Türkiye’nin kaderi, Türk şiirinin kaderi
Günlerdir kafamda dönüp duran soru şu: Şairler Türk
toplumunda eskiden nerede duruyordu, şimdi nerede duruyor? Bu sorunun farklı
bir versiyonuna 2006’da Akşam gazetesinin Kitap ekinde yayınlanmış bir
söyleşisinde İsmet Özel’in verdiği cevap aktarılmaya değer: “Türkiye’yi anlamak
için şiire başvurmaktan başka çare yok. Özellikle Tanzimat sonrasında… Türk
şiiri ne olacak meselesi Türkiye ne olacak meselesiyle etle tırnak gibi
bağlıdır.” Elbette şairler ile şiiri ayrı ayrı ele almak, öyle düşünmek lazım.
Türk toplumunda şairler bugün çok önemsenecek bir yerde görülmüyorlar, onların
olup olmamalarını umursayan insan sayısı çok fazla değil. Ama bir şekilde şiir
dendiği an, şiiri ve şairleri en umursamaz görünenlerin, kendilerini size böyle
gösterenlerin bile gözleri ışıyor; hemence atılıyorlar: “Ben de şiir yazmıştım”
yahut “benim de şiirlerim var.” O zaman anlıyorsunuz ki bu kişilerin şiire ve
şairlere uzak durmalarının en asli sebepleri arasında, ya bir zamanlar
yaşadıkları “kırgınlık”ların, yani duygusal bakımdan kendilerini ifade etmek
için başvurdukları şiirin onların duygularını aktarmak istedikleri kişilerde
istedikleri etkiyi oluşturamaması var yahut şiir yazmaktan dolayı kazanmayı
umdukları statüyü başka yollardan daha rahatça elde etmelerinin verdiği bir “etkinlik”
bilinci. Bu kişilerin şiire uzak durmalarının saiki de böylelikle ortaya
çıkıyor: Şiir yazarken bile kendi “oluş”larının bir parçası addetmiyorlardı
şiiri, şimdi de hayatlarında olmaması ile olması arasında herhangi bir fark
olmayan bir şey şiir.
Zaman zaman şiirden ve şairlerden nefret edenlerle de
karşılaşıyorum. Yok hayır, bu kişiler Platon gibi filozof meşreplilerden değil.
Aksine, büyük bir kısmı son derece “sosyal”, “girişimci”, “paragöz” kişiler.
Onların şiirden nefretlerinin sebepleri, İsmet Özel’in Keynes’ten nefret
sebeplerinden bile fazla belki. Platon şairlerden nefret etmiyordu, sadece
egemenin “filozof kral” olmasının toplumun hayrına olacağını düşünüyordu.
Şairler ise “taklidin taklidi”ni üreten kişiler olarak “yalancı” konumundaki kişilerdi
Platon’a, yani hakikati savunmaya çalışan filozofa göre. Şair, toplumsal
dengeyi bozan bir kişi idi neticede Platon’un gözünde. Yani Platon ile şairler
arasındaki uyuşmazlık benim kafamda dönüp duran soruyla şimdilik ilgili değil.
Türk şiiriyle Türk toplumunun kaderi arasında bir ortaklık
varsaymak ne kadar doğru? İsmet Özel’in sözlerinde böylesi bir “kader
ortaklığı”nın öngörüldüğü açık. Şiirin durumu ile Türkiye’nin durumunu eşlemeye
dayanan bu yaklaşımı benimsemeye biz şairler ne kadar yatkın olursak olalım,
son kertede, ülkenin durumunu şiirin durumuna endeksli düşünme şeklinde kabul
edilebilir bir yan görmek pek uygun gelmiyor bana. Elbette bir toplumu anlamak
için o toplumda yazılan şiir ilk başvurulması gerekli kaynaklardandır, lakin
sadece şiirine bakarak o toplumu anlamak da yeterli değildir. Tanzimat sonrası
Türk şiirinin gelişimi, değişimi ile Türkiye’nin gelişimi, değişimi arasında
bir paralellik olduğu muhakkaktır; fakat bu değişim ve farklılaşmalardaki
paralelliğin bu iki unsur arasında bir kader ortaklığı olarak görülmesinin
‘abartılı’ bir tarafı da vardır. (3 Mayıs 2018)
İmgeciliği savunmak
Kökşiir yeni çıkmaya başlayan 3 aylık bir ‘Şiir sanatı
dergisi.’ İlk sayısı elimde, Ocak-Şubat-Mart aylarını kapsıyor bu sayı. Dergi
kendini ‘şiirin teorik meseleleri hakkında düşünme ve tartışmanın bir
platformu’ olarak konumlamış. Dergideki Bülent Keçeli, Osman Özbahçe ve Hakan
Şarkdemir yazılarını okudum ilkin. Keçeli yazısında, ‘şiirin kendi tavrını
kaybettiği’ni savlıyor. Keçeli, ‘güncel şiir’ diye bir kavramın oluşturulduğunu
ve bu kavramın ‘gerçek şiir tavrının yerine eklemlenmek’ istendiğini de savına
ekliyor. ‘Güncel şiir’ diye yadsıyarak kavradığı tavrın şiiri yazmak için şiiri
meydana getiren araçları yok saydığını, sözcüğün sadece bir karşılık kılınmak
istendiğini, şiirin felsefi ağırlıktan kurtulmak istediğini düşünen Keçeli,
“Şiire sadece imge felsefi ağırlık katmaz elbette; imge bir başlangıçtır,
hareketlidir, akıcıdır; bulunduğu kabın şeklini almaz, bulunduğu şiirin şeklini
alan imge, imge değildir. İmge her şeyiyle şiire farklılık, başkalık katan
yapının adıdır” diyor. Keçeli’nin bu sözlerinin içsel bir çelişki taşıdığı
kolaylıkla gösterilebilir. Öncelikle imgenin hareketli olduğu varsayımı,
imgenin ‘özünde’ hareketli olduğu gibi bir ek varsayıma ihtiyaç duyuyor. Oysa
hareket, hareketlilik, hareketsizlik pekâlâ iliştirilebilir sıfatlar. İmgeyi
‘her şeyiyle şiire farklılık, başkalık katan yapının adı’ saymak da imgeyi
şiire aşkın (transandantal) addetmenin bir yolu. Bu durumda şiir değil, imge
üretiyor demek ki şairler Keçeli’nin bakış açısına göre. Elbette bütün bunları
ileri sürebilmesi için Keçeli’nin bize sarih bir imge tarifi sunması gerekiyor.
Ancak yazısında böyle bir sunum yok. Sözgelimi şiir sözkonusu edilince bir
‘kelime’ ile bir ‘imge’nin farkının ne olduğu, ‘imge’ deyişiyle ‘gösterge’
deyişinin kullanımlarındaki farklılıkları vb. bize aktarılabilse belki
Keçeli’nin söyledikleri daha makul bir zeminde soruşturulabilir. Ancak,
elimizde bir tarif yok; yani imge ile şiiri şiir kılan herhangi bir şey,
herhangi bir tasannu arasında bir ayrım sunmuyor Keçeli. Aksine imge demekle,
‘şiire farklılık getiren bir yapı’dan bahsettiğini kastediyor. Bundan yola
çıkarak, Keçeli’nin imge dediğinde metafor, metonimi, mecaz, mecaz-ı mürsel,
tevriye vb. bütün söz sanatlarına birden işaret ettiğini de düşünebiliriz.
Çünkü herhangi iki şiiri birbirinden ayırt etmenin yollarından biri de ağırlık
verdikleri, başat kıldıkları söz sanatına bakmak olabilir.
Bir de şiire katıldığı var sayılan farklılık şiiri hangi
şeyden farklılaştırıyor, dilin gündelik kullanımlarından mı? Dilin gündelik
kullanımlarında imge yok mu sözgelimi? Bütün bu söz sanatlarıyla birlikte
roman, hikâye gibi diğer türlerde olduğu gibi pekâlâ gündelik dilde de
imgelerin kullanıldığını görebiliyoruz. Şiiri bütün bunlardan farklılaştıran
şeyi imge saymanın kendisinde bir sıkıntı var. Bu, kısmen, İkinci Yeni sonrası
yaygınlaşan ‘şiir, bir imge kurma sanatıdır’ tarifiyle de alakalı bir durum.
Ama yanlış. Şiirde olduğu kadar resimde, müzikte, heykelde, öyküde, romanda da
imge bulunabilir. Hatta, bu sanatlar da kendi açılarından aynı şekilde ‘imge
kurmak’tan bahsedebilir. Böyle bir aşamada şiiri sıradan bir sanat saymaya
başlar, imgenin onu büsbütün farklılaştırdığını, başkalaştırdığını düşünmenin
bu aşamada mümkün olmadığını görürüz.
Bütün bunlarla birlikte ‘güncel şiir’ kavramlaştırmasıyla
neyi eleştirdiğini tam anlamasak da Keçeli’nin ‘imgeci’ bir tutumu savunmaya
gayret ettiğini görebiliyoruz. Bu da sanırım yazısının başka bir nakısası.
Tavrı net değil imgeciliğe uygun olarak, anladığım bu. Gerçek şiire özgü bir
tavrı sahiplenir görünürken şiirin gerçekliğine zarar verilebilir oysa. Bir
şairin en çok dikkat etmesi gereken nokta da sanırım bu: Neyi nasıl yaptığına
ilişkin daha açık bir fikre sahip olmak. (6 Mayıs 2018)
Yenilik arayışları ve şiir
Kökşiir dergisinin ilk sayısındaki yazısında Osman Özbahçe
“modern Türk şiiri”ne çizdiği genel çerçevede 90 kuşağıyla birlikte Türk
şiirinde başlayan yenilik çabalarının çoğalmasından kaynaklı bir ‘çaresizlik’
üretiminden de söz ediyor. Şu satırlar Özbahçe’nin: “Türk şiir tarihinde
yenilik belki de ilk defa bir çaresizlik üretmektedir. Yenilik, yenilik
yapamamaktadır. Bugün şiirimiz böylesi bir paradoksla karşı karşıyadır. Bunun nedeni
şiirin bütünüyle biçim araştırmalarına indirgenmesidir… Fakat şiir bir yerde
‘anlam’dan ibarettir. Teknik, yaşanan hayat bağlamında anlamlı bir yapı
sunmadıkça karşılıksız kalır… Şiir, insana yabancılaşıyor; çünkü biçim
araştırmalarıyla içi boşalıyor. Birbirine karşıt iki anlayış şiiri hızla değersizleştiriyor:
Biçim araştırmalarına dayalı yeni şiir ve klâsik şiir.” Gerçekte Özbahçe’nin
tespitlerinin tümüne katılıyorum. Fakat bugün şiirin değersizleşmesinin
sebeplerinin sadece şiirin içsel niteliklerinden kaynaklanmadığını da
düşünüyorum. Yenilik arayışlarının çoğunda fikri bakımdan önemlice bir inkıraz
olduğunu da görüyorum. Şiirin yeniliğini, sırf biçimsel yeniliklerde aramak
elbette içi boş bir deneyim. Klasik şiir yaklaşımlarının çoğunda da fikir anlamında
bir tazeliğe denk gelemiyoruz ne yazık ki. Bu ikilemden, bu çıkmazdan, bu
paradokstan kurtulmak gerekiyor. Ama nasıl? (7 Mayıs 2018)
Temmuz, 40, Nisan 2020
Temmuz, 40, Nisan 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder