25 Haziran 2018 Pazartesi

Neyin yorgunluğunu yaşıyoruz?


Dürrenmatt'ın o nefis öyküsü
Ünlü Alman trajik yazar Friedrich Dürrenmatt'ın nefis bir öyküsünü okumuştum bir zamanlar. Dürrenmatt'ın anlatımına göre dünyada hayatları boyunca sürekli çalışma, zahmet, ter, emek, acı, zulüm ve mutsuzluk gibi olumsuzluklarla yüzleşmek zorunda kalan insanlar artık dayanamıyor ve bir gün hep birden Tanrı'ya dua ediyorlardı: "Ey Tanrı'm! Biz bu hayatı yaşamak zorunda mıyız? Hiç acının, zulmün, mutsuzluğun olmadığı bir hayatı niye bize uygun görmüyorsun?" Dürrenmatt, Tanrı'nın insanların bu çağrısına icabet ettiğini vurguluyordu öyküsünde, öyle ki tüm insanlar, sanki cennet bahçelerinden bir bahçede yaşarmış gibi şen şakrak, güleç, sürrekli mutluluk içinde dünyada olmanın tadına ulaşıyorlardı. Artık çalışmak, zahmet çekmek, terlemek, mutsuz olmak, hırsızlığa ya da cinayete kurban gitmek, zulme ve haksızlığa uğramak gibi olumsuz sayılabilecek hiçbir şey yaşanmıyordu insanlar arasında. İnsanlar dünyada değil de sanki cennettelerdi hep birlikte. Ama bir gün, önce içlerinden birin, daha sonra bazıları, en nihayetinde de hepsi can sıkıntısını yaşamaya başladı. Aradan geçen süre zarfında artık insanlar homurdanmaya, kendi kendilerine söylenmeye başlamıştı öyküde: Acaba önceki hayatları bundan daha mı güzeldi, daha mı lezzetliydi? Öykünün sonunda bütün insanlar tekrar toplanıyor ve Tanrı'ya eski hayatlarını onlara iade etmesi için yakarıyorlardı.
Dürrenmatt, bu trajikomik öyküsüyle bize yaşadığımız hayatların olabileceklerin en iyisi olduğunu söylüyor bir yandan. Başka bir yandansa insandaki doymazlık, açlık, değişkenlik, karar verilemezliğin gözardı edilmemesini öğütlüyor. Bir de tabii, mutluluk ve mutsuzluğun birbirlerini gereksindiklerini. Mutluluk olmadan mutsuzluğun fecaat olması kadar, hiç mutsuz olmamış bir kişinin mutluluğu da sahtedir.

Din yorgunluğu mu?
Bir süredir toplum olarak bir din yorgunluğu yaşadığımız söyleniyor, iddia ediliyor hatta. Dijital teknolojilerin yaygınlaştığı, üretim ve tüketim kalıplarının farklılaştığı bu çağda hayatı yaşama şekillerimiz de farklılaşıyor elbette.  Ama yine de sormak gerekli: Türk toplumu sahiden bir din yorgunluğu mu yaşıyor, sahiden gençlerimiz ve toplumumuz 'inanmak'tan yorulmaya mı başladı? Kimilerinin dünyevileşme, kimilerinin sekülerleşme, kimilerinin ise modernleşme addettikleri bazı süreçlerin, olay ve olguların kamusal alanda, basılı, görsel ve dijital medyada yaygın bir şekilde görülmesi neye işaret ediyor? Yanlış öncüllerden yanlış çıkarımlar yapılarak yanlış sonuçlara varılması ile vasıflandırılabilecek ve en çok da bu yönleriyle medyada gündeme gelen dini figürler arası tartışmalarla toplumun tamamına sirayet eden bir 'dinden yılma' yahut 'bıkma' mı yaşıyoruz acaba? Yahut anlayışlarımız mı giderek güdükleşti, sertleşti?
Dijital toplumların, birbirleriyle sadece sosyal medya ve elektronik eşyalar üzerinden diyalogda yoğun şekilde bulunduğu toplumların inanma biçimlerinin de farklılaşacağı hiç şüphesiz. Eski güzel zamanlara nazaran bu durumun hepimize bir "sahicilik kaybı" yaşatacağını söylemek mümkün bu sebeple. Birbirimizle ruberu görüşmeden selamlaşıp (bunu da kısaltarak: "slm") "hayırlı günler" dilerken elbette bir nostalji yaşamamız kaçınılmaz. Fakat, bu durumun kendiliğinden bir "inanç yitimi"ne yol açacağını düşünmek mümkün değil.

Dijital toplumda inanmak
Dünyaya gözlerini açar açmaz bilgisayar, internet, cep telefonu, i-pad, televizyon vb. araçlarla tanışan, ısrarla anne ve babasından bunları talep eden çocukların nihai kertede anne ve babalarına güvenmekten, onlara inanmaktan vazgeçtiklerini düşünebilir miyiz? Saatlerce bilgisayar başından kalkmayan bir gencin ailesiyle kurduğu ilişkiler belki ailesinin ondan talep ettikleriyle örtüşecek kıvamda değildir, doğrudur bu; ama o gencin bütünüyle ailesinden koptuğunu düşünmek yerli yerinde midir?
Toplumun en temel bileşeni addettiğimiz ailenin aynı şekilde sahip olduğumuz inançların da filizlendiği ocak olduğunu düşünmeye meyilliyim. Bir gencin ailesinin sahip olduğu inançları tamamen reddetme tavrında bile, reddetme eyleminde içerilen negatif bir unsur olarak ailenin inancı devrededir halbuki. Dijital çağın bizi korkutması gereken en önemli yanı bu tür reddiyecilikler değildir; daha çok, aile bağlarının kendi kendiliğinden, bir takım başka iktisadi, ahlaki ve toplumsal sebeplerle çözülmesindedir.

Tartışmaların belirsiz çölü
Son 30 yıldır kamusal alanda sürekli tartışılan din konusundan bıkmak bu yüzden normaldir; ama bu bıkılanın din olduğunu göstermez. Bıkmaya konu olan şey dini tartışmaktır. Tartışmaktan bıkmışızdır yani. Bu tartışmaların sonuçsuz kalmasıdır bizdeki bıkma duygusunun sebebi. Gençlerin çoğunun fark ettiği ve umursamaz göründüğü hususun başında da bu 'sonuçsuzluk' gelir. Çünkü hangi devirde olursa olsun, gençler hep bir sonuca varacak, hayatlarına bir istikamet verecek konularla ilgilidir.
Bilgisayar oyunlarında kaybedince övünen gençlere hiç rastladık mı? Gençlik her zaman başarıyla sonuçlanacak eylemlere odaklıdır. Gençliğin ilk inanma eylemi başarma azminden kaynaklanır. Genç yaşta dini konuları tartışmak, bu konularda farklı farklı görüşler arasında bir türlü bir sonuca varmayan, başarılı bir şekilde tarafları tamamen uzlaştırmayan ya da koparmayan her durum kişinin kendisine olan güvenini de yok edecek, kişinin kendisini de bu tartışmaların belirsiz çölünde kaybetmesine yol açacaktır.
Deizm dedikleri en fazla kişinin kendine, kendi inançlarına, kendi inanma tarzına, kendi düşünme kapasitesine olan güvensizliğinin bir ifadesidir hep. Herhangi bir sonuca ermeyen için için didişmenin tezahürüdür. Yaşanan bu iç didişmesinden kaynaklı bir yorgunluktur belki de. (ÇETO, Mayıs-Haziran, sayı 3)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder