20 Aralık 2019 Cuma

ŞİİR OKUMA NOTLARI-4

Avara kasnak
Türkiye Yazarlar Birliği Erzurum Şubesi’nin çıkardığı Hüma dergisi 4. sayısında 1980 sonrası şiirimiz değerlendirilmiş. Dergide Yusuf Kotan'ın 1980 sonrası Türk şiiri üzerine Arif Ay ile yaptığı bir söyleşiye de yer verilmiş. Arif Ay'ın değerlendirmelerinde dikkat çekici birçok husus var görebildiğim kadarıyla, ama bana kalırsa en önemlileri şunlar: “1980 sonrasında yazılmaya başlanılan şiirin en ayırt edici özelliği ideolojiden arındırılmış olmasıdır. Bu genellemenin dışında kalan şairler de yok değil... 1980’den sonra yazmaya başlayanların geçmiş şiiri iyi etüt etmedikleri kanaatindeyim. En çok İkinci Yeni’ye özendiler; ama İkinci Yeni’nin çok uzağında kaldılar... Şiirler birbirine benziyor ve gereğinden fazla sözcük kullanıyorlar. Sözcük israfında birinci sırada 1980 sonrası şiir. Yeni bir söyleyiş ve yapı sorunuyla karşı karşıyalar.”
Arif Ay'ın bu tespitlerine eklenebilecek birçok başka husus daha vardır elbette. Ancak Ay'ın "gereğinden fazla sözcük kullanıyorlar", "sözcük israfı" gibi eleştirileri her şair ya da şiir toplamı özelinde gösterilebilirse geçerli olabilir kanaatimce. Yani Arif Ay'ın "sözcük israfı" gördüğü şeyin her şiir özelinde tasviri de elzemdir. Ay'ın "yeni bir söyleyiş ve yapı sorunu" olarak teşhis ettiği mesele de elbette tartışılır. Yani bir İhsan Deniz'in ya da Hüseyin Atlansoy'un şiirlerinde mi vardır bu yeni söyleyiş ve yapı sorunu; ya da Haydar Ergülen veya Lale Müldür şiirlerinde bu sorun nasıl bir şekil alır? Bu şiir toplamlarının hepsinde mi yapı sorunu vardır ve bu sorun aynı ya da benzer midir sözgelimi? Yoksa eleştiriler 1980'lerin "havası"na ya da bu yıllarda yazılan şiirlerin ortak "hâle"sine mi yönelmektedir? Bunlar hep belirsiz kalıyor söyleşide nedense.
Doğrudan şairler ve şiir toplamları üzerine değil de o şairlerin içinde yer aldığı dönemler, ortamlar vb. üstüne konuşmaktan kaynaklanıyor belki de meselenin özü. "Şiirlerin birbirine benzemesi" belki de bu sebeple: O kadar uzaktan konuşuyorsunuz ki üzerine konuştuğunuz şiirleri birbirinden ayırt etmede zorlanıyorsunuz. Eleştiri kasnağımız bu yüzden hep avara dönüyor. Yine de Ay'ın haklı olduğu bir husus var: 1980 şiirinin ana hedefi şiiri ideolojinin tasallutundan kurtarmaktı. Şiirinde 'ideolojik' unsurlara yer veren 1980 kuşağına mensup şairlerin bile tamamen ideolojik bir şiir yazdığını söyleyemeyiz bu yüzden.
Bütün bu söylediklerimize eklenmesi gerekli bir husus daha var ki belki hepsinden daha önemlidir bana kalırsa. Şiiri kuşak tartışmalarıyla değerlendirmede temel bir yanlışlık vardır. Yaşıt şairlere ilişkin ortak genellemeler epey su götürür sonuçlara ulaştırabilir bizi. Aynı dönemde yaşayan çok farklı şiir anlayışlarının hepsini birden kabule ya da redde çıkabilir işin başka bir yanı. 1980 şiiri dediğimizde de bu vardır, 90'lı yıllar şiiri dediğimizde de, başka bir dönemi kastettiğimizde de. 1940'lı yıllar şiiri diyerek genel konuşmayı seçtiğimiz an kendiliğinden Garip şiiri ile Asaf Halet Çelebi arasındaki farkları ıskalayacağımız unutulmamalıdır.
Şiiri dönemler üzerinden okumaktansa anlayışlar üzerinden okumanın gerekliliği böylelikle belirginleşir. (12 Aralık 2018)

Şiirimizde kuşak sorunu
Şiirde "kuşak" mevzuunu ilk olarak esaslı bir tartışma konusu edinenler 1980'li yıllarda şiir yazmaya başlayanlardı. Çünkü kabul edilmek istiyorlardı. Ve bir noktada haklılardı: Şiir alanı enkaz halindeydi. 1970'lerden onlara kalan çok şey yoktu. Alan çöl değilse bile 1980'lerde şiir yazmaya başlayanlara verdiği his buydu. Biz, yani 1990'lı yıllarda şiir yazmaya başlayanlar, 1980'lerin 70'lere davrandığı  gibi davranmadık, davranamazdık da. Çünkü şiire başladığımızda orada olan çöl değildi, sadece seraptı; çölsüz bir serap, suyun başında bile serap görenler vardı. Biz o seraptan uyananlardık. Gördükleri serabı rüya zannedenlere bu sebeple aldırmamak gerekirdi.
Gerçek(lik), hemen her zaman öncelikli meselemiz olmuşsa bundan dolayıdır. 1990'larda şiir yazmaya başlayanlar, özellikle 90'ların ikinci yarısından itibaren şiir hakkındaki düşünmelerini sarihleştirenler, hangi yaklaşım içinde olurlarsa olsunlar, bir biçimde gerçekliğe dokundular. Kimileyin lirik bencikler döküldü bu sebeple ortalığa kimileyin ise hitap ön plana geçti. Bu düşünmelerde kuşak meselesi çok önemli bir yer tutmuyordu, çünkü şiir zamana ya da mekana, yaşa ve başa değil, yaşadığımız gerçekliğe, yani hayata bakmalıydı, bakıyordu. Elbette aramızdan bazıları salt biçimcilikle şiire sadakati koruyabilecekleri yanılsamasına kapıldılar. Bir takım rüya estetiklerindeki biçimcilikten çok farklı değildi bunlar da bana kalırsa. Ki, aslında biçim de rüyanın başka bir çeşidiydi. Biçimin koruduğu herhangi bir "öz"ün olmayışı, neticede biçimi de başka türden bir "öz" haline dönüştürme şekliydi. Tersinden biçimi tamamen önemsizleştirme çabalarının da 'şiir'i kaybettiğini görmek gerekiyordu. Her iki ihtimal de şiirin gerçeklikle olan ilişkisini nasıl tasavvur ettiğimize ilişkin olarak arz-ı endam ediyordu.
Gerçekliğe dokunmaya çabaladığımızı söyledim. Aslında bununla gerçeklikteki karanlık yanlar ile aydınlık yanları ayırt etmeye çalıştığımızı ise yenilerde fark ediyorum. Şiirin bu ayrımı yapmaya elverişli taraflarını belirtik kılmak belki en önemli meseleydi. Bu ise kendiliğinden neyin nasıl söylendiğinden çok, söyleneni düşünmeyi gerektiriyordu. Biçim söylenen şeye dahildi neticede. Yaşadığımız hayatlardan karanlığı kovmanın ya da onunla mücadele etmenin bir yolu da buydu.
"Kuşak meselesi" hâlâ önemli değil bu yüzden. Karanlık sürdükçe, yani körlük ve körler varoldukça kimin hangi yaşta olduğunun bir önemi yok çünkü. (14 Mayıs 2019)

Başlangıçta ikilik yoktu
1990'lardan bu yana gerek yazdığı şiirleriyle gerekse 2007'de "Felsefi Şiir" adıyla yayınladığı yaklaşımıyla dikkat çeken bir şairdi Yücel Kayıran. Nilay Özer, şairin en son yayınlanan Efsus'a Yolculuk başlıklı şiir toplamı vesilesiyle şu satırları yazmıştı şair hakkında: "Yücel Kayıran’ın şiiri 1990’lardan bugüne koyu bir üzüntüye raptolunmuştur. Orada neşeye, gülüşe, ironiye neredeyse rastlanmaz. Üstelik şiirlerinde içerikle biçimi belirleyen duygu durumunun fazlasıyla farkında bir şairdir Kayıran."
Hece'nin bu ayki sayısında Yücel Kayıran'la kapsamlı bir söyleşi var. Ben söyleşiden çok yine dergide söyleşiyle birlikte yayınlanan "Şihabüddin Suhreverdi el-Maktul" şiirine dikkat ettim. Bu şiir üzerine daha kapsamlı bir şekilde düşünmek elzem, elbette şiirin konu edindiği Şihabüddin Suhreverdi el-Maktul hakkında da daha detaylı yorumlar yapmak mümkün.
Ancak şiiri okurken Kayıran'ın bir yerde Suhreverdi'nin dilinden "Başlangıçta ikilik vardı" dizesine yer vermesi doğrusu beni şaşırttı. Heyakilu'n-Nur, Hikmet-ül İşrak ve diğer bazı eserleri Türkçe'ye kazandırılmış; hakkında birçok çalışma yapılmış Suhreverdi'nin  bir tür "nur metafiziği" inşa ettiğini söyleyebiliriz. Bu metafiziğin ise ister mebdede ister meadda isterse aradaki süreçte hep nur üzerine kurulu olduğu da ehlinin bilgisi içindedir. Öyle ki karanlık bile müellifimiz için ışığın yokluğundan, zayıflığından başka bir anlama gelmez. Kendi başına bir özü ve varlığı yoktur. Karanlık, Şeyhu'l İşrak için en fazla 'nurun zayıflayışı'dır.
Belki de Kayıran, Suhreverdi'yi ve onun felsefi yaklaşımını daha fazla düşünelim diye bilinçli bir şekilde bu dizeye şiirde yer verdi. Bu konuda daha detaylı okumalar yapmak bir yerde bana da elzem oldu. (16 Mayıs 2019)

Ahmet Murat'ın şiiri
Ahmet Murat'ın İtibar'ın Haziran sayısında yayınlanan şiiri "Sonbahar sorularından bir kaçı" bana hemence Şeyh Sadi'nin dizelerini hatırlattı: "Söyle ey bahar yeli,/Nedir bu bahçenin hali?/Feryad ettirir bülbülü/Böyle telaşlı, gamlı... Lazım olan başka bir ömür/Zamanımız tükenmişken/Şimdikinde, elimizdekinde/Ümit içinde, ümit içinde."
Ne diyordu Ahmet Murat: "Hazan değmiş bahçe hakkında yazılmış şiirler/Kökleri ve böcekleri unutmasın şiirler/Yeraltındaki ıstırabı, göktekini, arıda ve kanattakini/Sakallarıma düşen aklar gibi sinerken/Bahçeye hazan, tabiata fanilik/Unutulmasın hakşinas olmak ve metanet."
Ahmet Murat'ın şiiri sadece Şeyh Sadi'nin şiirini hatırımıza getirmesiyle bile kalıcılığı yakalamış sayılabilir bana kalırsa. (11 Haziran 2019)

Geleceğin şiirini getirin bize!
Bir kez bir şair, yani 1999'da Cihangir'de Deniz Bilgin'in atölyesinde Bejan Matur şair olduğumu duyunca "Kitabın var mı?" diye sormuştu. Metis'e yeni transfer olmuş, 2 kitap birden yayınlamıştı Bejan. Sanırım onun heyecanıydı o sorunun sebebi. Biraz ironik bir şekilde "Kitapsızım" demiştim. Sahiden öyleydim, çünkü şair olsam da henüz istediğim şiirleri yazamamıştım. The Question For Amnesia'yı iki yıl sonra yazdım, bir yılımı vakfettim ona. Gerçi 1999'da Işık Heykelleri I ve II yazılmış, ancak henüz ikisi de yayınlanmamıştı. Zihnimdeki formdu Işık Heykelleri'ndeki form ama içerik istediğim içerik değildi. The Question For Amnesia o içeriği de sağladı. imagism'den yakayı kurtarmak istiyordum, çünkü daha 1997'de sevgili İbrahim Demirci Hoca "Bu imgeleri nereden buluyorsunuz?" diye hayretle sorabilmişti. Sahiden nereden buluyorduk onları?
M. Akif Kuruçay'la karşılıklılık esasına dayalı yazdığımız Binbirgece Şiirleri'ndeki "Sinbad"daki mi, yoksa "Harut"taki bir imgeye miydi hocanın o tarizi hatırlamıyorum. Akif, "Doğu: Siyanür" dosyasını Narla Kan olarak kitaplaştırdı. Benimse o şiirler hâlâ Âşiyan'ın 1. cildinde... Sadece onlar değil, Gölgekent Mezmurları'nın başlangıç bölümleri, Su ve Işık Düşleri, Yol Neşideleri de! Bütün bu şiirlerdeki hava zamanının havasıydı üstelik, yani 80'ler sonu ve 90'lar başı, ama gelecek değildi. İnsan gelecek için geçmişi gömmelidir önce. Ben de öyle yaptım, gömdüm geçtim o şiirleri ve o havayı da... Kuşak sorunu denen sorun biraz da bu. Geçmişi gömemiyorsan adabınca, o hayalet olarak geziniyorsa şiirlerinde geleceğin şiirini de yazıyor değilsindir. En fazla zamanının boş avazı olursun.
Çünkü şair en çok kendini, ait olduğu kuşağı, içinde vücut bulduğu zamanı eleştirirken şairdir. (9 Ekim 2019)

Temmuz, Kasım 2019, sayı 37.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder