Bu nitelikleriyle arızî iktidar tipi bir tahakküm ilişkisine, bir despotizme işaret eder. Öğrencisini döven öğretmenin dayak esnasındaki iktidarı bu tahakküm ilişkisine, despotizme en güzel örnektir. Öğretmen kurumsal alandan ve eğitim ilişkisinden (ikincil toplumsal alandan) edindiği iktidar gücünü bireysel alana ve birincil ilişki biçimlerine taşıyıp kötüye kullanmakta ve öğrencisine dayak atmaktadır. Kurumsal alanda meşru, rasyonel ve özsel olan öğretmenin otoritesi bireysel alanda haksız, irrasyonel ve arızî bulunacaktır. Öğretmenin öğrencisi üzerindeki bu arızî iktidarına ve tahakkümüne öncelikle özsel iktidar adına, yani eğitim kurumunun iktidarı adına karşı çıkılacaktır ve karşı çıkılmalıdır.
Özsel iktidar, rızaya dayalı ve muktedir olunan alanın iç işleyişinden türeyen bir iktidar tipini temsil ettiğinden dolayı, belli ölçülerde muhataplarını da özneleştirir ve etkin kılar. Özsel iktidar alanında bu iktidarın özne ve nesnelerinden bahsetmenin bir anlamı yoktur. Bu iktidar, tam anlamıyla öznesiz ve nesnesiz bir iktidar ilişkisini temsil etmiyorsa da (açıktır ki böyle bir durum muhaldir; iktidarın olduğu her yerde bu iktidar etkilerinden mesul olanlar ve bu iktidar etkilerine maruz kalanlar vardır) özne ve nesne konumlarının ilişki boyunca sürekli yer değiştirdiği "esnek" yapısal bir ilişkiye işaret eder. Özsel iktidar, muhataplarını da kendi iktidarına dahil eder, hatta iktidarını -ister istemez- onlarla paylaşır. Arızî iktidar tipi ise, bunun tersine, hem iktidar özneleri üretir, hem de bu iktidarın üzerinde işleyeceği nesneler oluşturur. Arızî iktidarda özne ve nesne konumları katı ve sabittir, kolay kolay değişmez. Arızî iktidar kıskançtır. İktidar mahalline bütün cesametiyle çöreklenmiştir. İktidarını nesneleriyle paylaştığını zannettiğiniz anda bile, aslında kendi meşruiyetini kazanmaya dönük bir hamlede bulunduğunu fark etmemeniz olanaksızdır. Dolayısıyla, bu iktidar tipinde iktidara sürekli maruz kalınır. Arızî iktidar, sürekli dayatılan ve sürekli dayatılmak zorunda kalınan; çünkü ancak böylelikle ayakta kalabilen bir iktidar türüdür. Meşru değildir ve meşru sayılmadığının bilincindedir. Arızî iktidar, muhataplarına dışsal bir dolayımla nüfuz eder, deyim yerindeyse onları "sömürge"leştirir. Sahip olduğu etkide bulunabilme kapasitesini devrettiği yerlerde dahi "efendi-uşak" ilişkisini sürdüren bir söylem üretmektedir.
Aynı şekilde, edebiyat alanında da oluşumları, mahiyetleri ve sonuçları itibariyle, özsel ve arızî iktidar tiplerinden bahsedilebilir. Bu iktidar tiplerinden ilki ve günümüzde sıkça karşılaştığımız biçimi edebiyat dışı ilişkiler sayesinde edinilen arızî iktidardır. Bu iktidar esasen edebiyat dışı, konjonktürel, medyatik, kişisel bir nitelik taşır. Eserden kaynaklanmaz ve aslında bu yüzden geçici bir "etkide bulunabilme kapasitesi"ni imler. İkincisi, yani özsel olanı ise, kişiden ve kişinin mahrem ilişkilerinden değil, doğrudan -edebiyatın gerektirdiği bir biçimde- eserden, eserin edebî gücünden kaynaklanır ve yine esere yönelir. Çünkü edebiyat alanında birincil ilişki tarzını eser dolayımıyla kurulan ilişki temsil eder/etmelidir. İlk iktidar tipine günümüzden vereceğimiz örnekler, Hilmi Yavuz ve benzeri kişilerin medyatik iktidarıdır. İkinci tipe en iyi örnek ise Sezai Karakoç, Turgut Uyar, Mustafa Kutlu, Sait Faik gibi imzaların edebî iktidarıdır. Özsel iktidar tipinde, hemen fark edilebileceği gibi, muktedir olan, imza değil, eserdir; kişi değil, kurumdur; "yazar" ya da "şair" değil, yazı ve şiirdir; kısaca, özsel iktidar, edebiyatın kendisinde, doğrudan edebî eserdedir.
Edebiyat dışı alanlardan tedarik edilen iktidar, edebiyat alanındaki bir kurumsallaşmayı değil, aksine, bir köksüzleşmeyi, giderek günü birlik harici iktidar etkilerini temsil etmeye başlar. Çünkü bu iktidar etkileri, edebiyatın kendine has işleyişinden ve dinamiğinden kopuşa ya da bu dinamiğin işleyişindeki bir aksaklığa delildir. Sözkonusu aksaklık şudur: Bu iktidar, edebiyat alanında, kişiliklere ya da mizaçlara, yani etkin üreticilere (eserlere) değil; nesnelere ve uyumlu bireylere, yani edilgin kılınmış tüketicilere ve dolayısıyla eser harici unsurların etkinlik kazanmasına yol açar. Daha kısa bir deuyişle, bu iktidar, tüketici bir iktidardır. Edebiyat dışı ilişkilerden medet uman iktidar sahipleri, bu yardımı, verdikleri ürünlerin edebî niteliklerine güvenmedikleri için talep etmektedirler. Ya da eserleri onların ruhen ihtiyaç duydukları iktidar iştihasını karşılayacak ya da tedarik edecek yetkinlik düzeyine erişemediği için eserlerinde eksik kalanı tamamen edebiyat dışı, tamamen bireysel ve kurumsal ilişkileriyle kapatma yoluna gitmektedirler. Bunun en açık örneği, Hilmi Yavuz'un kendisini sık sık "yaşayan en büyük Türk şairi" olarak ilan edişinde görülebilir. Bu ilân, gerektiği gibi okunursa, Hilmi Yavuz'a ait narsisizmin altındaki apolojetik tutum ve esere olan güvensizlik rahatça fark edilebilir. Hilmi Yavuz niçin kendini "yaşayan en büyük Türk şairi"ilân etme gereği duymaktadır? Çünkü basitçe söylersek, şiirinin özü itibariyle bütünüyle yersiz ve yetersiz olduğunun farkındadır. Yavuz, yazdığı şiirin Türk şiirinde bir yeri olmadığına, şiirinin şiir olmadığına emindir. Bundan dolayı Hilmi Yavuz cebren ve hile ile şiirine bir yer açma, onu kabul ettirme talep ve saikiyle, eserinin gücünden çok, reklâmın ya da kendi kendine böbürlenmenin ürettiği sahte/arızî iktidara, göz boyayıcılığa güvenmektedir. Eserindeki eksikliği, edebiyat dışı ilişkiler sayesinde thkim etmeye çalıştığı pretijli konum aracılığıyla telâfi etmeye bakmaktadır. Söz konusu zevatın, yer yer, sahip oldukları arızî iktidarı muhiplerine ihsan ettiklerine, ulûfe olarak dağıttıklarına da tanık olursunuz. Bu konuda da başı çeken örnek,medyatik ulûfe ve ihsanlarına alışageldiğimiz, yarışma jürilerinin "unutulmaz" ismi Hilmi Yavuz'dur. Sözgelimi bu isim, jürisi olduğu bie şiir yarışmasında birinciliği yine kendi "soyadı"na, yani oğluna verilmesini bir biçimde sağlar.
Arızî iktidar sahibi, eserine güvenmediği için, sahip olduğu bu iktidarı kolayca kaybedeceğini de bilir; iktidarına rakip olanlar konusunda, bu yüzden, son derece dikkatli ve onlara karşı son derece celâllidir. Bu noktada da Hilmi Yavuz güzel bir örnektir. Onun Enis Batur'a, Ece Ayhan'a, Orhan Pamuk'a, Tahsin Yücel'e, Zülfü Livaneli'ye vb. isimlere karşı giriştiği polemiklerde -bazen ne kadar haklı noktalara temas ediyor olursa olsun- iktidarını korumaya dönük kıskançlık güdülenimlerinin izlerini görebilirsiniz.
Arızî iktidar sahibi, geçer akçe sayılan her alanda boy göstermeyi bir marifet sayar. Kültür endüstrisinin ön plâna çıkardığı hemen her iş kolunda bir isim sahibi olmak için uğraşır. Ne yazık ki bu konuda da elimizdeki en güzel örnek, Allah yazımıza "örneklik" teşkil edenlerden razı olsun, şimdilik, Hilmi Yavuz'dur. O hem şair, hem felsefeci, hem romancı (üç "postmodern anlatı" yazmış, öbür türlü söylersek, "roman" yazamamıştır), hem akademisyen, hem de eleştirmendir; kendine soracak olursanız, belki hepsidir; bize soracak olursanız ne şairdir, ne romancı, ne de eleştirmendir (akademisyenliğinin kifayetini bilmediğimiz için bu noktada bir hüküm ifade etmiyor, daha doğrusu kendimizi bununla yükümlü tutmuyoruz). Görülmektedir ki Hilmi Yavuz da Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun kaderine mahkûmdur. Resim çevreleri tarafından şair, şiir çevreleri tarafından ressam sayılan Bedri Rahmi gibi Hilmi Yavuz da felsefe çevreleri tarafından şair, şiir çevreleri tarafından felsefeci addedilmektedir. Her iki kesim de, doğru ya da yanlış, Hilmi Yavuz'u içlerinden biri saymaya yanaşmamaktadır.
Özsel iktidara sahip olanlar ise, edebiyat dünyası üstünde bu iktidarlarının verdiği gücü kullanmaya tenezzül etmedikleri zamanlarda bile, arızî iktidar sahiplerinin sadece ve ancak düşlerinde görebilecekleri bir etkiye sahiptirler. Ahmet Oktay'ın, "resmî ideoloji tarafından dışlanan, yazınsal iktidarı dışlayan" bir şair olarak tasvir ettiği Sezai Karakoç'un kendisinden sonraki kuşaklar üstündeki etkisi buna iyi bir örnek teşkil eder. Hilmi Yavuz'un medyatik böbürlenmelerine benzeyen bir sözü Sezai Karakoç'un ağzından duymanız imkânsızdır; çünkü Sezai Karakoç'un eseri söylenmesi gerekeni, onun adına daima söylemektedir.
Ezcümle, edebiyat alanında kalıcılık, kişilerin arızi iktidarı tarafından değil, eserin özsel iktidarı tarafından üretilir. Günümüz edebiyatında kalıcılık göz ardı ediliyorsa, bu durum, sadece bugün edebiyat öznelerinin değil, edebiyat nesnelerinin revaçta olduğunu gösterir. Oysa edebiyat, "nesne"lerin değil, "özne"lerin bir üretimidir. İyi "şiir"den çok iyi "şair"in, iyi "eser"den çok iyi "yazar"ın bulunduğu bir ortam, edebiyatın tedavülde olmadığı bir ortamdır. Mesele bundan ibarettir. Birbirimize dua edelim.

KÖKLER, 9, Eylül 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder