İroni bir kavram mıdır? Sokratesçi, Platoncu, Aristocu ya da
Hegelci bir bakış açısından, yani kısaca Yunan tarzına meyletmiş felsefi bir
bakış açısından ironinin bir kavram olmadığına hiç şüphe yok. (Hegel’in kadını
niçin ‘topluluğun ebedi ironisi’ saydığı böylelikle daha rahat anlaşılabilir.
Felsefi geleneğin kavramlaştırma tekniklerini kullanan Batılı filozof ‘kadın’ı
kavramlaştırmakta güçlük çekmektedir.) Bu bakımdan ‘ironi kavramı’ deyişinin
kendisinde bir ironi olduğunu ileri süren ünlü yapıbozumcu (deconstructionist)
edebiyat eleştirmeni Paul de Man haklıdır. Ancak de Man’ın bütün haklılığı
‘kavram’ kavramının içerik ve yüklem temelinde tümüyle Yunan tarzında
felsefileştirildiği bir kültürün içinden konuşmasında yatar. ‘Kavram’
kavramının felsefileştirilmesi ölçüsünde ironi bir kavram değildir. İroniyi bir
kavram addetmek, felsefece ya beyhude bir çaba sayılacak ya da büsbütün truist,
ispatlamak istediğini öncül olarak kabullenen, yani neticede kavramsal bir
kesinlemenin dayanması gereken mantıksal temelleri kısa devreye uğratan ironik
bir tavır olagelecektir.
Muhataplarında kavramsal kesinlik ve tutarlılık arayan
Sokrates’in diyalektiği ve bu diyalektiği sevk ve idare eden -bazen öznel,
bazen nesnel- ironi bu sebeple bütünüyle kavram dışı, bütünüyle retoriğe ait
bir unsurdur. Oysa bizim kültürümüzün belagati Grek kültürünün retoriğiyle
eşlenemez (Biz Türkler “nedir bu?” diye sorarız doğrudan, bir alman-grek ya da
grek-alman “nedir?-bu denilen” diye soracaktır. Bu soruş tarzlarındaki
farklılığın kavram oluşturma biçimlerinde de farklılığa yol açacağını
düşünebiliriz pekâlâ. Kültürümüzün kavramlaştırma/kalıplaştırma teknikleri
bilindiği üzere belagat kaynaklıdır.
Batı kültüründe retorik, kavramın menbaı değil sadece aktığı
yatak ve değerlendirilme tarzıdır. Batı kültüründe kavramın kaynağı biçimsel
akıldır; kültürümüzde ise belagat, kavramın hem menbaı hem aktığı yatak hem de
değerlendirilme tarzıdır. Kültürümüzde felsefenin yeterince gelişmediğini ileri
süren görüşler (“gelişmeme” ya da “azgelişme” kelimelerinin taşıdığı
eleştirellik şimdilik bir yana bırakılırsa) büyük ölçüde haklıdır: bizim
kavramlarımız büsbütün felsefi, büsbütün akılcı ya da akılyürütmeye dayalı
değildir. (Belki bu yüzden bizim aklımızın yürüme tarzı Batılı aklın yürüme
tarzından farklıdır.) Daha ileri gidip söylersek, bizim kavramlarımızın içeriği
büsbütün biçimden, biçimin taşıdığı ironiden, dolayısıyla kavramın oluşma
sürecinden bağımsız ve hatta masun değildir. Bu meyanda, Batı’da kavramın
kökenine, genel olarak kökene (işte Nietzsche’nin her türlü farklılık ve
ayrımlaşmayı yiyip yutan “köken canavarı”) ilişkin tasavvurların metafiziği
çağrıştırmasına şaşmamak gerekli. Batı’da semantik ile retorik birbirinden
bütünüyle ayrı disiplinlerken bizde meani, beyan ve belagatla iç içedir.
(Burada ileri sürdüğüm bütün bu hususların daha ayrıntılı bir serimlemesini
yapmama ne bu kılavuz-yazının boyutları kâfi gelir ne amacım budur ne de
böylesi bir serimleme konuyu kamilen kavramak için gereklidir. Gerçi konuyu tartışmak
isteyen olursa -bir vaat olarak- bu tür bir temellendirmeye ileride
gidebileceğimi söyleyebilirim. Şimdilik, Ahmet Arslan’ın deyimiyle “Yunan
tarzı” felsefe yapan Farabi, İbn Sina gibi filozoflarımızda dahi belagatin
retorikle tam olarak örtüşmediğini bilmek yeterlidir. Batılı bir şahit isteyen
arkadaşlara Fransız Marksist-oryantalist Louis Massignon’a başvurmalarını
tavsiye ederim.)
İroniye dönelim. İroni her şeyiyle bir kavramdır. Yunan
tarzında felsefi bir kavram değil ancak. Felsefi bir kavram olması onun
meanisinden (dolayısıyla edimselliğinden) çok şey götüreceği için-de Man’la
birlikte- bu durumu memnuniyetle karşıladığımı ifade edeyim. Gerçi de Man’ın;
Kierkegaard’ın, Sokrates, Schelegel, Hegel gibi filozoflardaki ironiyiş bir
kavram addetme tavrına atfederek gündeme getirdiği ve böylece kavramamıza imkân
sunduğu nesnel ironi ve bu nesnel ironiden duyduğu memnuniyet ile benim
ironinin felsefi bir kavram olmayışından, buna mukabil felsefe harici bir
kavram arayışıma destek vermesinden duyduğum memnuniyet, yani öznel ironi
birbirine taban tabana zıt olsa gerek. de Man’dan farklı olarak, ironinin
felsefi bir kavram olmayışından duyduğum memnuniyetin iki veçhesi olduğunu fark
etmişsinizdir: Öncelikle, felsefi kavram oluşturma tekniklerini kendiliğinden
sorgulamaya açar ironi; ikincileyin, ironiyi sadece retoriğe ait bir unsur
sayan, retoriği de sırf biçimsel unsurlara indirgeyen tavırları eleştirmemize
yarar. Her iki veçhe de ironinin kültürümüzdeki yerini tartışmaya götürür.
Yukarıda kültürümüze ait belagatte ironiyi iki ayrı kelime
öbeğiyle karşıladığımızı ifade etmiştim. Bu öbeklerden ilki sadece bir
kelimeden oluşur: ‘şetaret.’ Buradaki şetaret kelimesi, hemen tahmin
edebileceğiniz gibi ‘şen şatır olma’ deyimindeki ‘şatır’ kelimesiyle aynı köktendir.
Bugün kullandığımız sözlüklerde ironiye verilen ‘kara mizah’, ‘ince alay’,
‘keskin alay’ vb. karşılıklarla bir ilgisini kurmada zorlanabileceğimiz bir
akrabalıktır bu. Ama meaniyi belagatle iç içe düşünme düşünme çabamızı
sürdürürsek göreceğiz ki kültürümüzde mutlak anlamda bir ‘şen şatır olma’ hali
mümkün ve caiz değildir. Çünkü şetaret surettedir, biçimdedir. Biçimde
rastladığımız alaycılık, özde muhatap olduğumuz hüznün tahakkümüne boyun
eğecektir her zaman. Dolayısıyla keskin alaydan aldığımız haz, bu şatırlık bile
gelip geçici, arızi bir durumdur. Dilimizi düşünmemiz yeter: Türkçe kadar
alaycı, Türkçe kadar hüzünlü bir dil yoktur.
Özde şen şatır olmak bu dünyada mümkün olamaz (“dünya-yı
ahzan” diye boşuna denmemiş!) Çünkü kültürümüzde aslolan suret değil, suretin
de bir tezahürü olduğu manadır. Bilindiği gibi kültürümüzde “suret”, görünen ve
duygularımıza hitap eden manadır. Mana ise maddenin bu şekilde kalmasını
sağlayan kuvvettir. Bir anlamda (ki bu anlam, büyük ölçüde, sufilerin verdiği
bir anlamdır) suret (biçim), mananın (özün) tezahürü, yani dışavurumudur yani. Öyleyse
biçimsel şetaret; özsel şetaret, özün şetareti olmaya açıldığı ya da onu
hatırlattığı müddetçe makbul olacak, makbule geçecek bir şeydir; bize özü
özlettiği, özü bizde özleştirdiği müddetçe… (Buraya kadar yaptığım betimlemede,
sizinle daha rahat anlaşabilmek için kısmen Yunan tarzındaki felsefi
betimlemeye ve indirgemeye başvurduğum fark edilmiştir. Kendi kültürümüze ait
meseleleri tartışırken bile yabancı anlatım unsurlarına müracaat etmek zorunda
kalışımız acaba ne tür bir şetarettir?) Bilhassa bugünlerde şen şatır olan
kimselere bir bakın: Öze ilişkin özlemden bir iz bulabilecek misiniz onların bu
şen şatır hallerinde?
İroninin dilimizdeki ikinci ve daha ‘teknik’ bir karşılığı sayabileceğimiz ‘tecahül-i arifane’yi ise edebiyat
eleştirmeni Nortrop Frye’ın ironinin tamamı olarak tarif ettiğini/addettiğini
belirtmek gerek: “kendi içeriğini reddeden sözlerin bir örüntüsü.” Frye’ın bu
tanımı, retorik boyuta verilen ağırlığa dikkat etmek -yani tanımın suret
(örüntü) ve manayı (içeriği) birbirinden ayrı, ama yine de birbirleriyle
ilişkili düşündüğünü görmek- kaydıyla kabul edilebilir bir tanımdır. İçeriğini
reddeden sözlerin bir örüntüsü… Söyler göründüğünü söylemeyen sözlerin bir bileşimi,
bu bileşimin bize sunduğu gerçek/gizli anlam, lafzın ötesinde ya da berisinde
kalan anlam… Biçimsel anlamda kavramlarda açıklık, tutarlılık ve kesinlik
arayan felsefi bakışın ironiyi bir kavram, en azında felsefi bir kavram saymaya
yanaşmamasının sebebini açıklamıyor mu bu tanım? Batılı kendisine ‘masa’
dendiğinde ‘masa’nın kastedildiğinden emin olmak ister her zaman.
Masa örneğiyle birlikte aklım(ız)a hemencecik Edip
Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” şiirinin gelmesi şaşırtıcı değil. Belki de
Batı kaynaklı düşüncelerde sürekli etkili olmuş dilsel-felsefi
antropomorfizmin, antroposentrik kesinlik arayışının köklerini bu örneğin
gözlerimizi alan ışığında düşünmek gerekir; ne içkinlik, ne aşkınlık
tasarımları vardır bu bakış açısında, sadece kısır bir özdeşlik tasarımı: A=A,
ya da A-denilen A’dır. Hegelci diyalektik bile A-olmayanın dolayımını devreye
sokarken bu açmazdan kurtulamaz, tam bir daire çizer: A, A-olmayan,
A-denilmeyen değildir. Bir türlü dilsel/simgesel özdeşliğin berisini ya da
ötesini düşünemez, düşündürtmez bize. “Masa da Masaymış Ha” şiiri, bundan
dolayı, sadece bir şiir olmasıyla değil, bütün biçim ve içeriğiyle
dilsel/simgesel özdeşlik ve karşıtlıkların Batılı kavranışının dar sınırlarını
parçalamayı başarır. Aslında bu başarıdaki aslan payı şiire, şiiri yazan şaire
değil; şiirin yazıldığı dile, Türkçe’ye, Türkçe’nin tadına doyulmaz şetaretine
tahsis edilmelidir. (Türkçe’nin metaforik (istiareli) bir dil olmaktan çok,
metonimik (mecaz-ı mürselli) bir dil olduğunu iddia edersem ortalığı çok mu
karıştırmış olurum?)
“Atın kuyruğu/kuyruğun atı”na ne derdik peki? Meramımı
düzgüncde anlatabilmek için başka bir söz sanatına baş vuruyorum elbette, şu
meşhur düzdeğişmece, mecaz-ı mürsel denen şeye. At ve kuyruk. Ama ne at sadece
kuyruktan ibarettir, ne dudaklar ağzın bir devamıdır, ne sigara dudakların, ne
de duman sigaranın. Üstelik kafa ile kuyruk arasında kocaman bir gövde vardır.
Öyle mi gerçekten? Ağız dendiğinde dudaklar, dudak dendiğinde öpücük ya da
sigara, öpücük ya da sigara dendiğinde aşk ya da duman gelmiyor mu aklınıza?
Dahası modern zamanlarda?
Oysa buraya kadar yürüdüğümüz bu tozlu yolun bu son
dönemecinde ironi kavramı; düşünce ile toprağın, düşünce ile kültürün, düşünce
ile dilin bağları düşünülmeksizin anlaşılamayacak bir kavram olarak bir kez
daha karşımıza çıkıyor. Kendi içeriğini/gerçekliğini reddederek içeriklenen/gerçeklenen
bir kavram. İroninin bu anlamıyla en sık diplomatik dilde karşılaşıyoruz.
Diplomatik dil; savaş ve mücadelenin, kabul ve reddin kaba dili… Diplomatların
“hayır” dediklerinde “belki”yi, “belki” dediklerinde “evet”i kastettikleri
söylenir. Bu, halbuki, diplomatik dillerde “evet”in asla telaffuz edilmediğini
söylemenin başka bir şeklidir. Diplomatların kullandığı anlamsal bakımdan
muğlak ve ikircil dile ilişkin yaygın söylentilerde bile diplomatça bir yan
vardır. Bu söylentiler aracılığıyla diplomatik dilin, “olumlama” ya da
“uzlaşma”yı açıkça kabul etmeyen, olumlamanın, uzlaşmanın üstünü örten yegâne
dil olduğu sezdirilir. Belki de bu sebeple karşılaştığımız en ironik dil
siyasi/diplomatik dildir. Bu yüzden en “iliksiz”, en “omurgasız”, en
“kavramsız”, en “akışkan”, en “elastik” dil de sayabiliriz onu (bütün bu
sıfatların, yer yer, Türkçe için de kullanılıyor olması hayra mı alamettir?)
Sizce de mümkün değil mi bu? Açıkça “evet” diyenlerin
aslında “hayır” demek istedikleri, “hayır” diyenlerin ise aslında “evet”
dediklerini hiç düşünmedikleri diplomatik bir dil, muğlaklığıyla beliğ ve fasih
bir dil? (İbn Rüşd ile İbn Arabi arasındaki meşhur ve anlamı son derece açık o
muhavereyle bir kıyaslayın!) Yani burada, yani Türkiye’de, yani şen şatır, yani
hüzünlü Türkçe’de? Mümkün değil mi bu? Belki de, kimbilir!
Kılavuz, 2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder