22 Mayıs 2018 Salı

İRONİ KAVRAMINA DAİR


İroni bir kavram mıdır? Sokratesçi, Platoncu, Aristocu ya da Hegelci bir bakış açısından, yani kısaca Yunan tarzına meyletmiş felsefi bir bakış açısından ironinin bir kavram olmadığına hiç şüphe yok. (Hegel’in kadını niçin ‘topluluğun ebedi ironisi’ saydığı böylelikle daha rahat anlaşılabilir. Felsefi geleneğin kavramlaştırma tekniklerini kullanan Batılı filozof ‘kadın’ı kavramlaştırmakta güçlük çekmektedir.) Bu bakımdan ‘ironi kavramı’ deyişinin kendisinde bir ironi olduğunu ileri süren ünlü yapıbozumcu (deconstructionist) edebiyat eleştirmeni Paul de Man haklıdır. Ancak de Man’ın bütün haklılığı ‘kavram’ kavramının içerik ve yüklem temelinde tümüyle Yunan tarzında felsefileştirildiği bir kültürün içinden konuşmasında yatar. ‘Kavram’ kavramının felsefileştirilmesi ölçüsünde ironi bir kavram değildir. İroniyi bir kavram addetmek, felsefece ya beyhude bir çaba sayılacak ya da büsbütün truist, ispatlamak istediğini öncül olarak kabullenen, yani neticede kavramsal bir kesinlemenin dayanması gereken mantıksal temelleri kısa devreye uğratan ironik bir tavır olagelecektir.
Muhataplarında kavramsal kesinlik ve tutarlılık arayan Sokrates’in diyalektiği ve bu diyalektiği sevk ve idare eden -bazen öznel, bazen nesnel- ironi bu sebeple bütünüyle kavram dışı, bütünüyle retoriğe ait bir unsurdur. Oysa bizim kültürümüzün belagati Grek kültürünün retoriğiyle eşlenemez (Biz Türkler “nedir bu?” diye sorarız doğrudan, bir alman-grek ya da grek-alman “nedir?-bu denilen” diye soracaktır. Bu soruş tarzlarındaki farklılığın kavram oluşturma biçimlerinde de farklılığa yol açacağını düşünebiliriz pekâlâ. Kültürümüzün kavramlaştırma/kalıplaştırma teknikleri bilindiği üzere belagat kaynaklıdır.
Batı kültüründe retorik, kavramın menbaı değil sadece aktığı yatak ve değerlendirilme tarzıdır. Batı kültüründe kavramın kaynağı biçimsel akıldır; kültürümüzde ise belagat, kavramın hem menbaı hem aktığı yatak hem de değerlendirilme tarzıdır. Kültürümüzde felsefenin yeterince gelişmediğini ileri süren görüşler (“gelişmeme” ya da “azgelişme” kelimelerinin taşıdığı eleştirellik şimdilik bir yana bırakılırsa) büyük ölçüde haklıdır: bizim kavramlarımız büsbütün felsefi, büsbütün akılcı ya da akılyürütmeye dayalı değildir. (Belki bu yüzden bizim aklımızın yürüme tarzı Batılı aklın yürüme tarzından farklıdır.) Daha ileri gidip söylersek, bizim kavramlarımızın içeriği büsbütün biçimden, biçimin taşıdığı ironiden, dolayısıyla kavramın oluşma sürecinden bağımsız ve hatta masun değildir. Bu meyanda, Batı’da kavramın kökenine, genel olarak kökene (işte Nietzsche’nin her türlü farklılık ve ayrımlaşmayı yiyip yutan “köken canavarı”) ilişkin tasavvurların metafiziği çağrıştırmasına şaşmamak gerekli. Batı’da semantik ile retorik birbirinden bütünüyle ayrı disiplinlerken bizde meani, beyan ve belagatla iç içedir. (Burada ileri sürdüğüm bütün bu hususların daha ayrıntılı bir serimlemesini yapmama ne bu kılavuz-yazının boyutları kâfi gelir ne amacım budur ne de böylesi bir serimleme konuyu kamilen kavramak için gereklidir. Gerçi konuyu tartışmak isteyen olursa -bir vaat olarak- bu tür bir temellendirmeye ileride gidebileceğimi söyleyebilirim. Şimdilik, Ahmet Arslan’ın deyimiyle “Yunan tarzı” felsefe yapan Farabi, İbn Sina gibi filozoflarımızda dahi belagatin retorikle tam olarak örtüşmediğini bilmek yeterlidir. Batılı bir şahit isteyen arkadaşlara Fransız Marksist-oryantalist Louis Massignon’a başvurmalarını tavsiye ederim.)
İroniye dönelim. İroni her şeyiyle bir kavramdır. Yunan tarzında felsefi bir kavram değil ancak. Felsefi bir kavram olması onun meanisinden (dolayısıyla edimselliğinden) çok şey götüreceği için-de Man’la birlikte- bu durumu memnuniyetle karşıladığımı ifade edeyim. Gerçi de Man’ın; Kierkegaard’ın, Sokrates, Schelegel, Hegel gibi filozoflardaki ironiyiş bir kavram addetme tavrına atfederek gündeme getirdiği ve böylece kavramamıza imkân sunduğu nesnel ironi ve bu nesnel ironiden duyduğu memnuniyet ile benim ironinin felsefi bir kavram olmayışından, buna mukabil felsefe harici bir kavram arayışıma destek vermesinden duyduğum memnuniyet, yani öznel ironi birbirine taban tabana zıt olsa gerek. de Man’dan farklı olarak, ironinin felsefi bir kavram olmayışından duyduğum memnuniyetin iki veçhesi olduğunu fark etmişsinizdir: Öncelikle, felsefi kavram oluşturma tekniklerini kendiliğinden sorgulamaya açar ironi; ikincileyin, ironiyi sadece retoriğe ait bir unsur sayan, retoriği de sırf biçimsel unsurlara indirgeyen tavırları eleştirmemize yarar. Her iki veçhe de ironinin kültürümüzdeki yerini tartışmaya götürür.
Yukarıda kültürümüze ait belagatte ironiyi iki ayrı kelime öbeğiyle karşıladığımızı ifade etmiştim. Bu öbeklerden ilki sadece bir kelimeden oluşur: ‘şetaret.’ Buradaki şetaret kelimesi, hemen tahmin edebileceğiniz gibi ‘şen şatır olma’ deyimindeki ‘şatır’ kelimesiyle aynı köktendir. Bugün kullandığımız sözlüklerde ironiye verilen ‘kara mizah’, ‘ince alay’, ‘keskin alay’ vb. karşılıklarla bir ilgisini kurmada zorlanabileceğimiz bir akrabalıktır bu. Ama meaniyi belagatle iç içe düşünme düşünme çabamızı sürdürürsek göreceğiz ki kültürümüzde mutlak anlamda bir ‘şen şatır olma’ hali mümkün ve caiz değildir. Çünkü şetaret surettedir, biçimdedir. Biçimde rastladığımız alaycılık, özde muhatap olduğumuz hüznün tahakkümüne boyun eğecektir her zaman. Dolayısıyla keskin alaydan aldığımız haz, bu şatırlık bile gelip geçici, arızi bir durumdur. Dilimizi düşünmemiz yeter: Türkçe kadar alaycı, Türkçe kadar hüzünlü bir dil yoktur.
Özde şen şatır olmak bu dünyada mümkün olamaz (“dünya-yı ahzan” diye boşuna denmemiş!) Çünkü kültürümüzde aslolan suret değil, suretin de bir tezahürü olduğu manadır. Bilindiği gibi kültürümüzde “suret”, görünen ve duygularımıza hitap eden manadır. Mana ise maddenin bu şekilde kalmasını sağlayan kuvvettir. Bir anlamda (ki bu anlam, büyük ölçüde, sufilerin verdiği bir anlamdır) suret (biçim), mananın (özün) tezahürü, yani dışavurumudur yani. Öyleyse biçimsel şetaret; özsel şetaret, özün şetareti olmaya açıldığı ya da onu hatırlattığı müddetçe makbul olacak, makbule geçecek bir şeydir; bize özü özlettiği, özü bizde özleştirdiği müddetçe… (Buraya kadar yaptığım betimlemede, sizinle daha rahat anlaşabilmek için kısmen Yunan tarzındaki felsefi betimlemeye ve indirgemeye başvurduğum fark edilmiştir. Kendi kültürümüze ait meseleleri tartışırken bile yabancı anlatım unsurlarına müracaat etmek zorunda kalışımız acaba ne tür bir şetarettir?) Bilhassa bugünlerde şen şatır olan kimselere bir bakın: Öze ilişkin özlemden bir iz bulabilecek misiniz onların bu şen şatır hallerinde?
İroninin dilimizdeki ikinci ve daha ‘teknik’ bir karşılığı sayabileceğimiz  ‘tecahül-i arifane’yi ise edebiyat eleştirmeni Nortrop Frye’ın ironinin tamamı olarak tarif ettiğini/addettiğini belirtmek gerek: “kendi içeriğini reddeden sözlerin bir örüntüsü.” Frye’ın bu tanımı, retorik boyuta verilen ağırlığa dikkat etmek -yani tanımın suret (örüntü) ve manayı (içeriği) birbirinden ayrı, ama yine de birbirleriyle ilişkili düşündüğünü görmek- kaydıyla kabul edilebilir bir tanımdır. İçeriğini reddeden sözlerin bir örüntüsü… Söyler göründüğünü söylemeyen sözlerin bir bileşimi, bu bileşimin bize sunduğu gerçek/gizli anlam, lafzın ötesinde ya da berisinde kalan anlam… Biçimsel anlamda kavramlarda açıklık, tutarlılık ve kesinlik arayan felsefi bakışın ironiyi bir kavram, en azında felsefi bir kavram saymaya yanaşmamasının sebebini açıklamıyor mu bu tanım? Batılı kendisine ‘masa’ dendiğinde ‘masa’nın kastedildiğinden emin olmak ister her zaman.
Masa örneğiyle birlikte aklım(ız)a hemencecik Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” şiirinin gelmesi şaşırtıcı değil. Belki de Batı kaynaklı düşüncelerde sürekli etkili olmuş dilsel-felsefi antropomorfizmin, antroposentrik kesinlik arayışının köklerini bu örneğin gözlerimizi alan ışığında düşünmek gerekir; ne içkinlik, ne aşkınlık tasarımları vardır bu bakış açısında, sadece kısır bir özdeşlik tasarımı: A=A, ya da A-denilen A’dır. Hegelci diyalektik bile A-olmayanın dolayımını devreye sokarken bu açmazdan kurtulamaz, tam bir daire çizer: A, A-olmayan, A-denilmeyen değildir. Bir türlü dilsel/simgesel özdeşliğin berisini ya da ötesini düşünemez, düşündürtmez bize. “Masa da Masaymış Ha” şiiri, bundan dolayı, sadece bir şiir olmasıyla değil, bütün biçim ve içeriğiyle dilsel/simgesel özdeşlik ve karşıtlıkların Batılı kavranışının dar sınırlarını parçalamayı başarır. Aslında bu başarıdaki aslan payı şiire, şiiri yazan şaire değil; şiirin yazıldığı dile, Türkçe’ye, Türkçe’nin tadına doyulmaz şetaretine tahsis edilmelidir. (Türkçe’nin metaforik (istiareli) bir dil olmaktan çok, metonimik (mecaz-ı mürselli) bir dil olduğunu iddia edersem ortalığı çok mu karıştırmış olurum?)
“Atın kuyruğu/kuyruğun atı”na ne derdik peki? Meramımı düzgüncde anlatabilmek için başka bir söz sanatına baş vuruyorum elbette, şu meşhur düzdeğişmece, mecaz-ı mürsel denen şeye. At ve kuyruk. Ama ne at sadece kuyruktan ibarettir, ne dudaklar ağzın bir devamıdır, ne sigara dudakların, ne de duman sigaranın. Üstelik kafa ile kuyruk arasında kocaman bir gövde vardır. Öyle mi gerçekten? Ağız dendiğinde dudaklar, dudak dendiğinde öpücük ya da sigara, öpücük ya da sigara dendiğinde aşk ya da duman gelmiyor mu aklınıza? Dahası modern zamanlarda?
Oysa buraya kadar yürüdüğümüz bu tozlu yolun bu son dönemecinde ironi kavramı; düşünce ile toprağın, düşünce ile kültürün, düşünce ile dilin bağları düşünülmeksizin anlaşılamayacak bir kavram olarak bir kez daha karşımıza çıkıyor. Kendi içeriğini/gerçekliğini reddederek içeriklenen/gerçeklenen bir kavram. İroninin bu anlamıyla en sık diplomatik dilde karşılaşıyoruz. Diplomatik dil; savaş ve mücadelenin, kabul ve reddin kaba dili… Diplomatların “hayır” dediklerinde “belki”yi, “belki” dediklerinde “evet”i kastettikleri söylenir. Bu, halbuki, diplomatik dillerde “evet”in asla telaffuz edilmediğini söylemenin başka bir şeklidir. Diplomatların kullandığı anlamsal bakımdan muğlak ve ikircil dile ilişkin yaygın söylentilerde bile diplomatça bir yan vardır. Bu söylentiler aracılığıyla diplomatik dilin, “olumlama” ya da “uzlaşma”yı açıkça kabul etmeyen, olumlamanın, uzlaşmanın üstünü örten yegâne dil olduğu sezdirilir. Belki de bu sebeple karşılaştığımız en ironik dil siyasi/diplomatik dildir. Bu yüzden en “iliksiz”, en “omurgasız”, en “kavramsız”, en “akışkan”, en “elastik” dil de sayabiliriz onu (bütün bu sıfatların, yer yer, Türkçe için de kullanılıyor olması hayra mı alamettir?)

Sizce de mümkün değil mi bu? Açıkça “evet” diyenlerin aslında “hayır” demek istedikleri, “hayır” diyenlerin ise aslında “evet” dediklerini hiç düşünmedikleri diplomatik bir dil, muğlaklığıyla beliğ ve fasih bir dil? (İbn Rüşd ile İbn Arabi arasındaki meşhur ve anlamı son derece açık o muhavereyle bir kıyaslayın!) Yani burada, yani Türkiye’de, yani şen şatır, yani hüzünlü Türkçe’de? Mümkün değil mi bu? Belki de, kimbilir!

Kılavuz, 2004

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder